36 yıl sonunda aynı noktada!

12 Eylül, hukuktan eğitime, iş yaşamından sanata, insan haklarına ve özgürlüklere büyük darbe vurdu. Gözaltıların, işkencelerin, kaybedilen yurttaşların, idamların ürpertici anısı silinmezken, darbeyle gelen hukuksal uygulamalar da hâlâ sürüyor. Hem de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’le katlanarak

36 yıl sonunda aynı noktada!
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 11.09.2016 - 22:57

Bugün 12 Eylül darbesinin 36. yıldönümü. Türkiye, 36 yıldır darbe hukukuyla yönetiliyor. Tıpkı 36 yıl önce olduğu gibi bugün de sol muhalefeti yok etmek üzere uygulanan sıkıyönetim politikaları yeniden gündemde. Cunta rejiminin yaşattığı acılar ise 36 yıldır yürekleri dağlamaya devam ediyor. 12 Eylül 1980’de, faşist cunta ülke yönetimine el koydu. Tüm Türkiye’de sıkıyönetim ilan edildi. 650 bin kişi gözaltına alındı. Kayıtlı 90 güne kadar gözaltında tutuldular. Kayıtsız 150 günü geçen gözaltılar yaşandı. Gözaltına alınan insanların yüzde 95’i işkenceye tabi tutuldular. İşkencede 171 kişi öldürüldü. 12 Eylül döneminde bütün cezaevleri zulüm ve işkence evine dönüşmüştü. Ancak en yoğun işkence Diyarbakır Cezaevi’nde yaşandı. Oradan 34 tutuklunun cansız bedeni çıktı. İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, tutuklu ve hükümlüleri, kaba dayak, falaka, dışkı yedirme, copla tecavüz, lağım suyunun içine bırakma gibi vahşet tezgâhlarından geçirdi. Yıldıran, 1988’de, İstanbul Kısıklı’da bir halk otobüsünün içinde ailesinin gözü önünde başından vurularak öldürüldü.

'BİR SAĞDAN BİR SOLDAN'

Askeri mahkemelerde açılan 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı. 98 binden fazla insan ‘örgüt üyesi’ olmakla suçlandı. Yargılanan 6 bin 353 kişinin idamı istendi. 49 kişi idam edildi. Darbenin ilk infazı Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu, Ankara’da 7 Ekim 1980’de idam edildi. Serdar Soyergin, 25 Ekim’de, Erdal Eren ise 13 Aralık’ta Ankara’da idam edildi. Devlet eliyle öldürülenlerin 17’si sol, 7’si sağ görüşlü; 25’i adli suçlu, biri de ASALA militanıydı. Darbenin başı Kenan Evren, yıllar sonra bir televizyon programında idamlar için şöyle demişti: “Ben sağ ve sol ayrımı yapmadım. Hatta o kadar ki mahkûm olanlar, idam cezası alanlar var. Mesela sağdan bir tane mahkûmun idamından sonra, bekletirdim. Sonra soldan bir tane idam ettirip, ötekini bekletirdim. Yani bir tane sağdan bir tane soldan adam astık. Sırf denge olsun diye buna dikkat ettim.”

 

GENÇAY GÜRSOY: ENSEYİ KARARTMAK İÇİN HENÜZ ERKEN

12 Eylül darbesinin akademiye ve akademisyenlere karşı tutumu nasıl oldu?

12 Eylül askeri darbesini hazırlayan kadronun birinci hedefi üniversitelerdi. Çünkü kendilerine göre, “darbeyi kaçınılmaz kılan” gençlik olaylarının kaynağı üniversitelerdi. Bu yüzden, her şeyden önce, özgür düşüncenin filizlendiği üniversiteler “zapturapt” altına alınmalıydı. Kafalarındaki model askeri okullar ve Harbiye idi. Üniversiteleri bu anlayışa göre düzene sokacak deneyimli bir yönetici olarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı buldular ve onun öncülüğünde hazırlanan yeni Yüksek Öğrenim Yasası (YÖK) ile zaten çağdaş ölçülere göre sınırlı düzeydeki üniversite özerkliğini tümüyle ortadan kaldırdılar. Önce kendilerine göre üniversiteleri “anarşi yuvası” haline getiren hocaları, sorgusuz sualsiz ve “Bir daha kamu görevinde çalıştırılmamak üzere” üniversitelerden uzaklaştırdılar (1402’likler). Otoriteye boyun eğen, sorgulamayan, itaatkâr, uysal, inançlı ve “işini bilir” kuşaklar yetiştirmek üzere, sadece üniversiteleri değil, bütün bir eğitim sistemini ve müfredatı baştan aşağı yeniden düzenlediler. Başarılı da oldular. Ancak sıkı yönetimin kalkmasıyla birlikte direnişler yeniden filizlendi. 

