Özbay, okulların gericilere açılmasının iktidarın hedefleriyle örtüştüğünü söyledi: Tehlike çok yakın
Karma eğitim karşıtı açıklamalar ve tarikatların okullara sokulmasına dikkat çeken Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, “Karma eğitim hiç olmadığı kadar tehlike altında” dedi. Özbay mevcut eğitim sisteminin halkı böldüğünü, ulusal bütünlüğü de tehdit ettiğini belirtti.
Pedagojiden, eğitim biliminden, çağın hakikat ve araçlarından bihaber insanlar, ‘öğretici’ ilan ediliyor. Bu büyük bir güvenlik açığıdır, yeni istismarlara kapı aralanıyor.
Osmanlı’nın sonunu hazırlayan parçalı yapı yeniden var edildi. Bu eğitim sistemi; halkı bölen, dolayısıyla ulusun geleceğini tehdit eden, ulusal bütünlüğü hızla kaybettiren bir sistem.
Eğitim İş Genel Başkanı Kadem Özbay Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.
Karma eğitim tehlikede mi?
Karma eğitim, hiç olmadığı kadar tehlikede. 21 yıllık siyasal İslam iktidarından öğrendiğimiz bir şey varsa, o da en kötü ve vurucu darbeleri için defalarca, bazen yıllarca halkın nabzını yoklamalarıdır. Bu konuda da 4+4+4 sistemi getirildiğinden bu yana zaten belli aralıklarla karma eğitimi hedef alıyorlardı. Şimdi ise dernek maskesi takmış tarikatların eğitime daha da dahil edilmesi, İktidar bloğuna karma eğitime açıkça karşı olan HÜDA PAR ve YRP gibi yapıların eklenmesiyle bu nabız yoklamaların, karma eğitim karşıtı söylemlerin arttığını ve hatta normalleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.
"HALK BÖYLE İSTİYOR" İLLÜZYONUNUN SONU NEREDE?
Yusuf Tekin’in neredeyse daha yeni bakan olur olmaz tepki çeken “kız okulları” açıklamasını ve tepkileri görünce yanlış anlaşıldığını iddia etmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Gerici çevrelerin, laik eğitimin temeli olan karma eğitimi hedef alırken uyguladığı 2 temel taktik var: 1- Harem selamlık eğitimde çocukların daha başarılı olduğuna dair araştırmalar olduğunu söylemek. 2- Halkın böyle bir talebi olduğunu iddia etmek. İlki zaten tam bir safsata; hiçbir bilimsel araştırmaya, gerçekliğe dayanmayan bir kara ezber. İkincisi ise yine gerçekliğe aykırı bir kılıf. Burada asıl sorulması gereken sorulardan biri şu: “Halk böyle istiyor” illüzyonunun sonu nerededir? Yarın öbür gün tarikatlar toplu ulaşımı da harem selamlık yapmak isterse “halkın talebi” olarak mı karşılanacaktır? Mesela kadınların sokağa çıkma saatlerine kısıtlılık istense, Avrupa ülkelerinden bile daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilen bu Cumhuriyet’te kadınlar kısıtlanacak mıdır? Ben cevap vereyim: Eğitim-İş var oldukça, hayır!
Yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’i nasıl buluyorsunuz?
Yeni Bakan, Millî Eğitim Bakanlığı için yeni biri değil. Daha önce Bakanlıkta Müsteşar olarak bulunmuş biri. Eğitimle ilgisi akademisyen ve veli olmaktan öteye geçmiyor. Söylemlerinin birçoğunun cumhuriyet karşıtı olduğunu görmekteyiz. Bu da cumhuriyet dersi eksikliğinin bir sonucudur. Anlaşılan o ki Cumhuriyetin ve devrimlerinin, bu devrimlerin var ettiği kurumların toplumsal bünyemize uygun olmadığını düşünüyor. Karma eğitime karşı çıkmasının da nedeni bu. Cumhuriyet, devrimler, devrim kurumları boşlukta oluşmadı. Kendisinin tezlerini, Osmanlı’da savunanların başarısızlıklarının, ödettikleri bedellerin sonunda şekillendi. Osmanlı’nın başarısızlığını, dışarıdan almaya dayalı okuma bilimsel okuma değildir. Çünkü toplumlar daima birbirlerinden alırlar. Mesele toplumların sorunlarını çözüp çözmedikleridir. Cumhuriyet, kişisel egemenliğe dayalı bir yönetimden millet egemenliğine geçiştir. Bunun temel nedeni önceki egemenlik anlayışının toplumu bir arada tutamaması ve keyfi tutumlara dayalı gelişmesiydi. Bize, bizim bünyemize uygun olan bizi millet yapan Cumhuriyettir. Böyle bir anlayışla, Milli Eğitimin sorunlarının çözülmesi mümkün değil.
