2. Dünya Savaşı’nda Türkiye
Okurlarımıza daha önceki söyleşilerimizde bilgi sunduk. Şöyleşilerimizin bu bölümünde, İkinci Dünya Savaşı dönemini anlatacağız. O dönemin dünyasını... Ve Türkiye’nin o dönemdeki politikalarını ve vatandaşlarımızın yaşam koşullarını...
Konu, bugünkü bazı gelişmeler ve tartışmalar açısından da önem taşıyor. Çünkü, Türkiye dahil, bugünün dünyasının karşı karşıya bulunduğu sorunların büyük bir kısmı, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına bağlı olarak ortaya çıkmış.
O savaş 1939-1945 arasında... 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş. Bir o kadar insanın da yaralanmasına, sakatlanmasına... Sayıları hesaplanamayacak kadar çok çocuğun babasız-anasız kalmasına... Hayatta kalanların aç ve açıkta kalmasına... Köylerin, kasabaların, şehirlerin yakılıp yıkılmasına... Ve daha birçok, birbirinden büyük acıya, felakete, faciaya yol açmış.
Bölgemizde o savaşın gadrine uğramaktan kurtulabilen tek ülke var: O da Türkiye. Komşularımızdan Yunanistan, Bulgaristan, Sovyetler Birliği, İran, Irak, Suriye... Hepsi, ya savaşa katılmış veya katılmak zorunda kalmış, ya da savaşan devletlerin kontrolü altına girmiş ülkeler...
Altan Öymen: Sadece komşularımız değil. Avrupa’nın iki-üç ülkesi dışında, hepsi öyle. Orta ve Kuzey Avrupa’da savaş dışı kalabilenler, İsveç ile İsviçre... Bir de kıtanın Batı ucundaki Portekiz var. İspanya da savaşa girmemiş ama savaşın başladığı zamana kadar öyle bir iç savaş yaşamış ki, çok yönlü bir dış savaştan beter...
Türkiye’de ise 1922’den o zamana kadar, herhangi bir düşmana karşı silah kullanılmasına hiç gerek kalmamış.
M.İ: Türkiye’nin o savaşta, savaş dışı kalması nasıl oldu? Şansımız mı yaver gitti?
A.Ö: Tabii, her sonuçta şansın rolü var. Ama o sonucun arkasında, dönemin siyasi lideri İsmet İnönü’nün yönetiminde beş-altı yıl boyunca sürdürülen çok yoğun, çok gerçekçi ve isabetli bir diplomasi var. Onunla birlikte, tüm milletin fedakârlığıyla sağlanan güçlü bir milli dayanışma var...
M.İ: Evet. Ama o sonuç şimdi yeniden tartışmaya açıldı. Türkiye’nin Batı ülkeleriyle birlikte hareket etmesi açısından... Özellikle Amerika ile ilişkileri açısından. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şu son haftalarda, dönemin Cumhurbaşkanı’nın Amerika’yla kurduğu ilişkileri eleştirdi.
A.Ö: Evet, bir de İnönü’nün elinde bir Amerikan bayrağıyla çekilmiş fotoğrafını gösterdi. “Bunu niye elinde taşıyor” diye sordu. Sorunun cevabını kendisi verdi: “Bu bir teşekkürname” dedi. Yani İnönü teşekkür ediyormuş Amerika’ya o bayrakla...
M.İ: Niçin teşekkür ediyormuş?
A.Ö: Niçin olduğu pek anlaşılmıyor. Ama birtakım sözler söylüyor ki Erdoğan, bunlardan, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve savaş sonrasındaki politikasını beğenmediği anlaşılıyor. Oraya daha sonra değineceğiz. Fakat önce o bayraklı fotoğrafla ilgili gerçeği hatırlayalım. Bir kere, o fotoğraf çekilirken, İnönü’nün elindeki bayrak bir değil, ikiydi. Bayraklardan biri Türk bayrağı, öteki Amerikan bayrağıydı. Ama nasıl olmuşsa, Erdoğan’ın kartona yapıştırılmış olarak havaya kaldırıp gösterdiği fotoğrafta, o iki bayrak yerine sadece bir bayrak vardı: Amerikan bayrağı... Türk bayrağı kadraja girmemişti. Ve Erdoğan, bayrağın tek bayrak olduğunu, mikrofona konuşurken, sesini iyice yükselterek vurguluyordu. Diyordu ki:
“Bakın burada İnönü’yü görüyorsunuz: Elindeki bayrağı görüyorsunuz... Elindeki bayrak Türk bayrağı değil, Amerikan bayrağı...” Arkasından da hemen bir yorum yapıyordu: - “Bunların geçmişi böyle... Dün neydi ki, bugün ne olacak?”