O günleri kişisel olarak siz ve çevreniz (diğer akademisyenler) nasıl yaşadınız?

12 Eylül’ü Brüksel’de Uluslararası Nörolojik Bilimler Kongresi’nde öğrendim. Darbenin boyutları ortaya çıkınca, bir süre dönüp dönmeme konusunda tereddütler geçirdim. Sonunda dönmeye karar verdim. Girişte bir sorun olmadı. 12 Eylül darbesiyle birlikte, o dönemin milliyetçi- dinci örgütü “Aydınlar Ocağı”, üniversitelerde egemen ideolojik yapı olarak hızla öne çıkmıştı. Kısa bir süre sonra da zaten bütün demokrat ve solcu öğretim üyeleri olarak üniversitelerden atıldık. 

Bugün akademi ve akademisyenler nelerle ve nasıl bir tutumla karşı karşıya?

Akademi olarak bugün yaşananlarla 12 Eylül döneminde yaşananlar arasında büyük niteliksel benzerlikler var. Ancak bugün sürmekte olan tasfiyenin boyutları çok daha geniş. 12 Eylül’de bütün kamu kesimindeki tasfiye yaklaşık 5 bin kişiydi. Bugün bu rakam daha şimdiden 100 bine yaklaşmış durumda. 12 Eylül döneminde bir iki istisna dışında tutuklanan öğretim üyesi yoktu. Bugün bu sayı çok daha fazla ve “cadı avı” devam ediyor. Fakat asıl garabet şu ki, o dönemde bütün bu işlemlerin faili darbecilerken bugün fail darbeyi bastıran iktidar. Aslında 7 Haziran seçimlerinden sonra başlayan sürece, darbe girişimi “Allah’ın lütfu” sayılan bir gerekçe hazırlamış oldu. 

12 Eylül dönemi ile bugünü karşılaştırsanız neler söylersiniz?

12 Eylül döneminde ortak kanaatimiz, yaşananların bir geçiş dönemi ile sınırlı olduğu ve sonunda asgari düzeyde de olsa bir demokratik düzene geçileceği yönündeydi. Bugün ondan günbegün uzaklaştığımız, üstelik içte ve dışta kanlı çatışmaların giderek tırmandığı bir süreç yaşıyoruz. Ama bütün baskılara karşın sesini yükselten ve direnen çeşitli toplumsal dinamikler yanında, azımsanmayacak sayıda akademisyen, gazeteci, yazar, sanatçı, sendikacı var. “Enseyi karartmak” için henüz erken...

ORHAN ALKAYA: 12 EYLÜL BUGÜNÜN RAHMİDİR

12 Eylül darbesinin sanat dünyası ve sanatçılara karşı tutumu nasıl oldu?

12 Eylülcülerin meselesi, erken neoliberalizmi (24 Ocak kararları) inşa edebilmek için “emek bloku”nu hizaya getirmekti. Sendikal harekete, sol siyasete karşı kıyıcıydılar. Sanat erbabının “komünist” olanından haz etmezlerdi. En büyük kayıp Onur Yayınları sahibi İlhan Erdost’un öldürülmesidir. Toplatılan kitaplar kadar “yaktırılan” kitaplar da derin yaralar açmıştır toplum vicdanında. Aydınlar Dilekçesi imzacılarının bir kısmının yargılanması, Barış Derneği yöneticilerinin tutuklanması önemlidir. Bir de İstanbul Şehir Tiyatroları’nda büyük bir kıyım yapıldı. Üç partide 41 tiyatrocu 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu eliyle tiyatrodan atıldı. Bu listedeki isimlerin büyük bölümü, tiyatronun omurgasını oluşturan yönetmen, tasarımcı, oyunculardı. Devlet Tiyatroları’nda tasfiye olmamasını “yönetici farkı”na bağlamak gerekir. Gene de 12 Eylül cuntacılarının, kendi sanatçılarını yaratmak gibi bir dertleri olmadığını, temsili de olsa sanatsever görünmeye meraklı olduğunu eklemeliyim. 

O günleri kişisel olarak siz nasıl yaşadınız ve neler yaşadınız?

1402’lik olmanın kederli keyfini yaşadığımı itiraf etmeliyim. Eksenimi edebiyata (şiir, deneme, eleştiri) yönelttim. Tiyatroda yapısal dönüşüm mücadelesi vermekten daha verimli bir süreçti benim için.

Bugün sanat dünyası ve sanatçılar nelerle ve nasıl bir tutumla karşı karşıya?

12 Eylül askeri darbesi sonrasıyla bugün arasında niteliksel farklar elbette var. Nedir, büyük benzerlikler de var. Kimin kapısı, hangi nedenle, hangi saatte çalınacak noktasında belirsizlik sözgelimi birbirine çok benziyor. Otosansür ki yaratıcılığın en belalı düşmanıdır, bir korunma kalkanı olarak o gün de bugün de fazlasıyla gündemdeydi. Sanat disiplinlerinin ve kamunun sanatla ilişki kurduğu zincirin en fazla tehdit altında olduğu dönem ise 12 Eylül sonrası değil bugündür. Uzun zamandır hepimizin üzerinde sallanan TÜSAK tehdidi karşımıza çıkarılabilir endişesi içersindeyiz ki endişe de yaratıcılığın en büyük düşmanıdır.

12 Eylül dönemi ile bugünü karşılaştırsanız neler söylersiniz?

12 Eylül faşist darbesi, bugünün rahmi, postmodern zamanın tayin edici kötülüğüdür. Karşılarında (bugüne kıyasla) daha diri bir toplum organizması olduğu için entelektüel hayata büyük hasar veremediler. Bekaları için gazeteleri satın almak, sektörlere el koymak, sanat disiplinlerini belden aşağı - belden yukarı diye tasnif etmek gibi dertleri olmadı. Bugün çok daha kaotik bir ortam hüküm sürüyor. 12 Eylül cuntacılarının Türk-İslam sentezi (yerli-milli) empozesi, bugün diğerine yaşam alanı bırakmama yönünde terk edinmiş gözüküyor. 12 Eylül cuntacılarının kutuplaştırma politikası politizasyona karşı depolitizasyon ya da a-politizasyondu. Bugünün kutuplaştırma politikası, biz ve geri kalan herkes şeklinde. Bu da derin bir toplumsal yarılmaya yol açtı, açıyor.

 

SÜLEYMAN ÇELEBİ: TAHRİBAT MİRASINA AKP ORTAK OLDU

12 Eylül darbesinin emek dünyasına ve sendikal harekete karşı tutumu nasıl oldu?

12 Eylül faşist darbesi, emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda, ekonomik krizin yükünün emekçi halkın üzerine yıkılması için yapıldı. IMF direktifleriyle çıkarılan 24 Ocak Kararları ekonomik bunalımın bütün yükünü halkın omuzlarına yıkarak sermayeye geniş olanaklar sağladı. Yıllardır sermayenin her fırsatta bir yakınma konusu olarak gündeme getirdiği işçi hakları ve sendikal haklar ve sendikalaşma 12 Eylül’ün hemen ardından bir çırpıda ortadan kaldırıldı, çalışanların kıdem tazminatı gibi kazanımları daraltıldı, ücretler ve sosyal haklar budandı, işçi sağlığı ve iş güvenliği zayıflatıldı, grev yasaklamaları, sendikaların kapatılmaları, toplusözleşmelerin durdurulması gündeme getirildi. 12 Eylül’de işçi sınıfı ve halk kaybetti, sermaye kazandı! 12 Eylül Uğur Mumcu’nun dediği gibi bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki tahakkümüdür. Yani sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerindeki tahakkümüdür. 

O günlerde nasıl ve neler yaşadınız?

Başta DİSK, TÖB-DER olmak üzere demokratik kitle örgütleri ve derneklerin mallarına el konularak kapatılırken yüzlerce sendika önderi de tutuklandı, işkence tezgâhlarına yatırıldı, işkencelerde, sokak pusularında katledildi. Açılan DİSK Davası 12 yıl sürdü. Ben de sendikal mücadelede aktif yer alan genç yöneticilerden biri olarak bütün bu süreçten baskı ve işkencelerden payımı aldım, uzun yıllar cezaevinde kaldım. Arkadaşlarım ve ben Otağ-ı Hümayun’da işkencelerden geçirildik.

Bugün emekçiler ve sendikacılar nelerle karşı karşıya?

AKP döneminde Bakanlar Kurulu kararlarıyla durdurulan grev sayısına, kapatılan sendika sayısına bakıldığında zaten bu hükümetin antidemokratik sicili ortaya dökülmektedir. Çok geriye gitmeye gerek yok, 15 Temmuz darbemsi durumun ardından cadı avına başlayan siyasi iktidar örneğin 11 bin 301 öğretmeni açığa aldı ama bunların 9 bin 843’ünü darbe karşıtı, muhalif kimliği olan Eğitim Sen’li öğretmenler oluşturuyor.

12 Eylül dönemi ile bugünü karşılaştırdığınızda neler söylersiniz?

Bundan 36 yıl önce, tank sesleriyle ve marşlarla uyandırılmamızla başlayan süreç Türkiye’yi siyasal, sosyal, ekonomik, hukuksal, kültürel ve bilimsel alanlarda büyük tahribata uğrattı. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi Türkiye nüfusu 44 milyondu, aktif sendikalı işçi sayısı 2 milyon 400 bin civarındaydı. Türkiye’nin nüfusu şu an 77 milyon, aktif sendikalı sayısı 734 bin civarındadır. Türkiye’de örgütlenme özgürlüğünün nereden nereye geldiğini ortaya koymaktadır. 12 Eylül toplumsal muhalefeti ve başta emekçilerin örgütlenme özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlükleri yok etti. Türkiye’nin yaşadığı bu etkilerin sonuçlarını ve devamını günümüzde de yaşamaktayız. 12 Eylül hâlâ güncelliğini koruyor. Darbeyle hesaplaşılmamıştır. Darbenin ürünü olanlar, varlıklarını darbe ortamlarının yasalarında bulanlar bırakın darbelerle hesaplaşmayı, bizzat kendileri yeni darbelerin mimarlığını üstlenmişlerdir.

 

 

TUĞRUL ERYILMAZ: GAZETECİLİK OLARAK BUGÜN DAHA DİPTEYİZ

“12 Eylül’de üniversitede ders veriyordum, o zaman da akademiden atmalara başlamışlardı. Ama bugün olduğu gibi herkesi tek torbaya doldurmuyorlardı. 81’de İstanbul’a Nokta’yı çıkarmaya geldim. Nokta’da çalışırken, 12 Eylül’den sonra darbeciler Turgut Sunalp’in Milli Demokrasi Partisi’ni (MDP) kurmaya çalışıyordu. Bize de ille de Turgut Sunalp’in haberini yaptırmak istediler. MDP’nin amblemi horozdu. Bir Fransız dergisinin reklamını bulduk, kanatları yolunmuş ve kızarmış bir horoz vardı. Biz de o horozu kullandık. Başımıza hiçbir şey gelmedi.”

KAPATILAN GAZETEYE DESTEK

Sonra Ecevit kapağı yapmaya kalktık ve çok ciddi baskı gördük. Gecenin bir saatinde çok iyi bir patron olan Ercan Arıklı ve Nokta hukuk bürosu aradı. Sıkıyönetim Ecevit kapağına izin vermiyor, gelin değiştireceğiz dediler. Yazgülü Aldoğan ve ben gidip kapağı değiştirmeyi reddettik. 12 Eylül’de bunu yapabiliyorduk. Evet kapak değişti ama biz değiştirmedik. İşten de atılmadık. Sonra şunu hatırlıyorum Nokta’da. Yazgülü Aldoğan, yazıişleri müdürüydü, Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ni destekleyen Milli Gazete kapatıldığı zaman, nasıl haber yapacağımızı bilemeyince, gazetenin yetkililerini Nokta’ya davet ettik. Böylece Editör’den yazısında ‘Kapatılan Milli Gazete’nin yetkilileri ziyaretimize geldi’ diye yazabilmiştik.

Çünkü biz gazeteci olarak, gazeteci iktidara karşı bireyin ve mağdurun, güçsüzün yanındadır diye biliyorduk. Şimdi kaybedilen bu. Bir ülkenin siyasal iklimi bütün kurumları etkiler ama en görünür biçimde medyayı etkiler. Otoriterlik dozu arttığı zaman, işler çığırından çıkar. 12 Eylül’de tabii baskı vardı, sonuç olarak askeri rejimdi. Ama şimdiden farkı da vardı: Darbenin, eli mahkûm, tekrar siyasete evrileceği belliydi. Bunun verdiği bir umut vardı. Ve gazeteciler arasında müthiş bir dayanışma vardı. Şimdi bakıyorsun, bir gazeteci, bir köşe yazarı, başka bir gazetenin kapatılması ya da yazarlarının hapse atılması için yazılar yazıyor, haberler yapıyor. Bir yandan gazeteciyim deyip bir yandan şunu içeri atın, şunu kapatın diyemezsin. 12 Eylül’de böyle bir tavır yoktu. Medya, rejim kim ya da ne olursa olsun, iktidara karşı bireyin yanındadır. İktidardakiler askerler de olabilir, komünistler de, İslamcılar da. Medyanın bu görevini yapma duygusu ortadan kalktı. Gazeteciler, 12 Eylül’de şimdiki kadar hükümetin ya da iktidarın basın sözcüsü gibi davranmadı. Kerameti kendinden menkul birtakım adamların çıkıp neredeyse Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın kelimelerini kullanarak konuşması ve gazeteciyim demesi, 12 Eylül’le bugün arasındaki en büyük fark bence. Yani özetle, bence 12 Eylül’e oranla çok daha beter bir dipteyiz. Ben bu işi ifade özgürlüğü ve haber alma özgürlüğü için yapıyorum. Gazeteciyi öldürürsen, bilgiyi de habere ulaşma kaynaklarını da öldürürsün.

'ŞARTLAR DAHA BELİRSİZ'

Şu anda o noktadayız. 12 Eylül’den daha belirsiz şartlar altında yaşıyoruz. Gazetecinin denge politikası gütmek ya da devletin çıkarlarını korumak gibi görevleri yok ki. Gazetecinin kamunun çıkarlarıyla ilgili derdi olmalı. Özetle 60’larda da, 70’lerde de ve 80’lerde de çektik ama bu artık tepeye vurdu.”

HASİP KAPLAN:TÜM DARBELER KÜRTLERİ VURDU

Kürt siyasal hareketine karşı tutumu nasıl oldu?

Yapılan bütün darbelerde Kürtlerin değişik siyasi legal yapılanmaları ve demokratik dernekleri birinci derecede hedef oldu. Son dönemde gerçekleşen postmodern darbeler döneminde Kürtler yine devlet açısından “bölücülük” gerekçesiyle hep hedef oldu. 12 Eylül sağ sol çatışmaları gerekçe gösterilerek yapılan bir darbeydi, muhalif olan Kürt hareketlerine, aydınlara, sanatçılara, emekçilere yöneldi. Her seferinde legal düzeyde çalışma yapanlar tutuklandı.

O günleri kişisel olarak siz nasıl yaşadınız ve neler yaşadınız?

O dönemin avukatıydım. DİSK davasının avukatıydım. İki kere gözaltına alındım. 1982 yılında gözaltına alındım. Kafamda 14 dikişle 58 gün gözaltı sürecinden sonra serbest bırakıldım. 1984 yılında SODEP ilçe başkanıydım. Bu kez de 52 gün gözaltında tutuldum. Yoğun işkencelerden geçtik.

Bugün Kürtler ve Kürt siyasal hareketi nelerle karşı karşıya?

Bugün darbe dinamikleri sürekli işleyen bir durum haline geldi. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle binlerce insan işten atılıyor, tutuklamalar ve gözaltılar oluyor. Bu durumun Kürtlere, seçilmiş milletvekili ve seçilmiş belediye başkanlarına yönelmesi beni şaşırtmadı. Darbeciler de darbe karşıtı olanlar da bunu yapıyor. İkisi de aynı zihniyet. Bir noktada darbe soruşturması derinleşirse suç ortaklıkları ortaya çıkacağı gerekçesiyle hedef saptırmak için Kürtlere yöneliyorlar. 

12 Eylül dönemi ile bugünü karşılaştırsanız neler söylersiniz?

Sıkıyönetim kanunları, işkenceleri kabul edilemez boyuttaydı. Çok insan yaşamını yitirdi. Ama hiç olmazsa sıkıyönetim mahkemelerinde hâkimlerde bir insaf, bir vicdan sınırı vardı. Hukuka riayet durumu vardı. Bugün fiili olağanüstü bir rejim yaşanıyor. Olağanüstü halin (OHAL) ve sıkıyönetimin de bir hukuku vardır. Bugün ne OHAL ne de sıkıyönetim hukuku uygulanıyor. Bir kalemde bütün yargı görevden alınıyor. Bağımsız bir mahkeme diye bir şey kalmıyor. Yurttaşların sığınacağı adalet limanı ve hukuka güven kalmıyor. Bugün Meclis by-pass edilmiştir. Eğer ülke yönetilemez durumdaysa halka gitmek üzere erken seçim kararı alırsınız. Ancak halka gitmek yerine korku imparatorluğu yaratarak, başta basını, siyasetçileri, aydınları susturarak korkunç bir dikta rejimine sürükleniyoruz.

