Astral seyahat yapan Merkez Efendi’ler...
Astral seyahat yapan Merkez Efendi’ler...
Gerçekler hikâyeler kadar tesirli değil...
Yaşı belirsiz efsanevi Zincirli Selvi’nin kuru gövdesinin gölgesine sığınmış yaşlı adam “Mezarların dilleri olsa da sana bu şehri onlar anlatsa” diyor.
Doğru söylüyor; mezarlar bir dile gelse, geçmiş de yeniden yazılır, gelecek de...
“Ölülerin arkasından anlatılan hikâyeler gerçeği tamamen ortadan kaldırıyorlar galiba” diyorum.
Hikâyeler daha tesirli...
Başını sallayarak beni onaylıyor.
- “Zaten bu yüzden anlatılıyorlar; gerçek dediğin şey hikâye kadar tesirli olamaz”. Bundan o kadar emin değilim. Ama Koca Mustafa Paşa’da, Sümbül Efendi Camii’nin avlusundaki bu yaşlı adamla gerçekler ve hikâyeler üzerine bir tartışmaya girmek içimden gelmiyor.
Hikâyeler üzerinden yeniden oluşturulan bir gerçeklik de artık gerçekliktir çünkü. Mesela şu avludaki Çifte Sultanlar’ın mezarının hikâyesi...
Bu mezarda yatanların gerçekten Hazreti Hüseyin’in Kerbela’dan sonra esir pazarına satılıp oradan Bizans’ın eline düşen; din değiştirmeyi kabul etmeyip Allah’a canlarını alması için yalvardıktan kırk gün sonra ölen ve o zaman bir kilise olan bu caminin avlusuna gömülen kızları olup olmadığının artık hiçbir önemi yok.
Önemli olan, onlarla ilgili anlatılan hikâyelerin gerçekle ilişkisini önemsemeden, Muharrem ayının 10’unda kutsallarını ziyarete gelen Alevilerin bu hikâyeye inanarak kurdukları yeni bir dille kendi hikâyelerini yazmaya devam etmeleri.
İsmi bile şaibeli
Gerçek bazen de yaratılması gereken bir ihtiyaçtır ve hikâyelerin içinden geçip dönüşerek yeniden var olur.
Sümbül Efendi’de insanlar Çifte Sultanlar’ın türbesinde dua ediyorlar; Eyüp Sultan’da da Çifte Gelinler’in.
Çifte Gelinler hikâyesi Çifte Sultanlar’ınkinden daha da belirsiz. Hatta ismi bile şaibeli, “Çifte Gelenler” de deniliyor bu türbeye.
Gelen ya da gelin; anlamı var ya da yok, kimse umursamıyor. Düğün günü gelinler eteklerini yerlere süre süre Eyüp Sultan’ın avlusuna geliyorlar, ellerini açıp türbenin
başında dua ediyorlar.
Bu türbeler gibi hikâyeleri de dokunulmaz. Ölülerle dirilerin arasında sessizce yapılmış bir anlaşma var; kimse gerçeğin peşine düşmüyor.
Herkes kendi gerçeğinde var olmanın peşinde.
Zeyrek’in uçan süpürgeli Koncolozları
İstanbul batıl hikâyelerine sahip çıkan, onları içselleştiren bir şehir ama Müslümanların sahiplendiği dini temelli hikâyelerin çoğu hem kısır bir hayal gücünün ürünü, hem de birbirine benziyor. Tarih boyunca şehrin batıllarına dair farklı hikâyeler anlatan tek bir kişi var: Evliya Çelebi.
Onun şehre dair hikâyeleri herkesinkinden daha yaratıcı çünkü hayal gücü pagan kültürlerden besleniyor; içinde tılsımlar, heyecan ve macera var hep.. Gerçekle bağları olup olmaması ya da bir ibret dersi verip vermemeleri hiç önemli değil. Batı mitolojisinin doneleriyle bezeliler, son derece etkileyiciler ve en önemlisi akılda kalıcılar.
Zeyrek’teki mağaralarda yaşayan ve Zemheri zamanı geceleri çıkıp süpürgeleri ya da uçan at arabalarıyla şehrin üzerinde dolaşan Koncolozlar mesela...
Pantokrator’un izleri
Bu Koncolozlar maymun, kedi hatta çocuk büyüklüğünde tüylü yaratıklar olarak tarif ediliyorlar. Kışın en soğuk zamanlarında ve gece yarılarında dışarı çıkıp insanlara görünüyorlar.