• Karma eğitim karşıtlığı, İmam-Hatip bayraktarlığı ortaokuldan liseye geçiş sorununu çözmez.
• Eğitimin niteliğini kendiliğinden yükseltmez.
• Meslek liselerinin üzerinden yaratılan çocuk işçiliği sorununu çözmez.
• Eğitimin yükünün velilerin sırtına yüklenmesini engellemez.
• Yoksulların çocuklarının dezavantajlı durumunu ortadan kaldırmaz.
• Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinde olduğu gibi tüm çocuklarımızın eşit, kamusal, parasız, bilimsel, laik eğitim hakkından yararlanmasını sağlayamaz.
Bu sorunlar ortada dururken hele de deprem bölgesinde yaşananlar dururken, Yusuf Tekin siyasi iktidarın eğitimi gericileştirerek yeni bir nesil yaratma amacına adeta hizmet etmektedir. Bu anlayışla devam edilirse, eğitimde var olan sorunlar çözülmeyeceği gibi yarınlar, bugünden de vahim olacaktır.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın vakıf, dernek ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile imzaladığı protokollere yorumunuz nedir?
Bu konu eğitimin en acil sorunlarından biri; kanserli hücre gibi büyüyor, büyütülüyor. Bu konuda en sert mücadeleyi veren, laikliğe aykırı her protokolle ilgili hem yargıya başvuran hem kamuoyunu bilgilendirme görevini ifa eden sendikayız. Ancak bu yeterli olmuyor çünkü bu rezalete topyekun, toplum olarak karşı çıkabilmeliyiz.
Okullar, gerici grupların kendi varlıklarını sürdürmek için çocuklarımızı taşıyıcı araç olarak kullanma arzularını gerçekleştirecek yerler değildir. Okul, öğrenci ve öğretmenlere aittir. Öğrenci ve öğretmenlerin dışında okulların, eğitimle ilgili olmayan kişilere ister kulüp adıyla, ister proje adıyla açılması doğru bir uygulama değildir.
Peki 1 milyondan fazla çalışanı olan bir bakanlık neden buna ihtiyaç duyuyor?
Bu uygulamalar Millî Eğitim Bakanlığının eğitim adına bir ihtiyacından kaynaklanmamaktadır. Tamamen AKP’nin ve koalisyon ortakları olan tarikatların siyasi hedefleriyle ilgilidir.
Gerici derneklerle imzalanan bu protokoller 3 çerçevede değerlendirilmeli:
1- Bu dernek/vakıf görüntüsü, faşist 1980 darbesinde hortlatılan, AKP döneminde STK makyajı yapılıp semirtilen tarikatlar için bir maske. Hatta protokol imzalanan bu ‘dernek’lerin birçoğunun internet sitelerinde dahi, tarikatlarla organik bağları övünerek belirtiliyor. Özetle; genç Cumhuriyet’te kapatılan tekke ve zaviyeler bugün sınıfların kapısından içeri sokuluyor. Laikliğe tamamen aykırı.
2- Milli Eğitim Bakanlığı, Anayasa’ya göre bir kamu hizmeti olarak sunmak zorunda olduğu eğitim için bu yapıları taşeron yapıyor. Oysa bunu hukuken de etik olarak da yapamaz. Siz mahkemelerin bazı davaları ihtiyar heyetine protokoller aracılığıyla sevk ettiğini gördünüz mü? Hastanelerde uzman doktorların yerine protokoller aracılığıyla hacamatçıların ameliyatlara sokulduğunu işittiniz mi? İşte öğretmenin yerine bu gerici yapıları eğitime sokmanın bundan bir farkı yok. Üstelik bazı protokollerde, tüm maliyeti Bakanlığın çektiğini görüyoruz. Yani Bakanlığın, o parayı eğitimi iyileştirmek yerine tarikatlara bu yolla aktarmış oluyor. Bizlerin paralarını.
3- Güvenli değil. Okullar, eğitim, çocuklarımızın en güvende olmaları gereken yerlerdir. Savaşlarda bile hedef alınmaz. Ancak bu protokoller aracılığıyla okullar, güvenilmez birtakım insanlarla dolduruluyor. Üstelik bu yapıların birçoğu cinsel istismar gibi vahim skandallarla defalarca gündeme gelmiş olmalarına rağmen. Pedagojiden, eğitim biliminden, çağın hakikat ve araçlarından bihaber insanlar, “öğretici” ilan ediliyor. Bu büyük bir güvenlik açığıdır, yeni istismarlara/skandallara kapı aralamaktır.
Zorunlu din derslerinin yanına zorunlu seçmeli din dersleri de eklendi. Bu ne anlama geliyor?
Laik bir eğitimde, devlet bütün dinler, inanışlar karşısında tarafsızdır. 12 Eylül rejimiyle zorunlu din dersinin Anayasa hükmü haline getirilmesi zaten laikliğe vurulmuş bir darbeydi. Bu kararı alanların sonradan biz, dini eğitim vermek için değil din hakkında bilgi sahibi olsunlar diye bu dersi getirdik biçiminde savunma yapmalarının gerçeklikle bir ilgisi yoktu. Laik eğitim, eğitim programlarının, eğitim ortamlarının ve eğitim personelinin laik olmasıyla sağlanır. Türkiye’de bu üç koşul, tam olarak hiçbir zaman yerine getirilemedi. Sonuçta eğitim programlarını belirlemek devletlerin kendi iradelerine bağlı.
"LAİKLİĞİ DE İNSAN HAKLARINA DA AYKIRI"
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi din dersleriyle ve dinle ilgili uygulamalarda iki önemli ölçüte devletlerin dikkat etmesi gerektiğini belirtmektedir. Bir, okullar, çocukları ve velileri dini inanışlarını açıklamaya zorlayamaz. İki, okullarda verilen din dersleri, çocukları ailelerin inanışları karşısında çelişkiye düşürmemelidir. Bu iki ilke açısından baktığımızda uygulamada bu dersler, laik eğitime aykırı oldukları gibi insan hakları hukukuna da aykırıdır.
"TÜRKİYE TARAFSIZ DEĞİL"
Kalkınmak isteyen bir ülkenin zorunlu temel eğitimde en son yapacağı işi Türkiye ilk önce yapmakta. Dünyada hiçbir ülke; fen, matematik, felsefe derslerini geri plana atıp da din eğitimiyle kalkınmış değildir. Çağdaş bir ülke, din eğitimini sivil alanın sorunu olarak görür. Devlet politikası olarak görmez. Çünkü din, genel bir bilgi alanı olsa dahi inanma bireyseldir. Her bireyde farklı bir yansıyışa sahiptir. Devletin bu inanma biçimlerinden birinin tarafı olması, onun tarafsızlığının ortadan kalkması anlamına gelir. Türkiye bu haliyle dinler ve inanışlar karşısında tarafsız bir ülke değildir.
"EĞİTİMİN NİTELİĞİNİ SAKATLIYOR"
Bu dersler, belli bir mezhep anlayışına dayandırıldığından zorunlu temel eğitimin belli bir gruba ayrıcalık tanımasına neden olduğundan ayrıca da eğitimin kamusal niteliğini sakatlıyor. Kamusal eğitimin birinci özelliği, olmazsa olmazı devlet tarafından organize edilmesi değil, toplumun tüm üyelerine yani herkese din, soy, sop, cinsiyet, sınıf gibiayrım içermeden açık olmasıdır. Türkiye’de din dersleri Sünni İslam’a, hatta bu inanma biçiminde de belli bir türden inanma biçimine tanınmış bir ayrıcalık olduğundan eğitimin kamusallığına, kamusal bir hizmet olarak verilmesi ilkesine aykırıdır.
‘DEVLETİN İMKANLARI İMAM HATİPLERE SEFERBER’
Çocuklar imam hatiplere mecbur bırakılıyor mu, seçmeli ders düzenlemesi tüm okulları imam hatipleştirme çabası mı?
AKP iktidarı boyunca imam hatiplerin sayısı artırıldı, Türkiye’nin her yerinde normal liseler imam hatip lisesine dönüştürüldü, lise türleri arası denge yok edildi. Böylece imam hatipler mecbur bırakma politikasıyla doldurulmaya çalışıldı. İktidar diğer okul türlerine adeta üvey evlat muamelesi yaparak devletin tüm imkanlarını yıllardır imam hatipler için seferber ediyor. Buna rağmen güncel verilere baktığımızda imam hatip ortaokullarından mezun olan öğrencilerin çoğunluğunun imam hatip liselerini tercih etmediğini de görmekteyiz.
‘SEÇMELİ DERSİ ŞANSA BIRAKMADILAR’
Oysa ki eğitimden sorumlu olanlar çocuklarımızı ayrıştırmamalı, her çocuğumuza eşit, bilimsel ve nitelikli eğitim verme sorumluluğunu yerine getirmelidirler.
Gerici müfredat, imam hatip dayatması gibi yöntemlerle eğitimi bulandırarak kendi ideolojilerine uygun bir nesil yaratma projesinde, seçmeli ders sistemi de şansa bırakılmamıştır. Halihazırda "Bu dersi okulda yeteri kadar öğrenci seçmedi", "Bu dersi verecek eğitimcimiz yok", "Bu dersin kontenjanı çoktan doldu" denerek öğrencilerimizin sadece dini içerikli derslere mecbur bırakan, okul yöneticilerine “din derslerini seçtirmeleri konusunda” her yıl usulsüz talimatlar veren MEB, bu yıl bu dayatmayı daha sistemli hale getirmeye yönelik kritik bir adım attı.
Tüm seçmeli dersleri “İnsan, Toplum, Bilim”, “Din, Ahlak ve Değer”, “Kültür, Sanat ve Spor” kategorileri altına toplayan Bakanlık, her öğrenci için bu kategorilerden en az bir dersi seçmeyi zorunlu kıldı. Böylece öğrenciler artık zorunlu din dersinin yanında bir de ‘seçmeli’ zorunlu din dersleri almak durumunda bırakıldı. Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ile bariz aykırılıklar taşıyan bu düzenlemelerle, eğitim daha da gericileştirildi, “Artık bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olma zamanı geldi” söylemi hayata geçirildi.
Muhalefet bu durumun ne kadar farkında, eğitimdeki tarikat ve cemaat yapılarının üzerine yeteri kadar gidiyor mu?
Muhalefetin farkında olmadığını söyleyemem. Fazlasıyla farkındalar. Ancak AKP’nin yarattığı kutuplaşmada, demokrasi cephesinde din-devlet ilişkilerinde AKP’den farklılaşamamış yapıların bulunması bu konuları öncelikli gündem haline getirmemelerine neden oluyor.
Bu konuda gelinen noktada halk muhalefetinin, parti muhalefetlerini aşacağını düşünüyorum. Mayıs seçimlerinin sonuçlarının insanların arka ceplerine koyduklarını ellerine alacağı bir süreç başlatmış bulunuyor.
Türkiye’de eğitim kullanılarak cumhuriyet devrimleriyle mi hesaplaşılıyor?
Evet, bunun mücadelesini veriyorlar. Ama bunu başarmaları mümkün değil. Gerici müfredat, liyakatsiz atamalarla tarikat ve cemaatlerin sözcüsü haline gelen yöneticiler eliyle cumhuriyetle hesaplaşma okullar üzerinden de yapılmak isteniyor ama asıl olarak okulların etrafına örülmüş sivil alanlar üzerinden yapılıyor. Özel okullar, yurtlar, kurslar, yardım örgütleri, yasa dışı eğitim kurumları gibi yapılar cumhuriyetle hesaplaşmada daha etkinler. Cumhuriyetle hesaplaşmayı sadece okul odaklı değil hayatın her alanında görüyoruz. Okulla ilgili olanları dile getirirken de diğer alanlarla ilişkisini de gözden kaçırmamalıyız.
Köylerde okulların durumu nedir, kırsal kesimlerde çocuklar nasıl eğitim alıyor?
2002’den günümüze 20 bin 243 köy okulu kapatıldı. Yani Türkiye’deki öğrenci nüfusunun yaklaşık yüzde 3.5’u okullarından oldu. Köylerden öğretmenler çekildi, köyler ilimsizleştirildi. 20 yıldır köylerdeki birçok yavrumuz tam da bu okulsuzluk politikası yüzünden sınıflarda ders görmesi gerekirken güneş altında tarlalarda ter döktü, çocuk işçi oldu. Okumaya inat edenler için ise taşımalı eğitim garabeti yaratıldı. Tarikat yurtları/okulları, devletin boş bıraktığı bu alandan kafalarını uzattı. Zaten niyet de tam olarak buydu. Çünkü köy okullarını “devlete çok masraflı” diyerek kapatan zihniyet, MEB’in bütçe raporlarına göre taşımalı eğitime son 10 yılda 22 milyar 619 milyon lira ve yemekle birlikte 25 milyar lirayı aşkın kaynak aktardı. Yani köy okullarını onarmak ve açmak için yeterli olan para, kelimenin tam anlamıyla yollara saçıldı.
AKP sadece köy okullarını kapatmakla kalmadı: köy kavramını da yok etti. Kendi kendine yeten, üreten, içinde her şeyi olan köyler yıldan yıla tenhalaştı. O yüzden köyleri tekrar var etmeden, oraları insanlarımız için mutlu olacakları birer yaşam alanı haline getirmeden tek başına viran durumdaki eski okulları tamir etmek de artık meseleyi çözmeye yetmeyecektir. Örneğin üç çocuğun kaldığı bir köyde açılan köy okulu, eğitim bilimi açısından da eksiklikler içerecektir. Çocuklar sosyalleşerek, birbirlerini de izleyerek öğrenirler. Okula gitmek için başlıca motivasyonları da bu sosyalleşme ve bilgi akışıdır. Bunu veremediğiniz köy okullarında okuyan çocukla, şehirde sosyalleşerek eğitim görmüş çocuğu yıllar sonra aynı sınava sokarken biraz yüzünüzün kızarması gerekir.
Her çocuğumuz evine yakın, gidebileceği bir okulu hak etmektedir ve ancak her çocuğumuzun evi de yine yaşamın sürdürülebilir olduğu yerleşkelerde olmalıdır. Bu iki hak, iç içedir. Dolayısıyla köy okulları derhal açılmalı ama bu hamle, köylerin tekrar yaşanabilir kılınmasına dair politikalarla eşzamanlı yürütülmelidir.
Etkisiz ve geri bir yaşam alanı haline gelmiş köyde, okulun açık olmasının veya kapalı olmasının önemi yoktur.
Pandemi eğitimi nasıl etkiledi, bir ‘nesil kayboldu’ deniyor. Bu nasıl telafi edilir?
Bu çok doğru bir tespit. Bu sadece Türkiye için değil, bütün dünya için geçerli. Fark sadece oranlarda. Avrupa’ya göre bizde daha fazla, Afrika’ya göre de bizde daha az öğrenme kaybı olmuşdu. Pandemi, toplumsal eşitsizlikleri eğitim alanında yeniden üretmekle kalmadı, derinleştirdi de. Güçlü aile desteği alan çocuklarda öğrenme kaybı daha az iken, bu destekten mahrum öğrencilerde bu daha fazla oldu. Türkiye’de buna bir de deprem eklendi. Bizde öğrenme kaybı çok daha fazla oldu. Okullar arasındaki farklılıklar da öğrenme kaybının farklı biçimlerde yaşanmasına neden oldu. Bunun telafisi, ancak telafi eğitimleriyle olabilirdi. Ancak bizdeki telafi eğitimleri de iş yerini bulsun türünden eğitimler olduğundan toptan bir telafi söz konusu olamaz.
100’e yakın eğitim fakültesi var. Atanamayan öğretmenler, inşaatlarda çalışıyor, aralarından intihar edenler dahi oluyor. Şu andan itibaren bunun önüne geçmek için nasıl bir politika izlenmeli?
Bizde uzun zamandır eğitim ile istihdam arasındaki bağ kopmuş durumda. Sorun sadece eğitim fakültesi mezunlarının sorunu değil. İktisadi İdari Bilimler Mezunları da bu sorunu yaşıyor. Birkaç yıldır Hukuk Fakültelerinin durumu da bu yönde gelişiyor. O nedenle sorunu öğretmenler açısından tanımlarsak, fotoğrafın tümünü görmemiş oluruz. Fotoğrafın tümünü görmezsek üreteceğimiz çözüm, eğitim fakültelerinin sayısı azaltılsın, eğitim fakülteleri dışındaki fakülte mezunlarına öğretmenlik hakkı tanınmasın biçiminde olur. Bunu yaptığımızda ne olur, bu insanlar uzaya mı gider? Öğretmen olmadıklarından dolayı “işsiz olma” sorunu çözülmüş mü olur?
‘ÇALIŞMA HAKKI LÜTUF DEĞİLDİR’
Toplumsal yaşamı ve onun dayandığı ekonomik toplumsal düzeni yeniden örgütlemeye ihtiyacımız var. İnsanlara refah ve saygınlık sunmayan bir ekonomik örgütlenmeden çıkmamız gerekiyor. İş, çalışana refah ve saygınlık kazandırmak zorunda. Çalışma hakkı, iş sahibinin lütfu, iyiliği olarak görülemez. Buna dayanan bir anlayışla yürütülemez. Öncelikle yapılması gereken okul ve derslik sayısının arttırılması, öğretmen açığı probleminin kadrolu güvenceli öğretmen ataması ile giderilmesidir. Ayrıca öğretmenler emekliye ayrıldıklarında, maaşlarıyla yaşamlarını sürdürebilecek standarda kavuşturulmalı, böylelikle ekonomik ihtiyaçları sebebiyle çalışmaya mecbur kalan öğretmenlerimizin emekliye ayrılmasıyla, atama bekleyen genç meslektaşlarımızın göreve başlaması mümkün olur. İstihdamı planlamadan, her yere üniversite açmaktan vazgeçilmelidir.
ATANAMAYAN ÖĞRETMEN SORUNU İÇİN DÖRT MADDELİK ÇÖZÜM
Her 100 öğretmen adayından sadece 8’inin, bazı alanlarda 1’inin atanma şansının olduğu, gelecek yıllarda bu oranın daha da küçüleceği bir eğitim ortamında verimli bir öğrenme iklimi olmayacağı, dolayısıyla nitelikli öğretmen yetiştirilemeyeceği tartışılmaz bir eğitim gerçeği. Bu nedenle doğrudan nitelikli öğretmen yetiştirmeyi etkileyen “atanmayan öğretmen” sorunu çözülmelidir. Soruna köklü çözüm bulmanın dört adımı bulunmaktadır:
1. 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda, “öğretmenlik, Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleğidir” denilmektedir. Bir ihtisas mesleğinin formasyon eğitimine indirgenmesi, bu yasa hükmüyle çelişmektedir. Bu nedenle pedagojik formasyon uygulamasından vazgeçilerek, öğretmen yetiştirme eğitim fakültelerine bırakılmalıdır.
2. Eğitim Fakültesi kontenjanlarının belirlenmesinde, istihdam imkânları dikkate alınmalı ve akredite olmayan eğitim fakültelerine kontenjan verilmemelidir.
3. Atanmayan öğretmen sorununun nedenlerinden biri de Milli Eğitim Bakanlığının istihdam politikalarıyla ilgilidir. Bu politikaya ilişkin olarak MEB;
– Ücretli ve sözleşmeli öğretmen görevlendirme politikasını terk etmelidir.
– Öğretmenlik dalları arasındaki kadro dağılımında daha gerçekçi davranmalıdır.
4. Ücretli ve sözleşmeli öğretmen istihdamına son verilmesiyle açılacak kadrolara, eğitim fakültesi mezunlarından atama bekleyen öğretmenlere öncelik verilerek atama yapılmalıdır.
"SENDİKALAŞMADA YÜZSÜZ MEKANİZMA"
Öğretmenler üzerinde sendikalaşmaya karşı bir baskı var mı, Eğitim İş’in durumu nedir?
Sendikalaşma üzerine değil, yandaş sendikalara üye olma üzerine bir baskı, doğrudan yönlendirme var desek daha doğru. Bu konuda yüzsüz bir mekanizma kurulmuş durumda. Okul yöneticilerinin neredeyse yüzde 90’ı yandaş bir sendikanın üyeleri arasından seçilmiş durumda. Onlar da ilerici, aydın gördüğü eğitimciler üzerinden bir baskı aracı olarak koltuklarında oturuyorlar. Bu baskıdan kurtulmak için, hak ettiğin terfiyi almak için, yarın öbür gün keyfi bir disiplin soruşturmasına maruz kalmamak için bu yandaş sendikaya geçmeyi mecburi istikamet olarak dayatıyorlar. Bunun elbette birkaç nedeni var: Öncelikle tarihte olduğu gibi toplumun aydınlık yüzü olan eğitim emekçisinin ayaklanmasından, bir araya gelmesinden korkuyorlar. Ayrıca eğitim emekçilerini bu yandaş yapıların çatısı altında tutmak, onların mesleki hakları için mücadele etmemesini sağlamanın da bir yolu.
‘EĞİTİM İŞ KORKULU RÜYA’
Bu rezil mekanizmayı defalarca deşifre eden, eğitimdeki tüm çarpıklıklara karşı aydınlanma mücadelesi veren Eğitim-İş ise bu yapının da bu yapının mucitlerinin de korkulu rüyası. Verdiğimiz mücadele, eğitim emekçilerinin tüm bu baskılara rağmen akın akın ailemize katılması, bizi bu gerici kuşatmaya rağmen Türkiye’nin en büyük üçüncü sendikası yaptı. Düne kadar gericilerden başka kimsenin söz söyleyemeyeceği düşünülen birçok il ve ilçede yetki aldık. Hiç kuşkumuz yok ki Türkiye genelinde de yetkiyi alacağız. Bu karanlığı ancak birlikte dağıtabiliriz ve eğitim emekçileri de bu gerçeğin farkında.
"SÖYLEM, TAM BİR SKANDAL"
Bilal Erdoğan ‘Türkiye'de kimse iddia edemez ki ancak idealist insanlar öğretmen oluyor. Böyle bir iddiası olan varsa tartışabiliriz tabii ama birçoğu memur olmak için öğretmen oluyor" dedi. Bunu duyduğunuzda ne düşündünüz?
Bilal Erdoğan’ın Cumhurbaşkanının oğlu. Bundan başka bir özelliği yok. O da herkes gibi düşüncelerini açıklayabilir. Normal koşullarda bu sözlerini bu çerçevede görüp geçmek, dikkate almamak gerekirdi. Ancak şunu biliyoruz. Bilal Erdoğan, Cumhurbaşkanının kararlarını etkileyebildiği gibi Milli Eğitim Bakanlığının kararlarında da etkili olmakta. Geçmişte Hüseyin Çelik, Milli Eğitim Bakanlığında kendisine özel oda vermiş, tez hazırlıyor diye Bakanlığın imkanlarını kendisine sunmuş idi.
Ayrıca kendisinin Milli Eğitim Bakanlığının görev alanıyla ilgili özel toplantılar yaptığı, bu toplantılarda bürokratlara talimat verdiği biliniyor. 2014 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bürokratlarıyla yaptığı konuşma ortaya çıkmıştı. O dönem Bilal Erdoğan’ın eğitimle ilgili etkinliklerini yakından takip etmiştik. Bilal Erdoğan ayrıca yöneticisi olduğu TÜRGEV ve diğer kuruluşlar üzerinden Milli Eğitim Bakanlığı ile özel protokoller yapmış biridir.
Kısacası Bilal Erdoğan, Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde etkisi olan, babasından aldığı güçle görevden alan göreve atayan biridir. Böyle biri olduğu için onun eğitimle, öğretmenlerle ilgili konuşmaları dikkate alınmalıdır.
Söylediği tam anlamıyla bir skandaldır.
‘BİLAL ERDOĞAN OLMAMAYI ÖĞRETİYORUZ’
Çünkü Anayasamıza göre (70. Madde)kamuda çalışmak her yurttaşımızın hakkıdır ve hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.
İnsanların anayasal haklarını kullanmaları nasıl eleştiri konusu yapılabilir. İkinci nokta öğretmenlik, devletin gözetiminde ve denetiminde yapılan eğitim faaliyetinin temel mesleğidir. Anayasa madde 128’e göre devletin asli işleri devlet memurları eliyle yürütülür. Bu maddeye göre öğretmen zorunlu olarak memur olmak durumundadır. Dolayısıyla memur olup olmama öğretmenin tercihine bağlı bir konu değildir. Tüm bunları bir tarafa bırakırsak; Bilal Erdoğan’ın biz aydın eğitimcilerden rahatsız olması doğal. Biz öğrencilerimize yetişkin hale geldiklerinde ailelerine yaslanmadan, birey olarak kendileri ve ülkeleri için değer üreterek var olmayı öğretiyoruz. Yani bir nevi Bilal Erdoğan olmamayı öğretiyoruz.
Devlet okullarına güven azaldı. Orta gelirli aileler gıdalarından dahi kısıp çocuklarını özel okula gönderiyor. Bu durum eğitimde eşitsizliği her geçen gün artırıyor. Bu koşullar düzeltilmezse bizi nasıl bir gelecek bekliyor?
Bu sorunuzla bizim eğitim sistemimizin yapısal bir sorununa değiniyorsunuz. Önce şunun bilinmesi gerekir. Zorunlu temel eğitim, herkese aynı koşullarda aynı biçimde verilen eğitimdir. Bu şekliyle yataydır. Bir program bütünlüğüne sahiptir. Osmanlı’dan devralınan eğitim ise yatay özellik göstermezdi. Bir tarafta sıbyan okulları ve medreseler, diğer tarafta modern okullar ve özel misyoner okulları. Osmanlı üç farklı insan tipi yetiştiren eğitim kurumlarına sahipti. Cumhuriyet millet egemenliğinin gereği olarak Tevhid-i Tedrisat ile bu okulları birleştirdi. Temel eğitimi, temel yurttaşlık eğitime haline getirdi. Koşullar gereği bunu beş yıl olarak uygulamış hedef olarak da sekiz yıla çıkarmayı benimsemiştir. 1996 yılında da bu hedefe ulaşıldı. Ne var ki bu iktidar sekiz yıllık zorunlu temel eğitimi dört yıla indirdi. AKP sayesinde Osmanlı’da gördüğümüz parçalı yapı yeniden üretildi. Bir tarafta din eğitimi alanlar, diğer tarafta daha nitelikli dünya ile entegrasyona daha açık özel okullar, bir tarafta ise genel eğitim veren okullara gidenler. Böylece Osmanlının sonunu hazırlayan üçlü yapı eğitimde yeniden var edildi.
Bu eğitim sistemi halkı bölen, dolayısıyla ulusun geleceğini tehdit eden, ulusal bütünlüğünü hızla kaybettiren bir sistemdir. Burada nitelikli eğitim arayışında bulunan velileri suçlamak doğru değildir.
Başarılı ve etkin bir eğitim için öncelikli olarak atılması gereken adımlar neler?
Önce bu sistemin yapısal sorunlarını tespit edip ona göre çözümler aramak gerekir. Sistemin ekonomi, hukuk, siyaset, din, kültür, ideoloji, teknoloji, nüfus ve coğrafya gibi parametreler açısından durumunun ortaya konması gerekir. Eğitimin tüm bileşenlerinin söz ve fikriyle yeni ve çağdaş bir rota çizmek gerekir. Başarı ya da başarısızlığı öğretmen ve öğrencilerde aramak bu işten zaten anlamamak demektir. Öğretmeni fedakâr olmaya davet ederek, öğrenciyi daha fazla ders çalıştırarak eğitimde başarı olamaz. Eğitim için bir büyük uzlaşmaya ihtiyacımız var. Bunu da ancak eğitimi bilimsel, demokratik, laik, kamusal ve parasız bir zemine oturtarak, her bir çocuğumuza eşit ve nitelikli eğitim hakkını sağlayarak yapabiliriz.
KADEM ÖZBAY KİMDİR?
1981’de Giresun’da doğdu. 2004’te Bingöl’de matematik öğretmeni olarak göreve başladı. 2011-2017 yılları arasında Eğitim İş Denizli Şubesi’nde beş yıl şube başkanlığı yaptı. Eğitim İş Sendikası Genel Merkez Denetleme Kurulu Başkanlığı ve Atatürkçü Düşünce Derneği Denizli Şube Başkanlığı görevlerini yürüttü. Kadem Özbay 2 Eylül 2021’den beri Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası’nın genel başkanlık görevini sürdürüyor.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti