Yalnız yaratıklar ve yalnız yaratıcıları üzerine: Frankenstein

Yalnız yaratıklar ve yalnız yaratıcıları üzerine: Frankenstein

23.11.2025 10:53:00
Güncellenme:
Başak Bıçak
Takip Et:
Yalnız yaratıklar ve yalnız yaratıcıları üzerine: Frankenstein

“Yüce Tanrım, ben senden beni çamurdan yaratmanı mı istedim? Beni karanlıktan kurtarıp bu güzel bahçeye getir dedim mi? (…) Neden bana sonsuz acılar ve üzüntü verdin?”

Mary Shelley’nin henüz gençliğinin baharındayken yazdığı, 1818 tarihli klasikleşmiş eserinde John Milton’ın Kayıp Cennet’inden yaptığı bu meşhur alıntının devamında, Milton şöyle yazar: “Peki ya Tanrı’nın oğlu emirlerine karşı gelseydi ve beni neden yarattın ben istemedim bunu deseydi. O zaman ne olacaktı? (…) Tanrı, seni kendi seçimi olarak yarattı; O’na hizmet edesin diye…”

Milton’ın, Adem’in Tanrı’ya yakarışını betimlediği bu kısım, Shelley’nin romanının özünü oluşturduğu ve Victor Frankenstein ile Yaratık’ın arasındaki ilişkiyi şekillendirdiği gibi, Guillermo Del Toro’nun yeni canavar tasavvurunda da yankı buluyor. “Frankenstein’ı” (1931) ilk kez izlediğinde bu hikâyeyi hayatının projesi olarak addeden Del Toro, zaten uzun zamandan beri yaratıklarla, masum “canavarlarla”, zulüm görmüş hayaletlerle haşır neşirdi. İlk filminden bu yana filmografisini canavar/hayalet/yaratık-insan ekseninde inşa eden yönetmenin üzerinde durduğu temaların temelinde, hep insan ve insan davranışlarının sonuçları yer aldı. Şimdi Del Toro, bu izleğin köken öykülerinden birine, çok kişisel bir yolculuğa çıkıyor ve hikâyenin asıl “yaratıcısına” sadık, fakat tıpkı onun gibi “asıl Yaratıcıyı” sorguladığı, O olma rolüne soyunanların üzerine düşündüğü bir öykü inşa ediyor. 

Image

Anlatısının sırtını Viktoryen döneme yaslayan Del Toro, hikâyesini 1857 yılında, Kuzey Kutbu’nda mahsur kalan gemicilerle başlatıyor. Bizi karşılayan Kaptan Anderson ve mürettebatı, buzulların üzerinde duydukları bir patlamanın ardından kahramanımız Victor’ı buluyorlar. Yaratık’ın peşinde ölümle burun buruna gelen Victor, yarattığı “kötülüğün” büyüklüğü karşısında yaşadığı pişmanlığı anlatmaya başladığında, onu bunları yapmaya sevk eden ve kötülüğün ilk tohumlarını atan babası ile çok sevdiği annesiyle tanışmaya götürülüyoruz. “Her şeyin başlangıcı o diyor” babasını anlatırken, bana bu ismi veren, “yaratan”, beni bu hale sürükleyen… Annesi ise Victor’ın, Tanrı’ya meydan okumasının ve babasına başkaldırmasının nedeni oluyor. 

Gerçekten de Del Toro’nun hikâyesi, orijinal anlatı gibi, yalnızca Yaratan-Yaratılan, Tanrı-Oğul, ebeveyn-çocuk arketipleri üzerinden şekillenmiyor; yönetmen yaptığı küçük değişikliklerle Mary Shelley’ye sıklıkla atfedilen “feminist anlatı” yorumunu da görünür kılıyor. Bir babanın yaratımı sonucunda doğan oğlun, babanın hazır olmadığı sorumluluklardan ve onu bebek olarak görememesinden, özünü fark edememesinden ötürü dönüştüğü şeyi incelerken o “tinin” bir kadın tarafından görülmesini sağlıyor. Bununla bir bakıma, içgüdüsel olarak yüklenen annelik mefhumuyla, “öğrenilen” babalık figürü arasındaki ayrımla da analoji kurulabilir. 

Dahası, Del Toro’nun Yaratık tasviri, intikam kisvesinden büyük oranda sıyrılarak bir tür varoluşsal kriz/karmaşayla baş başa bırakılıyor. Jacob Elordi’nin, peştemalle sarılmış, mermer heykelleri andıran yamalı bedeni, dünyaya geldiği andan itibaren gördüğü zulme rağmen “kötüleşemeyen”, zarar vermek istemeyen, salt yalnızlık ve ötekileştirmenin bir sonucu olarak tepki göstermekten başka bir şey yapmayan bir hal alıyor. Başka bir deyişle, Yaratıcı’nın zulmü, Yaratılan’ı acımasız kılmıyor; aksine daha savunmasız, daha kırılgan, fiziksel gücüne rağmen ruhsal olarak daha hassas hale getiriyor. 

Babaları ya da Yaratıcıları yüzünden acı çeken oğullar, çocuklarının sorumluluğunu alamayan ebeveynler, Tanrı tarafından Havva’sız bırakılan Adem’ler, Shelley’nin çekirdeğini, Del Toro’nun ise çeperini oluşturduğu bu görkemli dramanın katmanları. Ancak Del Toro, insan olmanın anlamına dair düşüncelerinde, hala küçük de olsa bir umut barındırıyor gibi görünüyor: Masumiyetin ve iyiliğin zulme ve şiddete rağmen tümüyle yok edilemeyeceğine yönelik ümidini ve saf kötülüğün imkansızlığına dair inancını büyüleyici gotik tuvaline bir kez daha resmediyor. Frankenstein, hiç olmadığı kadar sadık, hiç olmadığı kadar özgün Del Toro’nun zanaatkar ellerinde ve yapayalnız olmanın acısını, hiç olmadığı kadar derinden hissettiriyor.

Frankenstein’ı, Netflix’te izleyebilirsiniz.

Puanım: 8/10

Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com

İlgili Konular: #Frankenstein