Fotoğraf: Atilla Alp Bölükbaşı
Sunay Akın’ı okumak veya dinlemek, eski bir dostun evine girmek gibidir. Kapıdan içeri girdiğinizde sizi kitap kokusu ve tarihin unutulmuş fısıltıları karşılar. Yeni kitabı “Koyu Mavi Memleket Kumaşı”, bu eşsiz anlatıcının geçmişle bugün arasında kurduğu şiirli köprünün yeni halkası. Unutulmuş kahramanları, sessiz hikâyeleri bugüne taşıyan bu yolculuk, sırf belleğimize değil kalbimize de dokunuyor.
- “Cumhuriyet kültürdür” diyorsunuz... Yeni kitabınızda bu sözü taşıyan pek çok “gizli kahramanın” izini sürüyorsunuz.
Geçmişten bize kalan bilgi ancak onu doğru okuyabilirsek geleceğimizi aydınlatır. Yeni kitabımda, geçmişin bilgisiyle geleceği şekillendiren insan hikâyelerine odaklanıyorum. Eğer geçmişin merkezine sarayları değil insanı yerleştirirsek geleceğe de daha insani bir dünya taşırız. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözündeki gibi. Ben de kültürü, insanın doğayla, bilimle, sanatla kurduğu ilişki olarak görüyor ve bu ilişkiden ilham alarak geleceğe sesleniyorum.
- “Koyu Mavi Memleket Kumaşı”nda anlattığınız öyküler, tarihin görünmeyen yüzünde dolaşıyor. Sizce bir hikâyeyi “gizli” olmaktan çıkarıp bizi etkileyen şey nedir?
Bence bir hikâyeyi etkileyici kılan şey, onu nasıl kurguladığınızdır. Ben yazarken, ilk bakışta alakasız gibi görünen ayrıntıları bir araya getiriyorum. Şair kimliğimle hareket ettiğim için düz yazılarımda da sözcüklerle şiir gibi örülü yapılar kuruyorum. Okurda merak duygusu uyandırmayı, “Bunu hiç böyle düşünmemiştim” dedirtmeyi önemsiyorum. Bu kitapta da o şaşırtıcı ve düşündürücü kurguyu daha da derinleştirdiğimi düşünüyorum.
- Oyuncak Müzesi’ni kurarken “çocuklara değil, çocukluğumuza” dokunmak istediğinizi söylemiştiniz. Bugün müzede anlatılan hikâyelerle yeni kitabınız arasında nasıl bir bağ var?
Oyuncaklar çocuklar tarafından yapılmaz. Büyüklerin, kendi dünyalarını çocuklara aktarma biçimidir aslında. Bu nedenle oyuncaklar, masum nesneler değil, çoğu zaman ideolojik objelerdir. Bir ülkede kız çocuklarına bebek, erkek çocuklarına tabanca verilirse ileride biri diğerini vurabilir. Bu gerçeğin izleri kitaplarımda da var. Çünkü çocukluk, sona eren bir dönem değil merakın, öğrenmenin ve yaratıcılığın kaynağıdır. Ben hem kitaplarımda hem müzelerimde bu çocukluk duygusunun izini sürüyorum. İstanbul Oyuncak Müzesi, Barış Manço Müzesi, Masal Müzesi... Hepsi aynı hayale, aynı içsel çocuğa uzanıyor.
- Gösterilerinizde hem edebiyatı hem tarihi sahneye taşıyorsunuz. Kitaplarınızla sahne arasında kurduğunuz bu köprüde, anlatının hangi hali sizi daha çok özgürleştiriyor: Yazmak mı, anlatmak mı?
Benim için her şeyin başlangıcı yazmak. Kalemle kurduğum dünya olmasa sahnede de olamazdım. Çünkü tiyatro, temelde bir edebiyat metnidir. Yazarken kendimi daha derin, içten bir biçimde ifade edebiliyorum. Sahne ise bu yazılı dünyanın sesle, jestle, canlı anlatımla ete kemiğe bürünmesidir. Yeni kitabımdan adını alan oyunumda da sahneye bir meddah gibi çıkıyorum. Anlatıya, yangın gözlemcisi Aşki Efendi’yi selamlayarak başlıyorum: “Size bir hikâye anlatıcısıyla sesleniyorum çünkü ülkem bir yangın yeri.” Bu selam hem geçmişe bir gönderme hem de bugünün ruhunu taşıyan bir cümle. Beyazıt Kulesi’nden yangını gözeten Aşki Efendi gibi ben de sahnede hem tehlikeyi işaret ediyor hem de belleğimizi canlandırıyorum. Sahnede yazdıklarımı adeta birer pop-up kitaba dönüştürüyorum. Çocukken açınca içinden üç boyutlu sahneler çıkan kitaplar vardı ya, işte ben de o hissi yaşatmak istiyorum seyirciye. Yazmak ve anlatmak birleştiğinde, ortaya yalnızca kelimeler değil yaşayan bir hafıza çıkıyor. Anlatının özü de tam olarak bu bence: Anlatmak değil, yaşatmak.
GÜLCEMAL’İN KÖPÜKLERİ
– Kitabınızda Yaşar Kemal ve Abidin Dino’nun Paris Garı’ndaki bekleyişi ya da Gülcemal vapurunun burnundaki köpükler gibi simgesel anlara yer veriyorsunuz. Sizce bir memleketin geleceği böyle küçük ayrıntılarda nasıl gizlenir?
Kitaplarımda dürüst kalmış, adalete inanan, hayatı güzelleştirmeye çalışan insanların izini sürüyorum. Onlar, bu memleketin kumaşında birer desen gibi. Yaşar Kemal, Abidin Dino, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya... Hepsi bu memlekete ışık tutmuş, lekesiz insanlar. Onların hikâyelerini anlatırken yalnızca birer biyografi sunmuyorum, aynı zamanda bir müze kurguluyorum. Çünkü sahne sadece tiyatro salonunda değil, bir müze odasında da kurulabilir. Tasarımcı Ayhan Doğan’la birlikte kurduğumuz her müze, bir tiyatro sahnesi gibi tasarlanıyor. Ziyaretçilerin yalnızca bakmadığı, hikâyenin parçası olduğu alanlar yaratmaya çalışıyoruz. Gülcemal vapurunun pruvasına çizilen köpükler mesela... Neredeyse unutulmuş bir hikâyeydi. Çanakkale Savaşı sırasında düşman denizaltıları vapurların hızını su üstündeki dalga izlerinden hesaplayıp saldırıyordu. Ressamlar, Gülcemal’in önüne köpük çizerek bu hesaplamayı yanıltmaya çalıştı. İşte ben bu noktadan itibaren savaşı resim sanatının diliyle anlatmaya başladım. Çünkü tarihi yalnızca hamasi söylemlerle değil, insanın, sanatın, bilimin ışığıyla anlatmalıyız.
– Yıllardır hem sahnede hem kitaplarınızda şu sözü yineliyorsunuz: “Kültür bir ülkenin sigortasıdır.” Sizce bugünün Türkiye’sinde bu sigortayı korumak için en çok neye ihtiyacımız var?
En çok adalete ihtiyacımız var. Çünkü adaletin olmadığı bir yerde kültür ne kök salabilir ne de yeşerebilir. Bugün Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından biri derin bir kültürel çözülme. Bu çözülme, bizi ortak değerleri zedelenmiş, kimliğini kaybetmiş, yalnızca çıkar ilişkileriyle bir arada tutulan bir insanlar topluluğuna dönüştürüyor. Kültür, doğayla, insanla, yaşamla kurduğumuz derin bağdır. Zeytin ağaçlarını, dereleri, sokak hayvanlarını koruma iradesidir. Bir evin cephesine iliştirilen kuş evi, bir toplumun zarafetle inşa ettiği kültürel bilincin simgesidir. Osmanlı dönemindeki cami ve saraylarda da vardı bu kuş evleri, Anıtkabir’de de... Emin Onat ve mimar arkadaşları Anıtkabir’in cephesine yapının minyatürünü kuş evi olarak kondurmuşlardır. Kültür, ayrıntıda gizlidir, hem yaşama saygıdır hem yaşatmaya irade. “Kentsel dönüşüm” adı altında yapılan onca binanın birinde bile böyle bir ayrıntı var mı? Üstelik bu sadece fiziksel yapılarla sınırlı değil. Aynı çürüme fikrin, hayalin, vicdanın yapısında da var. Örneğin Fikirtepe... Adı üstünde: “Fikir”in tepesi. O ismi ona Namık Kemal verdi. Arkadaşlarıyla orada toplanır, ülkenin geleceğini tartışırlardı. Bugün Fikirtepe’de ne var? Gökdelenler, düzensiz beton bloklar, gri ve sıkışık bir yaşam. Oysa orası kültür merkezleriyle, tiyatrolarla, öğrenci yurtlarıyla genç fikirlerin yeniden filizlenebileceği bir mekâna dönüştürülebilirdi. Adalet olmadan hayal kurulamaz. Adalet yoksa, fikir büyümez. İşte bu yüzden kültür sadece müze kurmak ya da kitap yazmakla korunan bir şey değildir, bir vicdan meselesidir. Eğer bu toplumsal vicdanı kaybedersek ne geçmişi anlayabiliriz ne de geleceği inşa edebiliriz. En kötüsü de şudur: O zaman elimizde kalan, sigortası atmış bir ülke olur. Kültür, o sigortanın ta kendisidir. Onu korumak ancak adaletle, ortak duyarlılıkla, birlikte kurduğumuz değerlerle mümkündür.