ALEV SCOTT Virajlarla dolu bir yazı serüveni
Alev Scott, 28 yaşında. Londra’da doğup büyümüş. İngiliz babayla, Kuzey Kıbrıslı annenin kızı. Bundan dört yıl önce yolunu İstanbul’a düşürüyor ve hayatı değişiyor. İstanbul’a gelene dek hiçbir yazı tecrübesi yokken, iki yıl içerisinde hakkında oldukça olumlu eleştiriler çıkan bir kitabın yazarına dönüşüyor. Tıpkı yazılarında anlatmayı sevdiği türden ilginç bir hikayenin baş kahramanı aslında...
Buluşuyoruz. Karşımda dış görünüşüyle İngiliz olduğundan kesinlikle şüphe duymayacağınız bir kadın var. Aksanlı bir Türkçeyle başlıyor konuşmaya. Bir süre sonra İngilizceye dönüyoruz. Türkçeyi doğru kelimeleri seçerek aksanlı da olsa gayet iyi konuşmasına rağmen belli ki karşısında bir gazeteci olduğunda İngilizceyle daha rahat edeceğini düşünüyor.
Zaten buluşmamızdan birkaç dakika önce yoldan attığı mesajda eğer gerekirse İngilizce konuşmamızda bir sakınca olup olmadığını soruyor. Aslında Türkçe ana dili. Hayatının ilk sekiz yılı boyunca çoğunlukla Türkçe konuşmuş. Hatta dört yaşında anaokuluna yazılırken annesi başvuru formuna ana dili olarak Türkçeyi yazmış. Çünkü o sıralarda Türkçesi, İngilizcesinden iyiymiş. Fakat sekiz yaşında anneanneyi kaybetmeleriyle birlikte evde Türkçe konuşulmaz olmuş.
Alev’in Türkçeyle yeniden tanışması 24. yaşgününden bir gün sonra bavulunu toplayıp İstanbul’a yerleşmesiyle olmuş. Tabii bu İstanbul’a ilk gelişi değil. Daha önce ailesiyle birlikte turist olarak geldikleri şehri hep çok sevmiş, ilgi çekici bulmuş. "Türkiye’ye hep bir merakım vardı" diye anlatıyor. Bunda annesinin ve anneannesinin büyük payı olduğunu söylüyor. Yani hayatının bir yerinde hep duruyormuş Türkiye ve özellikle İstanbul.
Üniversitede Yunan Klasikleri okuduktan sonra Londra’da bir operada yönetmen asistanı olarak çalışmaya başlamış. Fakat dışarıdan, freelance olarak. İngiltere’de kalıcı bir iş bulmanın zorluğuyla yüzleştiği günlerde aklına İstanbul’a gelip, burada yaşamak düşmüş. Belki altı ay, bilemedin bir yıllığına... Kazın ayağı öyle olmamış tabii. Dört buçuk yıl önce başlayan İstanbul macerası gelirken aklından bile geçmeyecek bir mecrada akmaya devam ediyor.
YAYINEVİ ISMARLADI
O artık dünyanın en prestijli yayın organlarına Türkiye hakkında makaleler yazan, Türkiye ve kültürü hakkında bir kitabı bulunan ve bir ikincisi yolda olan bir yazar. Daha önce hiç yazıyla ilgilenmemiş birisi için ilginç bir hikaye kuşkusuz. İnsan ilk olarak nasıl başladığını merak ediyor.
Ortada çok da tesadüflere dayalı bir hikaye yok aslında. Türkiye ile ilgili İngilizce yayınlara yazı yazarak para kazanabileceğini düşünmüş ve bir yazı yazıp yollamış. Yazı beğenilince yayınlanmış ve kendisinden bir başka yazı daha istenmiş. Bu şekilde dışarıdan yazılar yazmaya devam ederken gözlem ağırlıklı bir yazısını Faber & Faber yayınevinden bir editör okumuş ve kendisiyle bağlantıya geçmiş. O yazı minvalinde bir kitap yazmayı düşünüp düşünmeyeceğini sormuş ve İstanbul’a gelişinden sadece 18 ay sonra, ilk kitabı Turkish Awakening’i yazmaya başlamış.
Evet, hikaye biraz fazla hızlı ilerliyor farkındayım ama Alev’in hikayesi sahiden de insanı şaşırtacak kadar keskin virajlarla dolu ve belli ki o bu virajların hepsini hızla almaktan mutluluk duyuyor. Kitabı bir yılda tamamlamış. "Türkiye’yi ilk kez keşfediyordum ve etrafımda olup bitene karşı müthiş bir iştah duyuyordum" diyor.
TÜRKİYELİLERE YAZMADIM
Kitapta Alev’in gözlemleri var. Günlük hayattan, Türkiye’nin farklı bölgelerinden, politik gelişmelerden doğan gözlemler bunlar. Bir dolmuşta yaşadıkları da var, teyzelerle girdiği bir diyalog da, Türkiye’nin doğusundan izlenimler de.
AKP hükümetinin politikalarının eleştirisine de rast gelebiliyorsunuz, Alev’in durduğu noktadan göründüğü şekliyle bir Kemalizm tasvirine de...
Fakat kitap Türkiyelilere yazılmış bir kitap değil. Alev de bunun altını ısrarla çiziyor. Zira, önemli bir bölümünde okuyacaklarınız zaten günlük hayatta karşınıza çıkan durumlar, haller. Ancak o durumların bir İngiliz’in gözünden nasıl görünebileceğini merak edenler için ilgi çekici olabilir.
