Yazdan kalma bir eylül sabahı… Çankaya sırtlarında, sessiz bir bağ evinin önündeyiz. Sokaktan bahçeye açılan yorgun kapıyı araladığımızda, menteşesinden çıkan paslı bir gıcırtı, kuş seslerinin dinginliğini kısa bir anlığına bastırıyor. Küçük bir ormanı andıran bahçeye adım atar atmaz, çekingen görünüşlü bağ evi yavaş yavaş bütün güzelliğini ortaya seriyor.
Kapıda bizi karşılayan Selçuk Börekçi, gülümseyerek “Hoş geldiniz” diyor. Evin içine girdiğimizde duvarlarda büyük dedesi Börekçizade Mehmet Rifat Efendi ile Atatürk’ün fotoğrafları karşılıyor bizi. Ziyaretimizin nedeni belli: Bugün o, bize büyük dedesini anlatacak. Odasına geçiyoruz. Kahveler hazırlanırken “Kahve” diye soruyor. İşte o kelime, belleğimizde birden yankılanıyor. Gözlerimiz geçmişe dalıyor...
BİR ASIR ÖNCEKİ KAHVE
1920’nin soğuk bir ocak sabahı. Fersiz bir güneş bulutların ardında solgun yüzünü gösteriyor. Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştığında Vali Yahya Galip (Kargı) Bey, 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Börekçizade Mehmet Rifat Efendi ve Ankaralılar onu büyük bir coşkuyla karşılamıştı. O günden sonra Milli Mücadele’nin kalbi artık Ankara’ydı.
Ancak ilk günlerin heyecanı yerini kısa sürede yoksulluğa bıraktı. Ankara Belediyesi bir süre masrafları karşıladı, sonra yine parasızlık baş gösterdi. Karargâhta mali işlerden sorumlu Mazhar Müfit (Kansu) Bey kasayı açtığında yalnızca 48 kuruş kalmıştı. “Ekmekçiye verecek paramız yok” diye mırıldandı çaresizce. Bir gece önce Mustafa Kemal Paşa ile durumu konuşmuş, Paşa da “Sabah olsun, yine düşünürüz” demişti.
Ertesi sabah, odasının kapısı çalındı. Gelen, Börekçizade Mehmet Rifat Efendi’diydi. Mazhar Müfit telaşlandı: “Eyvah, müftü efendiye kahve ısmarlamak lazım ama şeker yok! Ya şekerli isterse?”
Müftü efendi içeri girdi, sandalyeye oturdu. Mazhar Bey “Kahve içmezsiniz değil mi?” diye sordu. Müftü efendi tebessümle “İçmem” dedi. “Peki sigara?” diye ekledi Mazhar Bey, “Yok, onu da kullanmam.” Ardından sesini alçaltarak, “Biraz sıkıntıda olduğunuzu öğrendik, az da olsa yardım etmeyi vazife bildik” dedi ve cüppesinin altından çıkardığı torbayı masaya koydu. İçinde tam 1000 lira vardı. “Alın, bir derde çare olur” diyerek uzattı. Mazhar Müfit, mahcup bir tebessümle teşekkür etti ve koridora seslendi: “Bize birer kahve pişirin!”
105 yıl sonra, aynı hikâye yeniden canlanıyor. Mehmet Rifat Efendi’nin torunu Selçuk Börekçi gülümsüyor:
“İşte o, eşi Samiye Hanım’la birlikte sakladıkları kefen parasıydı. Hiç tereddüt etmeden Mustafa Kemal Paşa’nın emrine vermişler.”
Zorlu Milli Mücadele günleri geçer, zafer kazanılır, Cumhuriyet ilan edilir. 31 Mart 1924’te, Atatürk’ün imzasıyla Börekçizade Mehmet Rifat Efendi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri başkanı olur.
CUMHURİYETİN İLK DİN ADAMI
Kahveler yudumlanırken Selçuk Bey anlatmaya devam ediyor:
“Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde, onu karşılayanlar arasında büyük dedem de vardı. İzmir’in işgalinden sonra 25 Mayıs 1919’da Ankara’da büyük bir miting düzenlemiş, 29 Ekim 1919’da Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni kurup başkanlığını üstlenmişti. Gönüllü Alayı’nın kuruluşunu sağlamış, cepheye asker toplamıştı. Saray yanlısı Vali Muhittin Paşa’nın görevden alınmasına destek verdi. İstanbul’un yayımladığı ihanet fetvasına karşı, 16 Nisan 1920’de 152 din adamıyla birlikte ‘Ankara Fetvası’nı kaleme aldı. Bunun üzerine 8 Haziran 1920’de idama mahkûm edildi.”
Selçuk Bey devam ediyor: “Topladığı paralarla bugünkü Çankaya Köşkü’nün bulunduğu bağ evini satın alıp Ankaralılar adına Atatürk’e armağan etti. Meclis’in açılışı için 5 bin lira topladı, binanın onarımını sağladı. Ayrıca Beypazarı isyanının bastırılmasında da etkin rol oynadı. Dedemiz, devrimlere gönülden inanan biriydi. 1925’te Şapka Devrimi sırasında sarığını çıkarıp yeni Cumhuriyetin yanında durdu. Kuranı Kerim’in Türkçe okunması ve halkın dinini anlayabilmesi için büyük emek verdi.”
BİR KAHVE ANISI DAHA
Kahveler bitmişken Selçuk Bey bir kez daha gülümseyerek soruyor: “Bilir misiniz, bu bağ evinde Atatürk’ün bir kahve anısı daha var?” Merakla dinliyoruz.
“Atatürk bazen buraya gelir, büyük dedemle uzun uzun sohbet edermiş. Bir gün dedemin küçük oğlu Fuat, yani benim dedem, Atatürk’ün geldiğini görünce çok sevinmiş. Çocuk olduğu için sofraya oturmasına izin verilmezmiş ama o da fırsat yaratmış. Atatürk’ün kahveyi sevdiğini duyunca ‘İlla ben götüreceğim’ demiş. Kahveyi kendi elleriyle ikram etmiş. Atatürk de onu kırmamış. Fuat dedem aynı hevesle ikinci kahveyi yapıp götürmüş. Büyükler, ‘Evladım, peş peşe olmaz’ demişlerse de Atatürk, ‘Bırakın getirsin’ demiş. O gün tam yedi kahve içmiş ama her birini sevinçle kabul etmiş. Ayrılırken Mehmet Rifat Efendi’ye gülümseyip ‘Eee Hoca Efendi, sizin oğlan sayesinde bugün kahveye doyduk’ demiş.”
Artık bizim için de kalkma vakti. Selçuk Bey bizi uğurlarken “Gençlerimiz unutmamalı Mehmet Rifat Börekçi’yi” diyor. Elbette unutmamalı. Belki bu satırlar onun yurtseverliğine, inancına ve insanlığına küçük bir selam olur.
Atatürk’ün sık sık uğradığı bu mütevazı bağ evinden ayrılırken bir asır önce içilen o kahvenin kokusu hâlâ havada. Sonbaharın sessizliğinde kahvemizi yudumlarken yüce Atatürk’ü ve onun vefalı dostu, Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rifat Börekçi’yi saygı ve minnetle anıyoruz.
KAYNAKÇA
Fotoğraf: Emrah Türüdü, Börekçi ailesi arşivi