30 yıllık efsane: ‘Twin Peaks'
David Lynch’in efsane dizisi ‘Twin Peaks’ 30 yaşında. Televizyonu değiştiren diziyi sinema yazarı Yeşim Burul ile konuştuk.
İlk kez 8 Nisan 1990 tarihinde izleyiciyle buluşan “Twin Pekas” bugün “televizyonu değiştiren dizi” olarak anılıyor. Yönetmen David Lynch’in benzersiz dehasının bir ürünü olan ve aslında anında kültleşen yapım küçük bir kasabada yaşanan bir cinayeti anlatıyor gibi görünse de beklenmedik açılımlar dolu senaryosu, görsel dili ve atmosferiyle zamanının çok daha ötesinde bir anlatıma sahipti ve etkisi de ilk anlardan itibaren çok derin oldu. Aradan geçen 30 yılda kültten efsaneye evrilen konumuyla “Twin Peaks”in neler ifade ettiğini sinema yazarı ve akademisyen Yeşim Burul’a sorduk.
Yeşim Burul ile 'Twin Peaks'i konuştuk
İlk kez bundan 30 yıl önce yayınlanan “Twin Peaks" o günlerde nasıl bir etki yaratmıştı diye başlasak mı?
“Twin Peaks" (İkiz Tepeler), Amerika’da 1990-1991’de 2 sezon olarak yayınlamıştı. Türkiye’de ilk yayını da yanılmıyorsam 1991 veya 1992’de Star kanalında olmuştu. Ben lise öğrencisiydim o dönemde ve henüz hayatımızda bırakın sosyal medyayı, internet dahi yoktu. Dolayısı ile bugünkü anlamıyla dizi müdavimliği/hayranlığı dediğimiz şey de henüz yoktu. Ama hem Amerika’da hem de yayınlandığı her ülkede, ilk bölümden itibaren çok farklı bir şey yaptığı anlaşılmıştı.
Star’da yayınladığı dönemde, diziyi ilk keşfeden bu konuda algıları çok açık olan annemdi. Sağolsun, onun sayesinde bulaştım ben de, ama sonra o bıraktı mesela. Çünkü o ilk izleme deneyiminden hatırladığım en önemli şeylerden biri, diziyi çok dikkatli izlemek gerektiğiydi. Bir bölümü kaçırınca hikayeden kopabiliyordunuz. Onun da bu sebeple bıraktığını hatırlıyorum, çünkü bir süre sonra ben ne olduğunu takip edemiyorum, artık koptum demeye başlamıştı. Bu aslında TV yayıncılığı açısından oldukça devrimci bir şey. Çünkü TV içeriği devamlılık ve izleyicinin anlatıyı kolay takip edebilmesini baz alır; sonra bunun üzerine her seferinde farklı yeni bir takım öğeler ekleyerek seyircinin ilgisini canlı tutar. Ama Twin Peaks bunu yapmıyordu; sürekli kafamızı karıştırıyor, anlatıda boşluklar bırakıyor ve cevap vermekten çok yeni sorular soruyordu. Ama birbirinden ilginç, tekinsiz ama bir o kadar da cezbedici karakterlerle dolu bu dizi çok kısa sürede, sadık bir izleyici kitlesi edinmişti. ‘90ların ortasından itibaren internetin yaygınlaşması ile birlikte ortaya çıkan tartışma grupları ve Geocities’deki gruplarla birlikte, diziyi VHS kasetlerden tekrar tekrar izleyerek gizemlerini çözmeye çalışan küresel bir hayran cemaati de ortaya çıkmıştı.
Kyle MacLahlan (Ajan Dale Cooper) ve Sherilyn Fenn (Audrey Horne)
DAVID LYNCH’İN ALAMET-İ FARİKALARI
Neydi farkı “Twin Peaks”in? David Lynch o sırada (ve belki şimdi de) olmayan neyi yapmıştı da bu kadar büyük bir etkisi oldu dizinin?
O dönem için öncü kabul edebileceğimiz birkaç önemli yanı var “Twin Peaks”in. Aslında David Lynch’in sinemasının da alamet-i farikalarından olan, birincisi anlatının lineer yapısını bozması, ikincisi ise objektif bakış açıları ile özellikle de psikolojik açıdan dengesiz karakterlerin sübjektif bakış açılarını aynı düzlemde sunarak izleyicinin algısını alt üst etmesi. Bu arada Mark Frost’u da anmak şart. Dizinin ortak yaratıcısı ve senaristi olarak, David Lynch’in sıradışı vizyonunu yarattıkları üç boyutlu karakterlerde ete kemiğe büründürmesinde ve bir TV dizisi formatı içerisinde işleyen bir anlatıya dönüştürme konusunda büyük katkısı var. 3. sezonda da birlikte çalışmaya devam etmeleri tesadüfi değil.
Yarattığı görsel dünya ve ses tasarımı açısından da o güne kadar televizyonda gördüğümüz her şeyden farklı ve çok üstündü. Neredeyse tüm duyuları harekete geçiren bir dünya yaratmayı başarıyordu; ağaçların kokusundan donutların ve kahvenin tadına kadar her duyumuzu gıdıklayan bir yanı vardı.
Ayrıca o güne kadar TV’de var olan klasik “tür” (genre) konvansiyonlarını da altüst ediyordu. Klasik bir polisiye gibi başlayıp, korku ve fantastikten, aşk hikayesine oradan da sitcom’a uzanan bir kapsamda pek çok türü bir araya getirerek maharetle harmanlıyordu.
Dolayısıyla çok sonraları Lost gibi diziler, seyirciyi arafta bırakıp türler arasında gidip gelmeye başladıklarında, sadık “Twin Peaks" hayranları bunun yolunu yıllar önce Lynch/Frost ikilisinin açtığını biliyorlardı. Artık tek bir türün konvansiyonları içerisinde kalmak neredeyse daha az görülen bir şey haline geldi. Ama ilk örnek bence “Twin Peaks”tir.
SEYİRCİNİN SINIRLARINI ZORLAMAYA BAŞLAYINCA…
Sence David Lynch böyle bir etki yaratacağının farkında mıydı?
Bence Lynch ne yaptığının gayet farkındaydı. O yüzden aslında pilot bölümü çekerken ABC kanalının bunu bir dizi olarak almama ihtimaline karşı, 116 dakikalık, sonu da olan bir versiyonunu da çekiyorlar, adı da hatta “Northwest Passage”. ABC ise 8 bölümlük ilk sezonu satın alıp, 2. sezon için de anlaşma yapıyor. Ancak 2. sezonda, Lynch tempoyu iyice arttırıp seyircinin de sınırlarını zorlamaya başlayınca ratinglerde de ciddi bir düşüş ortaya çıkıyor. Bunun üzerinde 2. sezon biraz da zoraki olarak, ABC’nin fişi çekmesiyle bitiyor. Ama dizi bu arada, çok sadık ve takıntılı bir hayran kitlesi tarafından tekrar tekrar izlenmeye, yeni ortaya çıkan online platformlarda bir nevi yeniden yazılmaya başlıyor.
1997’de Londra’da yüksek lisansımı yaparken, üniversite kütüphanesinde 2 sezonluk box set’i bulunca, lisedeyken üzerinde büyük iz bırakmış bu diziyi yeniden izlemeye başlamış, hızımı alamayıp daha sonra m/c journal’da da yayınlanan bir makale yazmıştım. Diziyi izlerken üzerine inceleme yapmak için girdiğim internette, yıllardır dizi üzerine yazan, tartışan ve yılda bir kere de dizinin çekildiği yerde bir Twin Peaks Festivali organize eden müthiş bir hayran topluluğu ile karşılaşmıştım. Makalede, bu hayran topluluğunun aslında yıllardır yaptıkları tartışmalarla diziyi nasıl yeni baştan yazdıklarını, gizemlerini çözümlemek adına nasıl paralel anlatılar oluşturduklarını anlatıyordum. Aslında “fan fiction” denilen alt edebi türün de belki ilk örneklerinin bir kısmı bu çevrelerde oluşmuştu. Bu etkileşime açık yapısı sayesinde Lynch’in dizisi müthiş bir interaktivite zemini oluşturuyordu.
Lynch, sinema işlerinde olduğu gibi TV işlerinde de hep sınırları zorlayarak farklı bir şeyler yapmaya çalışıyor. “Twin Peaks", TV’de var olabilen projesi iken, örneğin “Mullholland Drive” da öncelikle bir pilot bölüm olarak çekilmesine rağmen hiçbir network tarafından satın alınmayınca, uzun metraj bir sinema filmine dönüşüyor ve Lynch’in filmografisinin en iyi işleri arasında yer alıyor.
