Fuar salonunun uğultusu yerini yola bıraktı. Kent, arkamızda küçülürken ormanla deniz birbirine yaklaşıyor, yol kıvrıldıkça mavi koyun üzerindeki ışık çoğalıyordu. Bartın’dan 17 kilometre ama içeride taşıdığı ferahlık, uzun bir yolculuğun armağanı gibi. Erdal, dışarı bakıp gülümsedi: “Ankara’da bu kadar maviyi bir güne sıkıştırmak, insanın kalbini tazeler.” Haklıydı.
Koyun başına vardığımızda, yamaçlara serpiştirilmiş beyaz evler ve aralarından ince bir minarenin yükselişi bizi karşıladı. Kıyıya paralel uzanan tahta yürüyüş yolu suya yazılmış bir cümle gibiydi: Her adımda anlamı genişleyen bir cümle. Deniz o gün pürüzsüzdü. Uzakta iki genç, ayakta kürek sörfüyle geriye silinip giden ince izler bırakıyordu. Rüzgâr, kıyı kahvesinden yükselen taze çay kokusunu taşıdı, içimizde başka bir sayfa açıldı.
Güzelcehisar’da manzara önce yatay çizilir: Genişçe bir kumsal, koyu yeşil bir yamaç, suyun parlak yüzeyi. Sonra birden, arkadan dikine yükselen lav sütunlarıyla söz bambaşka bir hal alır. Sanki doğa, sabırla yazdığı uzun bir mektubu denize göstermiştir. Milyonlarca yıl önce akıp soğuyan lavın çizgileri, bugün karşımızda bir zaman cetveli gibi duruyor. Yaklaştıkça taşın yüzeyinde ışık gezinir, sütunların arası günün saatlerine göre uzayıp kısalan gölgelerle dolar. Matematiğin şiirle el sıkıştığı yer tam da burasıdır.
Tahta platformdan yürürken insan adımlarını farkında olmadan yavaşlatıyor. Kıyıda ağlarını güneşe seren bir balıkçı, iskelede sandalı boyayan bir el, kumda yarım kalmış bir kale… Büyük zamanın duvarına yaslanan küçük mutluluklar. Erdal’la aynı anda sustuk, içimizdeki gürültülerin yerini dalganın ritmi almıştı. Sonra her zamanki sakinliğiyle, “Bu taşlar bize ‘acele etmeyin’ diyor” dedi. Gülümsedim: “Belki de ‘yeniden gelin’ diyorlar.”
TAŞIN KALP ATIŞI
Yürüyüş yolunda ara ara seyir cepleri açılıyor. Orada durup lav sütunlarına biraz daha yakından bakınca, taşın da kalp atışı olduğunu anlıyorsunuz. Çizgiler, dalganın kenarda bıraktığı ıslak yazıyla konuşuyor. Her vuruş, kıyıya atılmış kısa bir not gibi. Levhalar, “Kayalıklara çıkmayın, platformun altına inmeyin” diye uyarıyor. Bu güzelliğin bir şartı var: Dokunmayı bilmek kadar, dokunmamayı öğrenmek.
Öğleden sonra ışığı döndüğünde, yamaçtaki kiremitler ısındı, sütunların yüzünde bal rengi bir parıltı dolaştı. Deniz, içeri doğru usulca nefes alıp verdi. Kıyı kahvesinde çaylarımızı yudumlarken Erdal’la lafı kitaplardan değil, sudan açtık. “Bir romanın ortasına bu koyu koymalı” dedim, “Okur, sayfayı çevirirken dalganın payını da alsın.” Erdal, “Bir şiirin kıyısına da şu yürüyüş yolunu” diye karşılık verdi. İkimiz de anladık: Güzelcehisar, insana yalnızca manzara değil, cümle veriyor.
Günün sonuna doğru geri dönerken aynı manzarayı başka bir düzenden gördüm: Beyaz evler, minare, yürüyüş yolu, lav sütunları ve deniz tek bir kadrajın içine, bir ömür kadar tutarlı bir dizilişle giriyordu. Fuarın kitap kokusunu hâlâ üzerimde taşıyordum ama içimde artık tuz ve rüzgâr da vardı. Ankara’ya döndüğümde, bir sayfanın arasından ince bir kum tanesi düşerse şaşırmam: O küçücük iz, burada kurduğumuz cümlenin ayraçsız hatırası olacak.
Güzelcehisar’dan ayrılırken şunu düşündüm: Deniz, Ankara’da yaşayanların özlemi olabilir ama asıl özlem, insanın kendine ayırdığı o geniş bakış. Bu koy, o bakışı geri veriyor. Bir gün yine fuar yolları düşer, yine imza, yine söyleşi… Sonra bir boşluk buluruz ve buraya geliriz. Çünkü bazı yerler, yalnızca görülmek için değil, hayatın ritmini hatırlatmak için vardır.
Bartın merkezden yaklaşık 17 km kıyı boyunca uzanan platform ve seyir cepleri, lav sütunlarını yakından görmek için ideal. En güzel ışık sabah erken ve akşamüstü. Kurallara uymayı, çöpleri toplamayı, güzelliği mesafeyle korumayı unutmayalım. Güzelcehisar, lavın omzunda kurulmuş bir mavi: Ateşten doğmuş, bakışla çoğalan.