Bunun dışında Turkish Awakening, Türkiye hakkında bir fikir edinmek isteyenler için iyi bir rehber. Lakin öyle bildiğimiz yeme içme mekanları, tarihi lokasyonlar gibi tavsiyelerde bulunan türden bir rehber değil. Türkiye toplumunun nasıl bir toplum olduğunu, batılı bir kadının gözünden nasıl görünebildiğini samimi bir dille ifade etmeyi başaran bir rehber.
Yani bir yabancının turistik ziyaret öncesi okuması halinde memlekette başına geleceklere neredeyse hiç şaşırmadan tatilini tamamlamasını sağlayacak türden bir kitap. Bu çerçevede de oldukça başarılı.
KİM BU TÜRKLER?
Kitaba dair tek eleştirimi Alev’in yüzüne karşı dile getiriyorum. Benimle birlikte Elif Şafak’ın da The Telegraph’a yazdığı yazıda benzer bir eleştiride bulunduğunu söylüyor: Genelleme. Kitabın genelinde "Türkler şöyleler, Türkler böyleler" gibi ifadelere sıkça rastlamak mümkün. Fakat okurken insan düşünmeden edemiyor: Bunlar hangi Türkler? Bir davranış kalıbını Türkler’e atfederek genelleştirmek sahiden mümkün mü?
Yaşadığımız için biliyoruz, Cihangir’le Fatih’i bir potada eritip genel bir Türk tanımına ulaşmak çok kolay değil. Bir ülkeyi tasvir ederken sınıf nosyonunu tamamen elden bırakmamız durumunda meseleyi sadece dindarlar ve Kemalistler ekseninde ele alıyoruz ki, o zaman da bu grupların içerisindeki sınıfsal ayrışmalar gözden kaçabiliyor.
Fakat Alev’in kitapta koruduğu o samimi dil, okurken size sürekli bu kitabın tamamen kişisel gözlemlerden oluşan bir metin olduğunu hatırlatma görevini üstleniyor. Alev de zaten aynı düşüncede: "Türkiye’yi tanımaya çalışan batılı bir kadının gözlemleri onlar. Bugün yazsam pek tabii ki farklı yazarım. Şimdi bakınca bazı yerlerde fazlaca cesur olduğumu düşünüyorum. Fakat cesur davranmasam ve sürekli oryantalizm tuzağına düşüp düşmeyeceğimi düşünsem bu kez de böyle bir kitap yazamazdım."
İkinci kitabı yazıyor
"Sen artık bir yazar mısın?" diye soruyorum. Haliyle sorunun zorluğundan yakınıyor. Ama evet, o artık bir yazar. Nerelere yazmamış ki. Politico, Contemporary Arts, Newsweek, The Guardian, The Times, FT, The Guide... Hayatını yazıdan kazanıyor. Ve ikinci kitabını yazmaya başlamış bile. Osmanlı’daki azınlıklar hakkında bir kitap. Özellikle kimlik ve anavatan kavramlarına merak salmış durumda. İmparatorluğun dağılmasından sonra azınlıkların başına neler geldiğini araştırıyor. Kişisel öyküler üzerinden kitabı günümüze de bağlamayı düşünüyor. İlk kitaptan iyi kazandın mı, diye soracak oluyorum, ‘Harry Potter yazmadım ki’ diye cevap veriyor.
Artık İstanbullu
Evet, altı ay, bilemedin bir yıllığına gelmiş ama dört buçuk yıl geçmiş bile. Şimdilik dönmeyi düşünmüyor. İstanbul’da yaşıyor ve halinden memnun. Tek sorun annesi. "Tipik bir Türk anne" diye tarif ettiği annesinin kendisini sürekli merak ettiğini, gözü önünde olmasını istediğini anlatıyor. O nedenle Alev’in Londra’ya dönmesini istiyormuş. Türkiye’deki siyasi ortam karıştıkça annesinin kaygıları da tavan yapıyormuş. Alev’in de kitabının başında "Anneciğime" yazacak kadar annesine bağlı olduğunu da belirtelim.
Gezi
Gezi, Alev’in hayatında da önemli bir yere sahip. Birkaç açıdan. Öncelikle tam kitabı bitirecek gibiyken Gezi Direnişi başlamış. Durum böyle olunca editörüne kitapta buna yer vermesi gerektiğini söylemiş. Kabul edilince Gezi, başlı başına bir bölüm olarak kitaptaki yerini almış. Alev de bu durumra kitabın tamamını elden geçirip bazı politik eklemeler yapmak zorunda kalmış. Yani Gezi hayatımızı olduğu gibi Alev’in kitabını da çok değiştirmiş. Ayrıca Alev’in Gezi Direnişi esnasında yurtdışına yazdıkları da kendisinin tanınmasında önemli rol oynamış. Türkiye'de ise eyleme destek veren bazı sosyal medya mesajları yüzünden hakkında linç kampanyası başlatanlar olmuş.
Burada yabancı orada Türk
Tamam ilk geldiğinde kendisini İngiliz olarak görüyordu ama burada geçen dört buçuk yılın ardından artık bir miktar bize benzediğini düşünüyor mu? "Bilmiyorum. Devam eden bir süreç bu" diyor. Ama burada yabancı, Londra’da ise bir Türk olarak görüldüğünü söylüyor. "Melez olmanın bir sonucu bu" diyor. Melez kelimesini Türkçe kullanarak. Alev, İngilizce konuşurken bazı kelimeleri Türkçe kullanmayı tercih ediyor. Kitapta da bu böyle. Nedenini soruyorum, "Bunların İngilizce’de bir karşılığı yok çünkü" diyor. Daha doğrusu karşılığın kelimenin gerçek anlamını karşılamadığına inanıyor. Teyzeler, anneanne gibi kelimler için de hep Türkçeyi tercih ediyor.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- Ankaralı Turgut hayatını kaybetti!