Fazla bir zararları yok ama görünüşleri korkutucu. Bir de sevmedikleri insanları ellerindeki taraklarla vurup yaralama gibi naif bir kötü huyları var.
Evliya Çelebi Koncolozların Molla Zeyrek Camii’nin altındaki mağaralarda yaşadığını anlatıyor.
Altında mağara değil ama büyük sarnıçlar bulunan bu cami yirmi yıl önce geldiğimizde ihtişamlı bir harabeydi. Osmanlı döneminde camiye çevrilen ve Ayasofya’dan sonra Bizans’ın ayakta kalmış en büyük ikinci kilisesi olan Pantokrator’un izleri o harabenin iskeletinde hâlâ duruyordu.
Aklanıp paklanmış
Yıllardır süren restorasyon çalışmaları artık tamamlanmak üzere. Kiliseden camiye dönen yapı Zeyrek’in ortasında açılan bir boşluğa konmuş kocaman görkemli bir kuş gibi. Etrafındaki kaçak yapılar yıkılmış, eski evler restore edilmiş, sokaklar düzenlenmiş, mahalle tam anlamıyla aklanıp paklanmış.
Bunun kaçınılmaz sonucu, Zeyrek bir zamanlar sahip olduğu derinliğini ve ruhu restorasyonun yapay estetiğine teslim etmiş.
Ara Güler’in bu sokaklarda 46 yıl önce çektiği fotoğrafa bakıyorum; tahtaları kararmış ahşap evlerin arasında gerili iplerde çamaşırlar asılı, ortada çocuklar koşturuyor ve daha taş bile döşenmemiş toprak zeminli meydanda bir eşek dolanıyor.
Tam fotoğrafın çekildiği noktadayız. Mahallede hiç hareket yok. Sokakları bomboş. Tuhaf bir kimsesizlik sarmış kilisenin çevresini.
Çok ötelerde boş bir tarlada saçları kınalı kızlı-erkekli bir kaç Suriyeli çocuk, sessizce oyun oynuyorlar.
Yanlarında genç bir adam, elinde bir hortum Suriye plakalı bir arabayı yıkıyor.
Caminin arkasındaki sağlık ocağından çıkan bastonuna dayanmış birkaç yaşlı kadınla adam sokak boyunca ayaklarını sürüye sürüye ağır adımlarla yürüyor. Zaman hem durmuş hem de aynı zamanda kaybolmuş sanki.
Koncolozlar buralara artık hiç uğramaz gibi...
Çetin Altan’ın röportajından: “İstanbul’un özellikle fakir ve kuytu semtlerinde
halkın dinsel efsaneler, hurafeler, dilekler ve adaklarla karışık garip bir mistiği var. Daha çok kadınların dünyasında genişleyip şekillenen bu mistiği katı, batıcı hatta haris bir fanatizme dönüştürenler İstanbul’un yerli halkından çok, taşradan geçinme hatta para yapma yaratıcılığıyla gelmiş olanlar.”
Astral seyahat yapan Merkez Efendi’ler...
Çetin Altan “Al İşte İstanbul”da şehrin özellikle fakir ve kuytu semtlerinde yaşayan halkın batıl inançlara olan yatkınlığını ve bu yatkınlığı kullanan kurnaz politikacıların başarısını “Ezik bir sınıfın çaresizlikten öfkeye geçişi” diye tanımlamış.
O bu tanımı yaptığında Adalet Partisi altı yıllık iktidarının sonlarına yaklaşmakta. 1971 askeri muhtırası kapıda. Partisini Demokrat Parti’nin devamı olarak sunan ve bu yüzden hakkında soruşturma açılan Demirel, “İmam-Hatip okulları taassuba karşı açılmış aydınlık pencerelerdir” diyor ve muhafazakâr kesimin oylarını kazanmaya çabalıyor.
Hurafelere inanmak
Bugün neredeyse tüm liseleri imam hatibe çeviren bir iktidar var başta. Altan’ın söz ettiği o ezikliği ve öfkeyi basamak yaparak on üç yıl önce zirveye tırmanmaya başlayan politikacıları zar zor sırtından atmaya çalışan cumhuriyet rejimi, İslami dayatmalara karşı varoluş savaşı veriyor.
