“Seyirci hem hazır olduğu hem de kendini hazır hissetmediği şeyi bekler. İcatların kitleler üzerindeki büyüsünün bir nedeni de budur: Beklenmeyeni beklemek. Zaten seyircinin merakının tümüyle hazır olmamasından kaynaklandığını belirtelim; acaba hazırlıksız yakalanacakları, onları gafil avlayacak olan şey nedir? Ercüment Ekrem’in anısında özetlediği, ‘Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş’ seyir tecrübesinin nasıl şekillenmesi gerektiğine dair yeterince ipucu veriyor: Tanıdık ama bir o kadar yabancı. Merak unsuru buydu: Seyircinin tam bilemediği ve tam hazır olmadığı bir seyri vaat ediyordu.”
Nezih Erdoğan’ın, “Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları”na ilişkin serüvenini seyir ve seyirci üzerinden anlattığı kitabındaki bu cümleler, yıllar sonra bile izleme alışkanlıklarımıza ilişkin bazı ipuçları veriyor: Belki tanıdık olan ancak bütünüyle “aşina olmayacağımız”, bazı anlarda “gafil avlanacağımız” ve mümkünse “hazırlıksız yakalanacağımız” bir izleme deneyimi. Bugün hâlâ, her hafta sinemada ve dijital platformlarda gösterime giren içerik “çılgınlığı” arasında, izleyeceğimiz film ve dizileri seçerken aradıklarımız, beklediklerimiz, “ilkel” izleme deneyimlerimizden beri pek de değişmemiş gibi görünüyor. Nezih Erdoğan’ın, İstanbul’daki ilk gösterimlerde, “programa damgasını vuranın Lumiére Kardeşler değil, Georges Méliès olduğunu öğrendiğimde, sinemanın İstanbul’da Méliès ile başladığı sonuna ulaştım.” demesinden bile, hâlâ, bizi bu dünyadan çekip çıkaracak ve “Ay’a Seyahat” etmemizi kolaylaştıracak tecrübeler aradığımız gerçeğine ulaşabiliriz. Sonuçta önemli olan “inanmamız”, öykünün ne kadar fantastik veya gerçeküstü olduğu değil, bizim ona ne denli inandırıldığımız kıymetli…
Peki bize, bu en eski seyir alışkanlıklarımızın, en azından “bir kısmını” sunabilen ne kadar içerik var? Elbette, çok az… Her hafta perdeye ve dijital ekrana gelen onlarca hikâye arasında biz neyi seçeceğimizi düşünüp duralım; “hikâye anlatıcılarının” asıl meselesinin, -çoğu zaman kabul edilebilir bir şekilde sinemanın ticari yönünden ötürü- artık “nasıl olsa onca içerik arasında kaybolur gider”, “belki diğer ülkelerde çok izlenirse yeni bir projeye vesile olur” ekseninden öteye geçmek “istemiyor oluşu” bizi şu andaki izleme deneyimlerimizle buluşturuyor. Evet, kabul etmeliyiz ki gerçekten artık mevzubahis hikâye anlatmak değil ve yaratıcı olmak da değil. Dahası ve belki de en fenası inandırıcı olmak da…
GAFİL AVLANMA BEKLENTİSİ
Bunları niye anlatıyorsun diyeceksiniz, açıklayayım: Disney+’ın yeni yerli dizisi “Sekinci Aile”nin ilk kısmını izledikten sonra Nezih Erdoğan’ın seyir alışkanlıklarına dair yukarıdaki satırları aklıma geldi. Bir seyirci olarak gafil avlanmadım çünkü -ne yazık ki- yıldızlarla dolu kadrosuna karşın tamamen içgüdüsel bir şekilde gafil avlanmayı da beklemiyordum. Yer yer gerçekten kahkahalara boğuldum ancak mizahı oluşturması beklenen skeçlerin ekseriyeti, hâlâ neden olduğunu anlamadığım bir biçimde küfür üzerine kurulu olduğu için arta kalan zamanlarda hikâyede bana “yabancı olması beklenen” bir unsur aramaya başladım. Yani “fotoğrafın canlısı gibi bir şey” kavramında olduğu gibi pek tabii aşina olacağım fakat merakımı ve inancımı besleyecek küçük kırıntılara da ihtiyacım vardı.
Öykü anlatımında inandırıcılığı zedeleyen mantık hatalarının iki ayağı vardır: İlki, göz ardı edilebilenler; ikincisi, üstesinden gelemeyeceğimiz derecede göze batanlar. “Sekizinci Aile”, ortaya koyduğu ve bizi “inandırmaya çalıştığı” anlatıyla o kadar çok ikinci ayağa yaslanıyor ki ve dahası bunu o kadar umursamıyormuş gibi görünüyor ki artık inandırıcılığı değil, gerçekleştirmeye çalıştığı mizahın gücünü ve etkisini de paramparça ediyor. Başka bir deyişle, komedinin beni “ele geçiremediği” yerde öyküye tutunacağım en ufak bir parçacık dahi bırakmıyor. Beni okuyanlar bilir, izlediğimiz her şeyden, herkesin “alacaklarının” farklı olduğuna yönelik inancım nedeniyle basmakalıp bir şekilde asla “izlemeyin” demem. Ve evet, “Sekizinci Aile” de birkaç bölümlük “pür eğlence” vaadiyle pek çok kişiye “yeteri miktarda seyir tatmini” yaşatacaktır. Ancak ben yine de şunu sormakta beis görmüyorum: Bu kadar güçlü bir kalemin, bu denli harikulade bir oyuncu kadrosunun hikâye anlatıcılığının kadim zamanlardan beri en temel meselesi olan “inandırıcılık” unsurunu hiçe sayması ve seyir alışkanlıklarımızın en erken aşamalarından birini dahi öncelememesini “olağan” mı kabul etmeliyiz? Sonuçta, “her şey sponsorların varlığı ile ilişkili ve seyircinin önüne ne koyarsan izler” sisteminin arkaik ve yerleşik gücüyle mi ilgili? Georges Sadoul, “Endüstriyel özelliklerine değinmeden, sinema tarihini salt sanat olarak incelemek imkansızdır” der. Sanırım artık bu devir, endüstriyel özellikler dışında başka bir şeyin konuşulmadığı bir çağ. Ve benim gibi en ilkel seyir arzusuyla ekrana yansıyanda, yedinci sanatın ya da basit tabirle hikâye anlatıcılığının “en temel” parçacıklarını arayanların en büyük yanılgısı da buradan geliyor.