Bir düşünün, sekiz yaşındayken neredeyse okulla aynı anda başladığınız bir oyunculuk, tiyatro kariyeriniz var. Uzun yıllar dünyada hiçbir tiyatro kurumunda olmayan bir tempoyla seyirci karşısına çıkıyorsunuz. Tabii bunun arka planında çok değerli sanatçılarla sürekli dirsek temasındasınız, çocukluğunuzdan beri onlar tarafından korunup kollandınız, en önemlisi de onları seyrettiniz ve sanatla dolu bir hayatınız oldu. Tabii sanatçılık ya da bu örnekteki gibi oyunculuk diyelim, okul gibi mezun olduğunuz bir yer değil. Ceren Kaçar da zaten oyunculuğu bırakmış değil, gerek dizilerde gerek kendi kolektif tiyatro toplulukları Reka ile hâlâ oyunculuk, hayatının bir köşesinde kendine yer bulmaya devam ediyor. Ancak son yıllarda etkileyici sesi sayesinde hem grubu Seyyah’la hem de solo projeleriyle müzikseverleri de hayranları arasına dahil etti.
Ceren Kaçar, Cumhuriyetin ilk döneminde yazılmış tango, fokstrot ve operetleri, caz ve indie-pop dokunuşlarıyla “Geçen” isimli albümünde topladı. Dört şarkı bulunan kısa albümde (EP) Kaçar, çok fazla bilinmeyen, unutulmaya yüz tutmuş şarkıların abartısız yorumuyla tozunu alıyor. Albümde yer alan şarkılar şöyle: “Sen Nazlı Bir Çiçeksin”, “Geçen Ateşli Geceler”, “Yüce Dağ Başında” ve “Sensiz Kaldığım Geceler”. Ceren Kaçar 24 Temmuz’da Blind’da bir de konser verecek.
Biz de, yıllardır sahneden sesini duyurmanın etkisinden midir bilinmez, derdini konuşarak çok iyi anlatan Kaçar ile yaptığımız söyleşiyi yazıya dökmeye çalıştık.
* Öncelikle Hatay'dan başlayalım. Depremin ardından Hatay Akademi Senfoni Orkestrası ile bir konser verdiniz. O dört gün nasıl geçti, nasıl bir deneyimdi?
Hatay’da geçirdiğim dört gün çok özel bir deneyimdi. Hatay Akademi Senfoni Orkestrası, çocuklara müzik eğitimi veren, yurtiçi ve yurtdışındaki turnelerle hikâyesini taşıyan bir yapı. Depremde bazı üyelerini kaybetmişler. Bu ölçekteki konseri aslında deprem öncesinden beri hayal ediyorlarmış. Bu konser, o kayıplardan sonra düzenlenen ilk büyük buluşma oldu. İKSV’nin Ortaklaşa projesinin de desteğiyle 160 kişinin sahnede yer aldığı, çocuk ve gençlik korosuyla birlikte Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen müzisyenlerin bir arada olduğu, klasik eserlerden halk müziğine uzanan geniş bir repertuvar sahnedeydi.
Hatay deneyimim bana bir şehri şehir yapan şeyin, binalardan çok insanlar arasındaki bağlar olduğunu hatırlattı. Konserde herkesin elinde telefon ışıklarıyla yası ortaklaşa taşıdıkları bir anda ya da provalarda “Kim büyüyünce müzisyen olmak ister?” denince hevesle el kaldıran çocuklarla karşılaşınca umudum tazelendi. Bugünlerde geleceğe dair hayal kurmak bu kadar zorken, bu birliktelik inancımı tazeledi.
* Bu dayanışma projesine nasıl dahil oldunuz? Sizi davet mi ettiler?
Evet, orkestrada birkaç müzisyen arkadaşlarım vardı, orkestra şefi Ali Uğur’la da uzun vakittir tanışıyoruz. Aslında bu yıl birlikte Almanya turnesi yapma planımız vardı ama benim set programım nedeniyle maalesef çok üzülerek katılamamıştım. Ama birlikteliğimizin Hatay’da başlaması daha da anlamlı oldu. Şimdi takvimlerimiz uydukça, birlikte başka buluşmalar yapmak için çok heyecanlıyız.
* Müziğinizde ve duruşunuzda toplumsal fayda ve kolektif bir ruh öne çıkıyor. Bu yaklaşımınızın temelinde ne var?
Benim lisansım sosyoloji. Çocukluğumdan beri de Şehir Tiyatrosu’nda çalıştım, 8 yaşında başladım. Oyuncu olmak isteyip istemediğime ya da müzikle ne yapmak istediğime karar veremediğim bir zamanda, sosyoloji benim için bir çıkış olmuştu. Her zaman üretimlerimin, çalışmalarımın çevremle doğrudan bir ilişkisi olmasını istedim. Bu beni devamlı canlı tutuyor. Erken yaşlarımdan beri kendime bir yer bulup etrafımla da yapıcı üretken ilişkiler geliştirme ihtiyacıma kolektif yapılarda bir yanıt bulduğumu hissettim. Tiyatro zaten kolektif bir sanat. Yani tek başınıza “Hadi bana bak” dediğinizde işin doğasına aykırı bir yere savruluyorsunuz, oyun arkadaşınızı, metni, seyirciyi dinleyerek kuruluyor o evren. Sonrasında müzikte de Seyyah benim için bu kolektif üretim alanının devamı oldu.
Yaklaşık altı, yedi yıl sivil toplum içinde çalıştım. Dezavantajlı çocuklarla, bir vakıfta, yurtdışında Strazburg’da göçmen kampında çalıştım. Sonrasında şunu fark ettim: Bir tiyatro salonunda ya da bir konser salonunda yan yana gelişlerimizin, o bir aradalığın, insanın insana olan inancına ve güven duygusuna dair çok kuvvetli ve dönüştürücü bir gücü var. Bu romantik bir aşk şarkısı da olabilir, söz taşımayan bir melodi de, bir komedi oyunu da. Benzer bir şeye gülebilmek, ağlayabilmek, ortak kodlarımızı farkına varmak, duygularımızın fikirlerimizin farklılıklarıyla karşılaşabilmek... Siz de sahneye içine sızılabilir bir yapı koymaya çalışıyorsunuz, ki tüm bu ihtimallerin kapısı aralansın. O an orada olacak şey hepimizi şaşırtabilsin, canlı kılsın. Bunun gerçekleşebildiği alanlarda gündelik iletişimin çok ötesinde karşılıklı bir anlaşma hali var, orası benim en mutlu olduğum yer.
* Son albümünüz 100 yıllık, neredeyse unutulmuş şarkılardan oluşuyor. Bu şarkıların peşine düşme ve onları yeniden yorumlama süreci nasıl gelişti?
Benim taş plakları dijitale aktaran sayfaları YouTube’dan merakla takip etmek gibi bir huyum var. Ya da bir konsere gittiğimde ilk kez duyuyorsam not alırım, “Bu neymiş?” diye sorarım, müzisyene mesaj atarım. Aslında böyle bir fikrim vardı: Bunları tekrar söylemek, yeniden kaydetmek, onlara daha farklı bir yaklaşım getirmek... Ada Müzik’le bir albüm için buluştuğumuzda “Ben galiba bunları yapmak istiyorum” dedim. Onlar da sağ olsunlar, “Sen ne yapmak istiyorsan” gibi, bugün pek rastlanmayan bir alan sundular. Ben de o özgür alanla bu projeye başladım.
O yarım kalmışlık, bir mücadelede olup da tam varamama hissi beni çok çekiyordu. Bu dört parçayla bir yıl uğraştım. Çünkü sürekli kendime, “Ben neyim, neredeyim ki buna nasıl bir yaklaşım sunayım” diye sordum. Orijinal icraları zaten muazzam güzeller. Ben bununla ne yapmak istiyorum? Sonra hayal etmeye çalıştım: Bu şarkılar eskiden plaktan ya da bir oda müziği olarak dinleniyordu. Şimdi ise bir kablosuz kulaklıktan, günün herhangi bir anında, birinin hayatına sızacak. Belki otobüste uzun yolda, belki çok mutsuz olduğu bir gün... Bu hikâyeleri hayal ederek oradan bunları tekrar canlandırmaya çalıştım.
‘BİR EXCEL DOSYAM VAR...’
* Peki bu dört şarkının dışında, bu süreçte keşfettiğiniz ve yayımlamayı düşündüğünüz başka “yarım kalmış” hikâyeler var mı?
Evet, evet. Bende böyle bir Excel dosyası var; üstüne notlar aldığım, hayaller kurduğum... “Bu bununla olabilir, bu bunun yanında ne kadar değişik duyulur, şöyle bir enstrümanla olsa” diye. Orada bir Balkan türküleri bölümü de var. Balkanlarda eskiden kaydedilmiş, unutulmuş, yok olmuş plakları bulup, o kırık Türkçe’yle söylenen şeylerin üstüne gitmek gibi bir hayalim de var.
* Günümüzde her şeyin “mükemmel” ve “tamamlanmış” olması yönünde bir beklenti varken, sizin bu “eksik kalmış” hikâyelere odaklanmanız bu akıntıya karşı bir duruş gibi. Bu temanın size çekici gelme nedeni neydi?
Bunu “günümüze taşımak” deyince bir misyon giriyor işin içine. Ben zaten buradayım, bu zamanda doğdum. Benim bir duygu dünyam, bir ilişki anlayışım var. Bir şarkıyı dinlediğimde nefesim kesiliyorsa, boğazım düğümleniyorsa, “Bu şarkı nasıl oldu da bana bunu yaptı” diye düşünüyorum. Bunu performansta aramaya girişince de, kendimdeki o kırılgan ve eksik alanı keşfedip bunu açıkça sunmaya gayret ediyorum. Dinleyiciyle bu eksik alanda buluşunca güvenle bu yanlarımızı kucaklama fırsatımız oluyor aslında.
* Oyunculuk ve müzisyenlik sizin için birbirini nasıl besleyen iki alan oldu? Birçok iyi oyuncunun aynı zamanda çok iyi şarkı söylediğini de görüyoruz.
Benim için ikisinde ortaklaşan çok şey var. Bir hikâyeyi beraber yaşamak ve karşılıklı paylaşmak. İkisinde de bir ritim algınızın olması lazım, ikisinde de krizler karşısında donma tepkisi vermemeyi, esnek olmayı öğrenmeniz lazım. Şehir Tiyatrosu’nda haftada yedi-sekiz oyun oynadığım dönemde reflekslerimi geliştirme şansım oldu bolca. Uzun yıllar aynı metni oynayınca, her gün yeni bir şey fark ediyorsunuz. O metnin, değişen gündemle nasıl başka başka anlamlara geldiğini, karşınızdaki oyuncuyu dinledikçe yepyeni anlamlar doğma ihtimalini. Bu, o anı canlı kılıyor. Müzikte de bu anları yakalayabilmenin peşindeyim.
* Bu kadar uzun süre sahnede olmak, bir süre sonra bir tür rahatlığa veya “canlılığı” kaybetme riskine yol açıyor mu? Bu hisle nasıl başa çıkıyorsunuz?
Canlılığı kaybettiğimde ben aslında hepten kayboluyorum. O depresif hal üstüme üstüme geliyor. Benim şöyle bir siyah-beyaz durumum var: Kendimi o siyahta bulursam, ya orada bir mücadele verip durumu dönüştürmem ya da oradan uzaklaşmam lazım. Bugüne kadar mücadeleden vazgeçmedim. Sıkılırsam, ki bu alışmaktan geliyor genelde, kendimi şaşırtacak yeni oyuncaklar bulmaya çalışırım. Mesela bir oyunu çok uzun yıllar oynadıysam ve artık heyecan duymuyorsam, o akşama yeni bir oyunsu bir şey koyarak, “Hadi bu akşam şunu deneyelim” ya da “Bugün burada bunu görmeye çalışalım” diyerek kendime oyunlar kurarım. Bu canlılık getiriyor bana. Ne yapmak gerektiğini çok iyi bilmenin, planlar yapmanın çok da iyi bir şey olmadığını öğrendim bir performansçı olarak. Asıl mesele, bilmek ve unutmak galiba. Tüm hazırlığı yaptıktan sonra kendini olabileceklere bırakıp, “Bakalım bugün ne yaşanacak” diye heyecanlanmak çok keyifli.
* Kendi şarkılarınızı da yazdığınızı söylediniz. Bu sizin için nasıl bir süreç ve ne zaman dinleyiciyle buluşacaklar?
Evet, yazıyorum. Seyyah’ın “Tuz” albümüne iki parçada söz yazmıştım. Ama bu benim için daha yeni bir pratik. Acayip bir yüzleşme alanı. Bir şeyi çok güçlü hissedip anlatırken bazen biraz fazla anlatmış bulabiliyorum kendimi. Şimdi yazdığım yedi sekiz parça var. Kendimi hazır hissettiğim bir zaman, belki önce konserlerde, o dinleyicinin şefkatiyle pişirerek, bir gün böyle bir albüm de yayınlamayı umuyorum.
* Kariyerinizde sizi en çok etkileyen, “Onun gibi olmak isterim” dediğiniz rol modelleriniz var mı?
Müzikal anlamda en çok ilham aldığım vokal Dilek Türkan. Kariyer yolculuğumun başında kendisinden bir vokal atölyesi aldım. Atölyenin çok önemli bir kısmı hata yapmakla alakalıydı. Dilek Türkan, aynı odada şarkı söylediğinde kayıttaki etkisinin bile çok fazlasıyla dinleyeni mest edebilen biri, mevcudiyeti çok büyülü. Bir de bence Türk müziği içinde devrimci biri. Çünkü o kurallı eğitimin içinden başarıyla çıkıp, sonra o kurallarla tek tek, “Bir dakika, bu kural gerekli mi gerçekten” diye sorma cesareti olan biri. Benim jenerasyonumdan da pek çok kişi onun sayesinde bu müziğe ilgi duymaya başladı, geleneğin katı kurallarını hikayelerin onu götürdüğü yerde bütün gücüyle yaşatıyor.
Oyuncu olarak da Merve Dizdar. Birlikte çalışma şansı yakaladığım için çok mutluyum. O, katı planlar yapıp onu gerçekleştirmeye çalışan değil, anın bütün olasılıklarına açık, çok çalışkan, çok disiplinli ve herkesle yatay, eşit bir yerden iletişim kuran biri. Hep gözünde oyuna heyecanlı, meraklı bir çocuğun bakışıyla geliyor sete. Bu bana çok ilham veriyor.
* Son olarak, arkadaşlarınız size hayali bir ödül verseydi, bu ne olurdu?
Bence ben iyi bir köprüyüm. Doğru insanları bir araya getirmekten, komüniteleri güçlü tutmaktan, o köprü yıkılacak gibi olduğunda ilk refleksle onu tekrar bağlamayı başarmaktan çok keyif alıyorum.