Ve halk batıla ve hurafelere şimdi 46 yıl öncekinden daha çok inanıyor.
Topkapı surlarının dışında, Mevlanakapı’nın karşısında bulunan Merkez Efendi Türbesi’nin hemen yanındaki Nağmedar adlı çayhanedeyiz.
Burası hafta sonları ney dinletilerinin yapıldığı bir mekân. Buraya gelenlere gün boyu ücretsiz çay veriliyor. Turistik bir mekândan ziyade kendisini Merkez Efendi’nin müridi sayanların toplandığı bir meclis. Kadınlar ve erkekler küçük gruplar halinde sohbet ediyorlar.
Geldiysen mutlak bir hikmeti vardır
İçerdeki hava huzurlu ve mistik. Herkes birbiriyle kısık sesle konuşuyor. Fonda derinden gelen bir ney sesi. Pencereden içeri giren ışık bile sanki ulvi.
Sağımızda başı açık, modern görünümlü iki genç kız ve orta yaşlı türbanlı bir kadın. Kadın benimle sohbet etmeye başlıyor. Soru sormaktan ziyade bir şey anlatmak ister gibi. Gazeteci olduğumuzu söylüyorum, ilgilenmiyor. Buradaki varlığıma mistik bir anlam yüklemekte ısrarlı.
“Geldiysen mutlak bir hikmeti vardır. Göreceksin. O istemiştir gelmeni” diyor. O, dediği Merkez Efendi. Merkez Efendi mucizeleri ve olağanüstü güçleriyle meşhur. Astral seyahatler yaptığına inanılıyor ve yeraltındaki şifalı suları bulduğuna. Aynı zamanda mesir macununun da mucidi.
Vecde geldi
Onlarla biraz daha sohbet ediyoruz. Merkez Efendi’nin kerametlerini anlatıyorlar uzun uzun. Dilediği zaman rüyalara girdiğini, karısının parmaklarından çıkan ateşte yemek pişirdiğini, uzak diyarlarda padişahın kızının kervanına saldıran haydutların birden karşısında zuhur edip, onları korkutup def ettikten sonra yeniden görünmez olduğunu...
Ve illaki buraya geldiysek, o istediği için geldiğimizi anlatıyorlar.
Biz kadınla söyleşirken diğer yanımızda oturan erkek kalabalığından içerideki sükûneti altüst eden anlık bir haykırış yükseliyor. Kadın o yöne şöyle bir bakıp bana açıklama yapıyor. “Vecde geldi”.
Üçü birden gözlerini kapatıp ağızlarının içinde belli belirsiz bir dua okuyorlar. Genç kızlardan biri eğilip fısıldıyor:
- “Burası böyle bir meclis. Vecde gelen Allah sevgisiyle haykırır.”
Anlamak mümkün değil...
Çaylarımızı içtikten sonra kadınlarla vedalaşıp dışarı çıkıyoruz. Biz sohbet ederken erkeklere daha yakın oturan Yücel’e soruyorum.
-“Sen fark ettin mi adam neden bağırdı öyle?”
-“Hiç, aralarında geyik yapıp gülüşüyorlardı” diyor.
Kadın bunu fark ettiği halde uygunsuz davranışı örtbas etmek için mi vecd yalanını uydurdu yoksa kendisi de o haykırışı dini bir heyecan mı sandı, anlamak mümkün değil.
Zihnimizde doğru tartıp tartamadığından emin olamadığımız halde kefeleri devamlı dolup taşan bir terazi... Hem her şeyi o teraziye koyuyoruz hem de asla gerçeği bulamıyoruz.
Bu bir rejim paranoyası mı yoksa yerinde bir hayatta kalma refleksi mi tartışaduralım, artık okullarda Türkçe öğretmenleri çocuklara Allah’a ve peygambere mektup yazma ödevleri veriyor; biyoloji öğretmenleri evrimden bir safsata olarak bahsediyor; tarih öğretmenleri savaşların Allah’ın yardımıyla kazanıldığını anlatıyor.
Halk kendini gerçeğin değil hurafelerin vaatlerinde daha güvenli; bu sistemi körükleyen iktidar da kendini bu halkın desteğiyle daha güçlü hissediyor.
Yarın: Ahlaka uygun davranmak ya da davranmamak; işte bütün mesele bu...
En Çok Okunan Haberler
- Emekliye iyi haber yok!
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği