Kırık bir vazoya bakarken içimize garip bir hüzün çöker. Cam parçaları etrafa saçılmış, bir zamanlar anlamlı bir bütün olan cisim sıradan bir atığa dönüşmüştür. Oysa bu sahne yalnızca bir kazayı değil, evrenin en güçlü yasalarından birini anlatır: Entropi. Her şey, doğduğu andan itibaren düzensizliğe doğru akar. Biz ise çoğu zaman bu akışın seyircisiyiz.
Entropi kavramı uzun süre fiziğin konusu olarak görülmüştür. Termodinamikte, bir sistemin zaman içinde enerjisini kaybedip düzensizliğe yönelmesi anlamına gelir. Daha büyük ölçekte ise evrenin kaçınılmaz sonunu, düzenin yerini kaosa bırakmasını anlatır. Ancak entropi yalnızca maddenin değil, bilginin de hikâyesidir. Ne kadar çok şey bilirsek bilelim, her zaman ölçemediğimiz bir değişken, hesaplayamadığımız bir olasılık kalır. Doğa bize sessizce aynı gerçeği hatırlatır: Her şeyi bilemezsin.
ENTROPİ VE BİLGİ
20. yüzyılda Claude Shannon, entropi kavramını iletişime taşıyarak onu bilgiyle ilişkilendirdi. Artık sorun yalnızca maddenin değil, anlamın da sınırlarıydı. Bir sistemin entropisi ne kadar yüksekse o sistem hakkında o kadar az bilgiye sahip olurduk. Bu açıdan bakıldığında entropi, doğanın değil insanın aynasıdır. Bilgi arttıkça belirsizlik azalır ama hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. Çünkü bilgi de enerji gibi dönüşür, yok olmaz.
İnsan uygarlığı aslında entropiye karşı verilen uzun bir mücadeledir. Tarımdan sanayiye, teknolojiden dijital evrene kadar her yenilik biraz daha düzen kurmaya çalışır ama her düzenin ardında yeni bir karmaşa doğar.
Bugün yapay zekâdan kent planlamasına kadar her alanda verilerle düzen kurmaya çalışıyoruz. İstanbul trafiğini düşünelim: On binlerce sensör yoğunluğu ölçer ama kimsenin ölçemediği şey, sürücülerin niyetidir. Bu mikro düzeydeki bilinmezlik yüzünden trafik tam olarak öngörülemez. Entropi işte tam bu bilinmeyen alanın adıdır.
Benzer bir tabloyu pandemide de yaşadık. Her veri tablosu görünenin ardında gizli bir cehalet alanını işaret ediyordu. Semptomsuz taşıyıcılar bilinmiyor, testler eksik kalıyordu. Yani entropi yüksekti. Bilim insanları modelleri güncelledikçe yaşam onları boşa çıkarıyordu. Sorun sistemin karmaşıklığı değil, bizim ölçme kapasitemizin sınırlılığıydı.
DÜZENSİZLİK VE YARATICILIK
Yine de entropiyi yalnızca bir kayıp ya da çözülme olarak görmek eksik olur. Düzensizlik aynı zamanda yaratıcılığın alanıdır. Bir sistemi tamamen bilseydik onunla ilgili yeni hiçbir şey öğrenemezdik. Belirsizlik, merakı ve araştırmayı mümkün kılar. İnsan aklı da entropiyle savaşmak yerine onunla yaşamayı öğrenmiştir.
Bu kırılmanın en belirgin hali beyaz yaka dünyasında görülür. Kurumsal yaşam görünürde düzenin simgesidir: Toplantılar, raporlar, hedefler… Ancak bu düzenin altında sürekli kabaran bir bilişsel kaos vardır. Her bildirim, her “acil” e-posta, sistemin entropisini artırır. Çalışan, düzen kurmaya çalıştıkça belirsizlik büyür, bilgi çoğaldıkça anlam seyrelir. Görünüşte kontrol altındaymış gibi duran bu mikro evren, doğanın temel yasasını yineler: Enerji harcanır ama denge kalıcı değildir.
Entropi, insanın iç dünyasında da yankı bulur. Ruhsal düzen, tıpkı fiziksel düzen gibi kırılgandır. İnsan bir dönem her şeyi yoluna koyduğunu sanır: iş, aile, dostluklar… Ancak zamanla sistemin içindeki küçük dengesizlikler yüzeye çıkar; bir söz, bir kayıp, bir pişmanlık. Sonra bir gün, kırık bir vazo gibi, bütün denge dağılır. Ve o anda, yeni bir yaşam başlar.
Entropiyle yaşamak, bu kırılmalarla barışmak demektir. Düzenin geçiciliğini, bilginin sınırlılığını kabul etmek ama buna karşın anlam arayışından vazgeçmemek. Çünkü entropi bilgiye karşı koyan değil, onu doğuran güçtür.