BAHRİ BAYRAM BELEN:ARTIK HUKUKTAN UMUDUM KALMADI

12 Eylül askeri darbesinin hukuka ve hukukçulara karşı tutumu nasıl oldu?

12 Eylül hukuksuz bir eylemle iktidar olan bir yönetimin kendi hukukunu uygulama sürecidir. Hukuk, bir yasa maddesi ile parlamentoyu ortadan kaldırmış ve anayasayı tebdil ve tağyir (değiştirip/ bozup ortadan kaldırmış) bir iktidarın hukuku idi. Ve parlamento olmadığı için kanunları (anayasal ve yasal nitelikte) 5 kişilik ihtilal konseyi (Milli Güvenlik Kurulu) yapıyordu. Ülkenin her yerinde yaygın işkenceler, uzun gözaltı süreleri ve gözaltında avukat görüşmesi yasağı, bazı cezalarda temyiz yasağı, cezanın ertelenmesi yasakları o dönemin çarpıcı karakteristiği idi. Darbe sonrası; ilk olarak, “insan hakları ve demokrasiden” söz edince bu bir suç kabul edilerek, İstanbul Barosu başkanı ve yönetim kurulu üyeleri gözaltına alındı, İstanbul Barosu’nun tüm evrakına askerler tarafından el konuldu. Birçok avukat bürosuna polis tarafından baskın yapıldı gözaltılar yapıldı. Bazı duruşmalarda savunma yapan avukatlar hakkında, mahkemeye hakaretten davalar açıldı. Duruşma sırasında avukatlar tutuklandı. 

O günleri kişisel olarak siz ve çevreniz (diğer avukatlar, hukukçular) nasıl yaşadınız ve neler yaşadınız?

Sokağa çıkma yasağı sonrası İstanbul’da, sıkıyönetim mahkemelerinde davalara giren avukat arkadaşlarla toplantı yaptık. Ve durum değerlendirmesi yaparak dayanışma içinde olunması gereğini konuştuk. Ancak askeri savcılık ve mahkemelerde usul kurallarına darbe iktidarının aksine daha titizlik gösterilirdi. Biz avukatlar bir askeri darbe olduğunu, parlamentonun kapatıldığını biliyorduk. Ama evrensel hukuk değerlerini savunmaya, ödün vermeden hukuku, insan haklarını savunmaya kararlıydık. 

Bugün hukuk ve hukukçular nelerle ve nasıl bir tutumla karşı karşıya?

12 Eylül dönemi ile bugünü karşılaştırıp kısa bir değerlendirme yapsanız neler söylersiniz? Demokratik toplumların ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği sistemlerin hiçbirinde olmayacak şekilde “yargıç- savcı” güvencesi kalmamıştır. Çünkü suçluluğu iddia edilen/suç işlediği anlaşılan yargıç ve savcıların bile disiplin hukuku, ceza hukuk açısından soruşturulma ve yargılanmaları, ulusal/anayasal ve uluslararası belgelerdeki kurallara göre yapılmalıdır. Birçok avukat tutuklanmış ve ofislerine, müvekkillerinin sır bilgilerine el konulmuştur. Tedbir olan gözaltı ve tutuklamalar toptancı bir zihniyetle ve somut suç isnatları olmaksızın uygulanmakta, avukatlar dosyalarla ilgili bilgi alamamakta, hatta savcılarla görüşme fiilen olanaksız hale gelmiş vaziyettedir. Bunlar, 12 Eylül döneminde bile olmayan hukuksuzluk uygulamalarıdır. 12 Eylül döneminde 1402 sayılı yasaya göre birçok akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Ama böylesine yaygın değil, böyle gerekçesiz değil, toptancı değil. Şahsen 12 Eylül darbesi sonrası bile hukuktan umudum vardı. Ve o dönemin biteceğine inancım. Şimdi gelecek için hiçbir umudum olmadığını söyleyebilirim. Hukuk güvenliği diye bir şey kalmadığını hissediyorum.



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler