20. yılında 11 Eylül: ‘O gün’ün hikâyesi
Şu sıralar Netflix’te yayımlanan iki yapım (biri film, diğeri belgesel dizi), 11 Eylül terör saldırılarına bütünlüklü bakmamızı sağlıyor. Anlatılan sadece New York’un değil, tüm insanlığın tarihi...
Bazı olaylar ya da bazı günler herkesin belleğine bir şekilde kazınır ve insan ‘o gün’ nerede ne yaptığını hiç unutmaz. Türkiye’de örneğin bizim kuşak 12 Eylül 1980 sabahı nerede ve nasıl uyandığını çok iyi hatırlar, kime sorarsanız sorun. Yarın 41. yılını idrak edeceğiz o alabildiğine karanlık günün; ama bugün bir başka karanlık ve unutulmaz günün 20. yılı. New York’taki ikiz kulelere düzenlenen akıl almaz terör saldırılarının üzerinden tam 20 yıl geçti ve insanlık hala bu katliamın etkisinden kurtulabilmiş değil; zaten kurtulabiliyorsa da insanlık bitmiş demektir.
11 Eylül terör saldırıları ile ilgili çok şey yazılıp söylendi, bir çok kurmaca ya da belgesel film çekildi, sayısız teori ortaya atıldı. Çoğunlukla New York’taki ikiz kulelerin yıkılıp binlerce insanın ölümüyle sonuçlanması kısmı hatırlanıyor ama aslında biri Pentagon’a düşen, diğeri muhtemelen Capitol yani meclis binasına veya Beyaz saray’a saldıracakken yolda yolcuların inanılmaz kahramanlığı sayesinde düşürülen iki uçak daha vardı. Şu sıralar Netflix’te izleyiciyle buluşan iki yapım 20. yılında 11 Eylül terör saldırılarına ışık tutmakla kalmıyor, her şeyi biraz daha bütünlüklü olarak görmemizi de sağlıyor.
KAÇINILMAZ BİR DÖNÜM NOKTASI
“Dönüm Noktası: 11 Eylül ve Terörle Mücadele” adlı 5 bölümlük belgesel diziyle başlayalım. Deneyimli belgeselci Brian Knappenberger’in yönetmenliğini üstlendiği yapım 11 Eylül 2001 sabahı yaşananları aktararak yola çıkıyor ve her bölümde belli bir konuya odaklanarak neredeyse günümüze kadar geliyor. Bir yandan haber görüntülerini kullanan (ki bunların arasında son derece rahatsız edici şiddet içeren grafik görüntüler de mevcut, uyarmakta yarar var) bir yandan saldırılar anında Manhattan’da ya da Pentagon’da bulunan tanıklarla da konuşan yapım ekibi özellikle ilk iki bölümde 11 Eylül gününe odaklanmış. Bu bölümlerde o gün görevli olan itfaiyeciler ve polislerin tanıklıkları ile yakınlarını, iş arkadaşlarını kaybeden ya da saldırılardan bir şekilde canlı kurtulan kişilerin de hikayeleri öne çıkıyor. İkinci bölümden itibaren işin siyasi kısmı ağırlık kazanmaya başlıyor ve hem ABD’li politikacılar ile çeşitli kurumların yetkili isimleri kendi pencerelerinden yaşananları anlatırken bir yandan da saldırganların nasıl her şeyi planladığına dair bir yol haritası çıkarılıyor. Tabii bu noktada Amerikan istihbaratının yaptığı hatalar, iç çekişmelerin sonucu önüne geçilemeyen felaketler bariz bir şekilde gözler önüne seriliyor. Belki hukuki bir yargı süreci işlemiyor ama toplum vicdanında tüm bunların ortaya serilmesi de önemli bir bakıma.
Yaygın komplo teorilerine rağbet etmeden ve akıcı bir kurguyla ilerleyen dizinin bundan sonraki bölümleri Bush yönetiminin geçersiz gerekçelerle başlattığı Irak Savaşı ve bu süreçte yaşanan büyük yıkımlara odaklanıyor. 80’li yılların başında Afganistan’da başlayan ve SSCB’yi geriletmek adına girişilen kirli savaşın nasıl terörü beslediği ve sonra aynı terörün kendisini besleyen eli ısırınca nasıl lanetlendiği olgusu ise çok çarpıcı elbette ama konuya ilgi duyanlar için çok da yeni bir şey değil. ABD’nin 11 Eylül sonrası yurt içinde ve yurt dışında başlattığı savaşın boyutlarını anlamak da aslında çok basit bir iş değil doğrusu. Bunu ekonomik olarak açıklamak gerekirse trilyonlarca dolardan bahsetmek gerek ama insani kayıplar söz konusu olduğunda bilanço elbette çok daha ağır (200 b in Iraklı, 150 bin Afgan ve 10 bine yakın ABD askeri) ve kim ne derse desin bu kayıpların ekonomik bedelini ölçmek mümkün değil.
İNSAN HAYATI KAÇ PARA EDER?
Tam da bu noktada Netflix’te yayınlanmakta olan diğer yapıma, yani “Hayatın Değeri” (“Worth”) adla filme dönmek anlam kazanıyor sanki. 11 Eylül terör saldırılarına daha önce pek bakılmamış bir açıdan bakan film yukarıda sözünü ettiğim meseleye odaklanıyor ve nihai olarak ‘insan hayatının değeri nasıl ölçülür’ sorusuna bir yanıt arıyor. Bir önceki filmi “Anaokulu Öğretmeni” (“The Kindergarten Teacher”) ile sükse yapan genç sinemacı Sara Colangelo’nun imzasını taşıyan “Hayatın Değeri” 11 Eylül saldırılarında hayatını kaybedenlerin ailelerine ödenecek tazminatı belirlemek için kurulan komisyonun çalışmalarını konu ediniyor ve komisyon başkanı hukukçu Ken Feinberg’ü (Michael Keaton) anlatının merkezine yerleştiriyor. Hukukun duygulardan arınmasını savunan ve ancak bu şekilde rasyonel bir sonuca ulaşılabileceğini düşünen Feinberg kendi derslerinde basit aritmetik hesaplarla tazminat belirlemekte hiç zorluk çekmezken, 11 Eylül kurbanlarıyla yüzleşmek zorunda kaldığında yaptığı hesabın çok daha çetrefilleştiğini ve yeni kriterlere ihtiyacı olduğunu anlar. Belli başlı önyargıların aslında kişiyi nasıl ayrımcılığa sürüklediğini fark eden ve insan hayatının değerinin sadece aldığı eğitim ve inşa ettiği kariyerle öçlülemeyeceğini anlayan Feinberg içine düştüğü ahlaki ikilemden değişmeden çıkamayacaktır elbette.
Michael Keaton’ın dengeli hatta yer yer soğuk denebilecek bir performans sergilediği filmin aslında kolaylıkla duygu sömürüsüne kaçabilecek bıçak sırtı bir konusu var. Ama Sara Colangelo’nun filmin bütününe yaydığı mesafeli anlatımı ve Max Borenstein imzalı senaryonun da insan odaklı kurgusu arzu edilen mesajın billurlaşmasına yardımcı oluyor. 2020 yılında ilk kez Sundance’de izleyici karşısına çıkan ama her ne hikmetse 11 Eylül’ün 20. yılına dek yaygın gösterimi yapılamayan filmin en çarpıcı anları tazminat görüşmelerinde yoksul sayılabilecek sınıfa mensup kişilerden çok zengin kurbanların ailelerin baskın çıktığı ve Feinberg’ün tazminat miktarını asıl onlara kabul ettirmekte zorlandığı sahneler şüphesiz. Tevazu ve kibir denkleminin sınıfsallığına dair tespitlerde bulunmak belki çok da hakkaniyetli olmaz ama sistemin özellikle kapitalist hiyerarşide her zaman zengini kollamaya eğilimli olduğu da apaçık ortaya konuyor filmde. İster eleştiri deyin ister malumun ilanı, “Hayatın Değeri” herkesin sözde eşit olması gereken anlarda bile (ölüm her bireyi aynı hizaya çekmeyecekse ne çekecek?) nasıl ayrıştırıldığının, insani değerlerin kapitalist dünyada nasıl hızla yozlaştığının vurucu bir manzarasını sunuyor. Elbette bu anlamda muhtemel bir Oscar adaylığına göz kırpan Michael Keaton kadar Stanley Tucci, Amy Adams ve Tate Donovan başta olmak üzere kadrodaki tüm oyuncuların önemli bir payı olduğunun altına çizmek gerek. Sağlam bir ‘ensemble’ işi, izlemenizde fayda var.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!