O “geçmiş” konusuna geleceğiz. Ama artık önce o iki bayraklı görüntünün nasıl olup da “tek bayraklı” hale geldiğinin anlaşılması gerekli. O konuda, ya sayın Cumhurbaşkanı bir açıklama yapmalı ya da sözcülerinden biri kamuoyunu aydınlatmalıdır. Bunu istemek, hem Erdoğan’ın suçlamalarının hedefi olan CHP’nin hakkıdır, hem de o gerçekdışı fotoğrafları izleyen tüm televizyon seyircilerinin hakkıdır.
Gerçi, konuyla ilgili gerçek görüntüler, Cumhuriyet ve Sözcü dahil, birkaç gazetede yayımlanmıştır. Ama o fotoğraf, hâlâ izaha muhtaç haldedir. Nasıl oldu da o iki bayrak tek bayrak haline getirildi. Kim yaptı bunu? Hangi amaçla yaptı?
M.İ. Bir de o fotoğraflara konu olan görüntülerin nerede, niçin, nasıl oluştuğu da açıklanmadı Cumhurbaşkanı’nca. Onun da herkesçe bilinmesi gerekir.
A.Ö: Evet, tabii... Televizyondaki fotoğraf gösterimi sırasında, o görüntünün, nerede,nasıl, oluştuğu sorusunun cevabı da yoktu. Televizyonlarda o da belirtilmedi. Çoğu kimse fotoğrafların Amerika’da çekildiğini sandı. Oysa bu, ABD’nin o sıradaki Başkan Yardımcısı Johnson’un 1962 yılında Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında karşılanmasıyla ilgili törenlerdeki görüntülerden biri.
Ellerindeki küçük bayrakların nedeni de şu: 1950’lerdeki Türkiye Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın Amerika’ya yaptığı bir ziyaret var. 1954’te... Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra, ilk devlet başkanı ziyareti. Haftalarca sürüyor. Amerikalılar Bayar’ı Amerika’nın birçok eyaletinde hararetli törenlerle karşılıyorlar. Ve her yerde, o tören yerlerindeki büyük Türk bayraklarının yanı sıra karşılayıcıların ellerinde küçük ikili bayraklar da var. Türk ve Amerikan bayrakları...
Johnson’un Ankara ziyaretinde de, Türkiye’nin protokol yetkilileri bir karşılıklı jest olarak, öyle bir düzen kurmuş. Johnson’un karşılayıcılarına -biri Türk, biri Amerikan- ikişer bayrak dağıtılmış. Gerek protokoldeki zevat, gerek gittiği yerlerdeki halk, onu bu bayraklarla selamlamış. Olay bundan ibaret... Ama o ziyaretten 60 küsur yıl sonra, Türkiye’de başlatılan polemiğe bakın... Konu, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve sonrasındaki politikasını kötüleme vesilesi haline getirilmiş. Hem de gerçeği tersyüz eden fotoğrafla...
Oysa tüm dünya gördü o politikanın ne kadar isabetli olduğunu... Bugün başladığımız bu yazı dizisinin konusu, o dönemde olup bitenler. Onları beraberce hatırlayacağız.
Mussolini kapımızda
İkinci Dünya Savaşı 1939’un 1 Eylül günü başladı. Ama o savaşın ilk adımları daha önce atılmıştı. Bir kısmı da, 1938 yılında... Cemal Nadir’in 1939’un yılbaşı öncesinde Akbaba’daki karikatürü de gösteriyor: Dünyanın bazı yerlerinde yerel savaşlar, bazı yerlerinde de bir çeşit “vekâlet savaşlar”ı birbirini izlemiştir.
Mesela İspanya iç savaşı... Bir uluslararası savaş gibiydi. Orada, ikiye bölünmekte olan Avrupa’nın iki karşıt blokunun askerleri, “gönüllü birlikler” adı altında savaşıyordu. Bir yanda “Mihver Devletleri”nin, yani Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın “gönüllü”leri vardı. General Franco’nun askerleriyle birlikteydiler. Karşılarında da, “müttefikler”in “gönüllü”leri vardı. Fransa’dan ve diğer ülkelerden... O arada Sovyetler Birliği’nden gelenler de, Cumhuriyetçilerin komünist kesimiyle birlikte, Franco’ya karşı savaşıyorlardı.
Altan Öymen: 1938’in son aylarında o iç savaşın sonucu belli olmuştu. Almanlar ile İtalyanların desteklediği Franco, zafere yaklaşmıştı. 1939’un ilk aylarında durumunu pekiştirdi. İspanya’yı kendi liderliği altında totaliter bir rejimin yönetimi altına soktu. Ancak, iç savaşı o şekilde bitirdikten sonra, artık, ülkesinin sınırlarını genişletmek gibi bir tutkuya kapılmadı.
Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası’na gelince... 1938 yılı boyunca, ikisi de yayılmacılık yolunda yeni adımlar almayı ihmal etmemişlerdi.
Hitler 1938’de Avusturya’yı -Avusturya halkının bir kısmının desteğiyle- ilhak etmişti. Yani ülkesinin bir parçası haline getirmişti.
Arkasından Fransa ve İngiltere’yi -hem de müzakere yoluyla- ikna ederek, Çekoslovakya’nın Südet bölgesini kendi topraklarına katmayı başarmıştı.
Kısacası, Hitler, iktidara gelmeden, önce açıkladığı hedeflerinden bazılarına ulaşmıştı.
En azından bir süre için bu kadarıyla yetinmesi, kendi hesabına da uygun düşebilirdi. Öyle bir tutum, Avrupa’nın öteki ülkelerindeki yayılma heveslerini de frenleyebilirdi.
Avrupa’nın 1939 yılına geçmeye hazırlandığı günlerde, durum böyleydi. Fakat, 1939 yılı başladıktan sonra, o umutlara, gene Hitler tarafından yeni bir darbe inmesi fazla gecikmedi. Almanya bu defa -Çekoslovakya’nın- “Çek Bölgesi”nin geri kalanının tümünü aldı. Çek bölgesinin bir kısmı zaten Südet bölgesiydi. İngiltere ve Fransa’nın “olur”uyla artık Almanya’nın yönetimindeydi.Hitler’in orduları, geriye kalan Çek topraklarına girdikten sonra, Prag dahil, o bölgenin tümünü işgal etti.
Böylece, Çekoslovakya devletinden geriye “bağımsızlık” yapısı içinde sadece Slovakya bölümü kalmıştı. O yapının başındaki Slovak yöneticiler de, fiilen Almanya’nın kontrolü altına girdiler.
1939’un Mart ayının sonuna doğru, Avrupa’daki hareketlenmenin özeti buydu. Fakat o hareketin bir yeni aşaması -en azından Türkiye için- daha öncekilerden çok daha etkileyici oldu. O zamana kadar Hitler’le birlikte hareket eden, ama yayılmacılık açısından ondan pek geri kalmamış olan -hatta Hitler’den daha önce Afrika’nın içlerine kadar uzanıp Habeşistan’a yerleşmiş bulunan- Mussolini, harekete geçmişti. Öteden beri gözüne kestirdiği Arnavutluk’u işgal etmeye başladı.
Mussolini’nin Arnavutluk hareketi kısa zamanda tamamlandı. İtalyan orduları, hiç savaş hazırlığı olmayan, -o zamanki- yaklaşık 1 milyon nüfuslu ülkenin, işgalini kısa zamanda tamamladı. Mussolini de, “Burası artık İtalyan toprağıdır” dedi.
Bu, Türkiye’yi de hedef aldığı öteden beri bilinen Mussolini ordularının, Trakya sınırımıza daha da yakın bir duruma geçmesi demekti.
12 adaya 1912’den beri yerleşerek kıyılarımıza denizden yaklaşmış olan İtalya, bu defa da karadan Trakya sınırımıza yaklaşmaktaydı. Arada bir tek Yunanistan kalmıştı. (Yunanistan da bir süre sonra İtalyan işgaline uğrayacaktı.)
İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesi, Türkiye’nin yakın bir zaman sonra saldırıya uğraması ihtimalinin hiç de zayıf olmadığını gösteriyordu. Ülkenin siyasi yöneticileriyle birlikte tüm halkını alarma geçirdi.
İnönü’nün bıyığı
Erdoğan’ın Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki dış politikasıyla ilgili görüşleri, gerçekten ilginç. Birine yandaki sütunlarda değindik: O dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü -hem de gerçekdışı bir fotoğraf görüntüsüne dayanarak- Amerika’ya aşırı yakınlık göstermekle suçluyor. Daha kestirme ifadesiyle “Amerikancı” olduğunu ima ediyor.
Ama bu, gene -Erdoğan’ın İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili- bir başka değerlendirmesini de hatırlatıyor: Bir zamanlar da bunun tam tersine bir iddiada bulunmuştu. İnönü’yü Hitler’i beğenmekle ve ona özenmekle suçlamıştı. Hatta o özentiyle, kendi bıyıklarını Hitlerinkine benzer bir şekle soktuğunu ileri sürmüştü.
Bu görüşünü, 2010 yılında CHP’nin o dönemdeki Genel Başkanı Deniz Baykal ile bir tartışmasında ifade etmişti. İnönü’nün bıyıklarını “Hitlervari” hale getirdiğini söylemişti.
O da, tabii, yanlış bir değerlendirmeydi. Hele “Hitlervari bıyık” iddiasının gerçekle hiçbir ilgisi yoktu.
O iddia üzerine, arkadaşlar, merak edip bir arşiv çalışması yapmışlardı. Osmanlı döneminde yetişmiş subayların birçoğu gibi İsmet İnönü’nün de bıyıklı birçok fotoğrafı vardı. O fotoğraflar arasında, gençlik yıllarında tercih ettiği yaygın bıyıklı fotoğrafları da, posbıyıklı olanları da... Fakat Hitleri’nki gibi burun altındaki küçük ve dört köşe bir bıyık türünün sadece bir tek örneği bulunmuştu. O da 1927 tarihliydi.
1927’de İsmet Paşa, orgenerallik rütbesine de sahip olan de terfi etmiş bir başbakandı. Hitler ise, Almanya’da Bavyera’da kurulmuş küçük bir partinin başkanı olarak Münih’teki bir darbe teşebbüsüne karışıp, bir süre hapis yatmış bulunan genç bir politikacı... Başkanı olduğu partinin Meclis’teki grubu çok küçüktü.
İsmet İnönü’nün o genç hakkında, yüzlerce kilometre öteden bilgi edinip, fotoğrafını bulup, bıyığına hayran olarak kendi bıyığını ona uydurması, mümkün değildi.
Kaldı ki, arkadaşlar, sonradan merak edip, Hitler’in de aynı yıl -1927 yılında- çekilmiş bir portre fotoğrafını da bularak karşılaştırmışlardı. Hitler’in 1927’deki bıyığı, henüz başbakanlığı veya Führerliği sırasındaki bıyığına benzemiyordu. Bazılarının “diş fırçası bıyığı” dediği gibiydi. Anlaşılıyor ki, Hitler, sonradan benimseyip devamlı hale getireceği ünlü bıyık şeklini, o yıllarda henüz kesinleştirmemişti.
İnönü’nün kendi bıyığını Hitler’in ünlü bıyığından esinlenerek belirlediği iddiası, o açıdan da yanlıştı, İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği politikanın hedefi ve uygulamaları açısından da..
Evet, bu “bıyık” konusu da böyle... Ama bir şey var: Sayın Erdoğan, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki dış politikasını eleştirmeye devam edecekse, bir karar vemelidir: İnönü’nün “Amerikancı” olduğunu mu iddia edecektir, “Almancı” olduğunu mu?
Gerçi bu yazı dizisinde bir kere daha hatırlayacağız, o iki zıt iddianın ikisinin de gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ama ikisinin birden ortaya atılması, bugünkü iktidarın yakın tarilimizle ilgili bilgi birikiminin ne durumda olduğu açısından, daha da vahim bir manzara oluşturmaktadır.
En Çok Okunan Haberler
- İmamoğlu'ndan AB'ye sert tepki
- Erdoğan'a 'İsrail' protestosunda karar çıktı
- Fark bıçak sırtı!
- Hakemin kararı sonrası korkunç facia!
- Türkiye'nin afet haritasını çıkardı
- Cumhurbaşkanı sekreterine bıçaklı saldırı
- 'O arkadaşlara teşekkür telefonu açacağım'
- AVM'lere giriş ücretli mi olacak?
- Trump tarih verdi, tehdit etti: 'Cehenneme dönecek'
- Sözcü TV'de Ebru Baki'nin yerine gelen isim belli oldu