Yarın 10 Kasım... Atatürk günü... Vatanına ve milletine bağlılığı candan ve samimi. Kişisel hesapları, hele maddi hesapları hiç yok. Büyük bir devrimci. Gerçek bir demokrat.
Yarın anacağız onu bu cümlelerle. Onu anladığımız, ona inandığımız, bugün için ondan esinlendiğimiz için.
Onu ve amacını anlamayanlar, anlamayı işlerine uyduramayanlar da yok değil ya neyse...
Bugün size Atatürk’ü anlatmayacağım. Gazetemizin, Cumhuriyet’in 87 yıl önce 10 Kasım’ı nasıl yaşadığını size de yaşatmaya çalışacağım.
O gün “Atatürk’ün Sıhhati” sürmanşetiyle çıkar gazete. Doğal olarak bir gün öncesine aittir haberler.
Gösterilen onca özene karşın sağlığı kötüye gitmektedir Atatürk’ün. Sabah ateşi 36.8’dir ama akşam ve gece yükselir. 37.6 olur. Nabzı da yükselmiş, dakikada 128’den 132’ye çıkmıştır.
Ertesi gün “Büyük Milli Matemimiz” sürmanşetiyle çıkar gazete. Umutlar sönmüş, gerçekle yüzleşilmiştir 10 Kasım günü saat 9’u 5 geçe...
“Milleti kurtaran adamı milleti kurtaramadı” der Cumhuriyet. “Ağlıyoruz! Gözyaşlarımızı içimize akıtarak ağlıyoruz” der.
Yunus Nadi’nin kaleminden süzülen cümlelerde elemle yoğrulu şaşkınlık vardır. Sabah 9.25 treniyle Ankara’ya geldiğinde gördüğü manzarayı şöyle betimler:
“Kimse yüksek sesle diğerine hitap edemiyor hatta herkes birbiriyle konuşmaktan çekingen bir hayalet gibi geziyordu. Bir aralık uğradığımız Meclis’te ayaklarının ucuna basarak yürüyen arkadaşların gözleri bulutlu, ağızları kenetli, boğazları tıkalı... İnsanın üzerine dağlar devrilse bilmiyoruz bu kadar sıkılabilir ve ezilebilir miydi?”
Acısı, gözünden akan yaşı “kanlı” diye niteleyecek kadar büyüktür Yunus Nadi’nin. Büyüktür ama teselli de eder kendisini ve okuyucularını. Nereye baksa, hangi kuruma, okula, ağaca, millete, devlete nereye baksa o vardır. “Atatürk ölmemiştir”.
Objektifini halka da çevirir gazete. Duyguları ölümsüzleştirir. Dolmabahçe Sarayı’nın bayrağı yarıya indirilmiş hazin manzarasıyla...
YALOVA’DAKİ FOTOĞRAF
İkinci sayfada Abidin Daver “Asker Atatürk”ü anlatır. Trablusgarp’taki mücadelesini, Çanakkale’de emperyalizmi ilk kez dize getirişini, Dünya Savaşı’nda Alman generallerin kendi çıkarları için Türk kanı dökmelerine duyduğu öfkeyi, 39 yaşında koskoca Türk milletini yanına alıp atıldığı Milli Mücadele’yi.
Üçüncü sayfada Cumhuriyet, “Atatürk’ün hayatı” başlığı ile özgeçmişini yayınlar. Kız kardeşi Makbule Hanım, Yunus Nadi, Afet İnan ile Ülkü’nün de bulunduğu Yalova’da çekilmiş fotoğraf belki ilk kez yayımlanır. İbrahim Alaeddin uzunca bir şiir kaleme almıştır, anlatılır şiirde Atatürk son uykusunda iken Dolmabahçe’deki ürkütücü sessizlik.
Peyami Safa, “Türke ait her şeyin içinde o vardı” diyerek Yunus Nadi’ye katılır üçüncü sayfadan. Onun izinden yüründüğünde geleceğe güveni tamdır. Kendisi bir nutkunda, bu memleketin bir değil, birçok Mustafa Kemallerle dolu olduğunu söylememiş miydi?”
Dördüncü sayfayı “Atatürk’ün son günleri”ne ve son güne ayırır gazete. Ölüm iyiliği derler ya hani hiçbir şeyi yokmuş gibi neşesini betimler önce, sonra 8 Kasım’da başlayıp gittikçe ağırlaşan tabloyu. İçtiği meyve suyunu, ardından gelen bulantısını, ateşinin 40’a dayanmasını ve son nefesini.
Saat 10’u geçerken Sağlık Müze Müdürü Dr. Nuri’nin Dolmabahçe Sarayı’na gelişini, Atatürk’ün yüzünün ve ellerinin kalıplarını alışını, Tahnit için yapılan hazırlıkları.
Ankara’daki diplomatların hemen o gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı ziyaretlerine ya da mesajlarına da yer verilir. İlk gelen Afganistan büyükelçisi Ahmet Han olur. Onun öncülüğünde Ankara’daki yabancı devlet temsilcileri bir toplantı da yaparlar. Cenaze töreninin bitimine kadar ziyafet vermemeyi, kabul töreni yapmamayı, elçiliklerde bayrakları yarıya indirmeyi üzüntülerinin göstergesi olarak kararlaştırırlar.
Beşinci sayfada M. Turhan Tan, “İnkilâpçı Atatürk”ü kaleme alır tam sayfa, devrimlerle nasıl yeni bir Türkiye yaratıldığını vurgular.
Altıncı sayfasını “Atatürk ve ölüm”e ayırır gazete. Yazarı Salâhaddin Güngör’dür. “Atatürk ve ölüm… Allahım, birbirine bu kadar aykırı iki kelime nasıl olup da birleşebildiler” sorusuyla başlar Güngör yazısına. Ruh halini, “Şu dakikada dilim dolaşıyor: Atatürk öldü diyemiyorum” diye özetler. “Bir vatan yaratmakla kalmadı, yarattığı vatanı uygarlığın bin bir nimetiyle bezedi” der. O dakika bağırmak “Hayır! diye bağırmak, Hayır! Atatürk’ün ölmeye hakkı yoktur” diye bağırmak ister... İstanbul’a geldiği ilk günü anlatır. Nutuk’a yaptığı atıfla sürdürür. “Her başımız sıkıldıkça gençliğe yaptığı vasiyeti hatırlayalım.” Sonra Gençliğe Hitabı bir kez daha yazar koyu renklerle. Ve koyu renkle devam eder. Der ki:
“Ey Türk Genci! Sen tarihin en büyük insanından kutsal bir emanet ve en kötü koşullar içinde dahi mutlaka yerine getirilecek yüce bir emir ve işaret aldın. Atanın manevi ve ahiretteki gözleri sana dikilidir. Elbette sen görevini kuşaktan kuşağa daha mükemmel yaparak onun ruhunu sevgi ve saygıyla andığın kadar vatanını ve milletini mesut ve bahtiyar kılacaksın.”
Yaşam devam etmektedir. “Meclis bugün toplanıyor” alt manşetini de atar gazete o gün. Tek gündemi vardır meclisin: Yeni Cumhurbaşkanını seçmek. Devlet boşluk kaldırmaz çünkü. Haftalar öncesinde başlayan fısıltılara, kimi gazetelerin kışkırtmalarına geçit vermemek gerekir. İsmet Paşa’nın seçimiyle susacaktır fısıltılar.
Atatürk’ün dediği, Peyami Safa’nın hatırlattığı gibi: Memleket bir değil, Mustafa Kemallerle doludur.