Sheryl Lee (Laura Palmer)
BİRÇOK DİZİYİ ETKİLEDİ
Onun açtığı yoldan geçenleri nasıl tespit ediyoruz bugün? Hangi dizilerde hangi unsurlar mesela?
“Lost” ve “Fringe" gibi sıradanlık ve fantastik arasındaki geçişlerde evrenini kuran dizilerden, “Riverdale" ve “Wayward Pines” gibi daha net “homage” dizilere varıncaya kadar pek çok dizide “Twin Peaks”in izini sürmek mümkün. Liseli gençlerin hayatlarının karanlık ve ürkütücü tarafına bakarken bir cinayeti çözmeye çalışan “Veronica Mars”tan, “Killing" gibi İskandinav polisiyelerine, “Top of the Lake”, “True Detective” gibi dizilerin tekinsiz dünyaları ve huzursuz karakterlerinde de onun izi var. “Twin Peaks”ten etkilenmiş diziler arasında bence en özel yere sahip olanlar ise “The Sopranos” ve “X-Files”. Sopranos’un yaratıcısı David Chase kendisi de “Twin Peaks”ten ne kadar etkilendiğini uzun uzun anlatıyor, sürrealist rüya sekansları ve onların etkilerini işleyişi açısından mükemmel bir örnek. “X-Files” ise “Twin Peaks”ten yaklaşık 2 sene sonra hayata geçiyor, üstelik başrolünde de “Twin Peaks”in 2. sezonunda transgender bir ajan olarak yer alan David Duchovny var. “X-Files”ın yıllar boyunca işlediği paranormal ile iç içe geçen paranoya ve sistematik örtbas etme durumları da onların benzerliklerini pekiştiriyor.
Kendi adıma birkaç yıl sonra çektiği “Fire Walk With Me”nin her şeyi açıklayan bir tavrı olmasından rahatsız olmuştum.. Lynch neden gerek duydu diye de sormuştum kendime? Senin yorumun ne bu konuda?
Lynch, aslında filmde “Twin Peaks”teki gizemlerin çok azını açıklıyor. Sadece katil kim diye yaklaşan bir seyirci için bu belki yeterince açıklayıcı olabilir ama aslında bize Laura Palmer’ın ölmeden önceki son bir haftasını göstererek, kendi yarattığı karakterle olan obsesyonunu doyurduğunu anlatıyor bir söyleşisinde: “Henüz Laura Palmer’dan ayrılmaya hazır değildim, o yüzden bu filmi çektim” diyor. Geri dönüp pilot bölümün son sahnesindeki aynaya bakarsanız, daha ilk bölümden katilin kim olduğunu bize söylediğini de görebilirsiniz.
Bir de aslında ben “Fire Walk With Me”nin çok hüzünlü bir film olduğunu düşünürüm hep. Bir aile içi şiddet, ensest hikayesidir ve hane içinin, “yuva” denilen sahte kavramın ne kadar içi boş olduğunu göstermesi, Amerikan küçük kasaba romantizmini paramparça etmesi açısından da çok etkileyicidir.
David Lynch (soldan 2.) ve Kyle MacLahlan (soldan 3.) Cannes'da
Peki Cannes’da ilk gösterimi yapılan 18 saatlik 3. sezonu nasıl buldun?
Benim açımdan 18 saatlik bir şölendi. Dizinin ilk iki sezonunun yıllar içerisinde edindiği kült statünün de verdiği güçle, müthiş bir yaratıcı özgürlükle çalışma şansı bulmuş. İzlemesi ilk iki sezon kadar eğlenceli diyemem, çünkü bizi eğlendirmekten ziyade başka bir vizyonu var. Bazı yerlerinde inanılmaz bir avant-garde anlatıya ulaşıyor ve çok etkileyici. Televizyonda bugüne kadar asla yapılmamış bir şeyi yapıyor. Başkasına da bu yaratıcı özgürlüğü kolay kolay tanıyacaklarını sanmıyorum. Bu sebeple Showtime ayrıca takdiri hak ediyor. Umarım 4. sezonu da çekebilir ve biz yine üzerine konuşabiliriz.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması