Atilla Dorsay’dan dört kitap
Atilla Dorsay'la son dönemde çıkardığı dört kitap üzerine Gamze Akdemir konuştu: "Quo Vadis İstanbul", "Emek Yoksa Ben de Yokum", "Türkan Sultan'a Armağan" ve "100 Yılın 100 Türk Filmi"...
"Emek adeta provaydı, Gezi’yi tetikledi!"
“Quo Vadis İstanbul-Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü”, “Emek Yoksa Ben de Yokum!-Bir Kültür Semtinin Çöküşü”, “100 Yılın 100 Türk Filmi”, “Türkan Sultan’a Armağan.” Hepsi de Atilla Dorsay imzalı ve kısa süre önce raflardaki yerini aldı. İlk ikisinde 1994’ten beri kent üzerine yazdığı yazılardan bir seçme sunmasının yanı sıra günümüzdeki sorunlara kültür sanatın, emeğin, emekçinin kanına giren iktidarı kıyasıya eleştirerek kapsamlı şekilde uzanıyor Dorsay. Halkın direnişini Emek’le başlayıp Gezi’yle sürdüğünü imlediği halkın direnişine şapka çıkarıyor. Türk Sinemasının 100. yılı dolayısıyla hazırladığı “100 Yılın 100 Türk Filmi”nde ise 1930’lardan başlayarak bulabildiği tüm önemli filmleri DVD’lerden izleyerek yepyeni yorumlarla yeniden kaleme alıyor. “Türkan Sultan’a Armağan” kitabında da 2007’den bu yana dijital makineyle çektiği 100 Şoray fotoğrafından ve yazar ve sinemacıların hakkında kaleme aldıkları kimi eleştirel de olan yazılarla buluşturuyor okurları. Dorsay'la kitaplarını ve her alanda süregelen direnişi konuştuk.
- “Emek yoksa ben de yokum!” sözünüz, şaşırtan ve iddialı bir karardı.
- Aralık 2011 tarihli aynı adlı yazımda Emek Sineması yıkıldığı zaman okurlarıma, yazı yazmayı, gazeteciliği, edebiyatı değil ama Sabah’taki köşemi yani gündelik gazeteciliği bırakacağıma dair bir söz vermiştim. Bu, biraz rötarla da olsa Nisan 2013’te gerçekleşti.
“MELEK’TEN EMEK’E DÖNÜŞ, SOSYETEDEN HALKA DÖNÜŞTÜ”
- Aynı adlı “Emek yoksa ben de yokum!” kitabınızda “Emek sanki bir provaydı. Emek olayı Gezi olaylarını tetikledi, hızlandırdı, toplumsal altyapısını oluşturdu” diye yazıyorsunuz.
- Gezi Direnişi, Emek olayının üzerinden iki ay bile geçmeden başladı. Toplumsal olaylar, böyle çığın düşmesi gibi giderek büyüyen, etkileşen olaylardır. Emek bir kilometre taşı oldu. İnanıyorum ki biri öbürüne ilham vermiş olabilir. Düşündüğüm ve yazdığım gibi eğer bu olayların sırası değişik olsaydı Emek Sineması'nı da kurtarabilirdik belki. Fakat emin olun Gezi Parkı’nı kurtarmış olmak da benim için Emek kadar değerli.
- Emek Sineması'nın seyircilerinin nasıl bir sosyolojik profilde seyrettiğini de irdeliyorsunuz. Önceleri biraz seçkinler kulübü gibi.
- Şişli’den, Nişantaşı’ndan Sosyete adeta akın ederdi çünkü. Emek, bir zamanlar ki adıyla Melek, sosyetik diye tabir edilen bir sinemaydı. Daha sonra Melek Sineması büyük bir dönüşüm geçirdi. 1960’ların sonlarında Emekli Sandığı aldı sinemayı ve adı da Emek oldu. Bu aynı zamanda politik bir dönüşümdür. Halka açıldı, sanata, kültüre daha çok açıldı. Tam da bu sıralarda sinemada sıkı bir hareketlilik başladı, işte Sinematek’in kurulmuş olması, yeni çıkan dergiler, başlayan tartışmalar, art arda gösterime giren François Truffaut’lar, Jacques Demy’ler, Ingmar Bergman gibi önemli Avrupalı yönetmenlerin filmleri derken halkın şansına sinemada sıkı bir hareketlilik başladı. 1970’lerde de Emek gayet iyi işler yaptı ama 1980’lerde başka bir şey oldu. İstanbul Film Festivali kendine asıl salon olarak daha 1982’den itibaren Emek’i seçti, harika bir ekstra ilgiyi beraberinde getirdi bu durum, kuyruklar sokağı dolanırdı. Bu festivalle birlikte Emek, bir sürü yeni kuşak seyirci artı yönetmen yetiştiren bir büyük etkinliğin ana yuvası oldu. Böylece Beyoğlu’nun tarihi içinde kendini yenileyen, yeni akımlara, toplumsal değişimlere ayak uyduran ve sosyetenin gözdesi bir mekândan sanatın ve her kesimden halkın yuvası olan bir mekâna dönüştü. Soyluluğunu, eşsiz etki gücünü hep koruyarak… Böyle bir yerdi Emek.
- Bu ortamı yaşamayanlar ise yıkılmasında beis görmedi.
- Tabii ki bugün bizi yönetenlerden Başbakandan, Bakanlardan “Niye vaktinde gidip Emek’i görmedin, festivallerde film izlemedin, bu keyfi niye tatmadın?” diye hesap soramayız. Onların farklı hayat hikâyeleri olmuştur ve buna da saygım var. Ama bizler de aynı saygıyı hak ediyoruz. Böyle düşünenlerimiz de çok şükür ki az değil. Emek kapatılıyor dendi ve insanlar yürüdü! Türkiye’de bir sinema salonunun kapatılması karşısında böyle bir hareketin olması beklenebilir miydi? Tabii nasıl Gezi Direnişi'ne teşhis koyamadılarsa -hâlâ da öyle- Emek direnişine de teşhis koyamadılar. Ait olmadıkları, bilmedikleri, kendilerine yakın hissetmedikleri siyasi ve ideolojik görüşlere karşı oldukları gibi kültürel yaşamları simgeleyen mekânlara da karşılar. En azından antipati duyuyorlar, Emek, Atlas ve Lale kapanmış, hiçbir şey ifade etmiyor. Sadece bu da değil bu mekânlara karşı olmalarında kadın erkek birlikteliğine karşı olmalarının da etken olabileceğini düşünüyorum; festivallerde insanlar kadın erkek birlikte de sinemalara, tiyatrolara gidebiliyor çünkü.
- Kendilerine karşı muhalefetin yükseldiği ve yuvalandığı yerler olarak da görüyorlar.
- Doğrudur, nerede kültür yeşerirse orada muhalefet oluşur. Artık muhalif olmak eskiden olduğu gibi aydınların veya seçkinlerin işi değil. Bugün muhalefet -iktidarın beceriksizlerinin de katkısıyla- topluma geniş biçimde yayıldı. İnsanlar sadece kültürel değerler için değil, Anadolu’nun her yerinde HES’lere, barajlara, altın madenlerine karşı da harekete geçmiş durumda. Çok ciddi bir kırsal kesim muhalefeti söz konusu.
“EMEK’İ BAŞBAKAN’IN YIKTIRDIĞINI ENGİN ARDIÇ BİLE KABUL ETTİ!”
- Emek’in korunması adına yürüttüğünüz girişimlerde size açıkça yalan söylendi. Başka?
- Evet, açıkça... Bu iktidar bize bunu açık açık yaptı. Bakanlarla, Büyükşehir ve Beyoğlu Belediye Başkanlarıyla kaç kez konuştum, ricalarda bulundum. Hatta Başbakana bir mektup bile yazdım. İlk defa “Emek Yoksa Ben de Yokum!” kitabımda yer alıyor. Gayet safça, hâlâ bir aydın yazarın kültür çığlığına kulak verebileceğini düşünüp yazdım o mektubu Başbakan’a. Hiçbir etkisi olmadı tabii.
Bize hiçbir zaman doğrular söylenmedi. Çok açık bir örnek: TÜRSAK’ın yürüttüğü Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali’nde bana onur ödülü verilmişti. Cemal Reşit Rey’deki ödül gecesinde sahneye çıkan dönemin bakanlarından Egemen Bağış “Atilla Dorsay üzülmesin, biz Emek’i olduğu gibi koruyacağız ve kim bilir ona o salonda daha kaç ödül vereceğiz” dedi. Bunu sadece bana söylemedi, koca salonda herkesin önünde söyledi. Bunu söyledikten bilmem kaç ay sonra Emek yıkıldı. Engin Ardıç da Sabah’ta bana saldırdığı ve benim T24’te cevap verdiğim yazıda şöyle diyordu: “Atilla Dorsay ne bekliyordu ki? Gazetenin patronu -Sabah demiyor tabii- Başbakan’a telefon edip ‘Ne olur Emek’i yıkmayın’ mı diyecekti. Bunu mu bekliyordu.” Bu cümle bile açıkça gösteriyor ki iktidara oldukça yakın olan Engin Ardıç’a göre bile Emek’in yıkılmasının ardında bizzat Başbakan var. Çünkü yazının adresi, yazıda anılan o, bakan veya belediye başkanı değil.
“İKTİDARA İLK GELDİĞİNDE AKP’YE ÇOK DA KARŞI ÇIKMADIM!”
- “Emek Yoksa Ben de Yokum!”da “Bir Tayyip Erdoğan Portresi Denemesi” ve “Gezi Parkı’ndan Kalan” raporu da yer alıyor. Nasıl bir “deneme” ve “kalan” söz konusu olan?
- 47 yıllık gazeteciyim. Erdoğan’ın yükselmesi ilk günden beri izlediğim ve o yıllarda sinema dışı köşelerim de olduğu için üzerinde yazdığım bir konu oldu. Açıkçası AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemdeki yükselmesine, demokrasiye inanmış birisi olarak çok da karşı çıkmadım. Sandıktan çıkan bir sonuçtu, vatandaş olarak saygı gösterdim. Üstelik din kurumuna çok saygım var. Ben dindar değilim ve dindar bir aileden de gelmiyorum ama her zaman dine, inananlara saygı duymuşuzdur.
Dolayısıyla Cumhuriyet’in belli dönemlerinde en azından kendilerini ezilmiş, dışlanmış hisseden bir kesimin bu duygulardan kurtulmuş hissetmesini sağlayan; ekonomi konusunda da saygı duysak da üç beş ailenin elinde gibi gözüken; ekonomiye Anadolu sermayesinin de katılmasını, böylece ekonominin ülkede daha da serpilmesini öneren bir iktidara ilk baştan çok sert bakmadım. Erdoğan da doğrusu o yıllarda bambaşka davrandı. Mesela müthiş bir yeşil taraftarı gözüktü. Ayrıca gökdelen karşıtıydı, yapılmaya başlananları eleştirmişti. Sonra mağdurdu! Başlarda feleğin tokadını yemiş, bir şiir okuduğu için hapse atılmış bir adamcağız gibiydi. Safça inandım fakat gerçek yüzünü görmek uzun sürmedi.
“Quo Vadis İstanbul”da da yer alan, Emek ve Gezi olaylarından çok önceleri bir yazımda, Türkiye’nin temel sorunlarından birisinin, AKP’den değil belki ama en azından ülkeyi kamplara bölen ve demokrasinin önündeki en büyük engel olan Erdoğan’dan kurtulmak olduğunu vurguladım.
- Her iki kitabınız için düpedüz politiktir demeliyiz artık.
- Doğrudur. Ne rezil bir şey olduğu ortaya çıkan sözde kentsel dönüşümden, miting alanları için denizi doldurmalara, demokrasinin, insan haklarının, adaletin, tarihi değerlerin, tüm hayati kurumların derdest edilmesinden, sayısız masumun hapislerde çürütülmesine, despot bir liderin sultasının kuklası bürokratlara dek pek çok konuyu gözler önüne sermeye çalıştım. Beni en çok kamçılayan da yerel seçimlerin yaklaşması oldu. Bu kitaplar yerel seçimlerde halkın karar verme mekanizmasına küçük de olsa bir etki yaparsa çok mutlu olurum.
“SİMGE MEKÂNLAR BİRER İKİŞER GİTTİ”
- Bu arada Ahmet Misbah Demircan’a epey bir yer ayrılı kitapta.
- Ahmet Misbah Demircan konusunda duyduğum çok büyük hayalkırıklığı temelde Tayyip Erdoğan hakkında duyduğumuz hayalkırıklığından çok farklı değil. Üstelik Demircan, Erdoğan’dan farklı olarak çok sempatik bir insandı. Zaman içinde kültür ve tarih konusundan adeta bihaber olduğu iyice ortaya çıkan biri olduğunu üzülerek gözlemledim. Ne yazık ki AKP’li belediye başkanlarının çoğu görev yerlerine başka amaçlarla getirilmiş böyle insanlar. Birikim falan hak getire! Aynısı hakkında tahkikat yürütülen Fatih Belediye Başkanı için de söylenebilir. O, İstanbul’un eski tarihi yarımadasını yönetti -çok kötü hem de- üstelik. Üzerine otel veya işhanı çıkılan eski Bizans veya Roma eserlerinin haddi hesabı yok ve AKP büyük bir küstahlıkla aynı başkanları yine aday gösterdi. Özellikle Fatih ve Beyoğlu AKP’li başkanlar elinde kalırsa gözüm arkada gideceğim.
- Hem “Quo Vadis İstanbul-Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü Başka” hem de “Emek Yoksa Ben de Yokum!-Bir Kültür Semtinin Çöküşü” kitaplarınızda başka simge, anıt mekânlara da yer veriyorsunuz.
- Elbette, yıkılan sinemaların yanı sıra kapatılan tiyatroları da lokantaları da yazdım. Şimdi kapalı olan Lale, şimdi kapalı olan Yeni Melek, Allah’a şükür direnen Beyoğlu Sineması da benim için birer sevgilidir. Sonra, Beyoğlu’nda Karaca Tiyatrosu da Genar Tiyatrosu da kapatıldı. Şehir Tiyatroları'nın komedi ve dram bölümleri de bugün yok. Oysa pekâlâ ihya edilebilirdi. Küçük Sahne var ama bitkisel hayat sürüyor. Ferhan Şensoy’un kişisel popülaritesi sayesinde Ortaoyuncuların perdeleri açtığı Ses Tiyatrosu yaşıyor. Simge lokantalar da kapandı, bir Hacı Baba, Hacı Salih, Rejans, Ağa Restoran, hiçbiri artık yok. İnci Pastanesi de sürüldü. Aydın mekânları da gitti, Papirüs, Arif’in Çiçek Bar’ı, Kaktüs… Demirören AVM tek kelimeyle korkunç. Bir zamanlar Baylan Pastaneleri vardı. Edebiyatçılar, sanatçılar, aydınlar orada toplanırdı, söyleşiler yapılırdı. Edebiyatta “Baylancılar” denilirdi hatta. Bu tip mekânlar bir Paris’te ise korunuyor, yüzyıllardır var olanları bile var. Kimisi kendine ait nedenlerle kapanma noktasına da gelmiş olabilir hepsini belediye kapattı demiyorum ama bu aşamada kültürel, halka mal olmuş mekânlardır diyerek sahip çıkılamaz mıydı? Belediyenin adeta işine geldi.
“100 YILIN 100 TÜRK FİLMİ RETROSPEKTİF BİR TOPLAM”
- Bir diğer kitabınız “100 Yılın 100 Türk Filmi.”
- Sabah’tan ayrılalı 9 ay oldu. Hayatımın en verimli dönemi oldu diyebilirim. Bu kitabı Türk Sinemasının 100. Yılı dolayısıyla hazırladım. 1930’lardan başlayarak bulabildiğim tüm filmleri DVD’lerden izledim.
Aralarında “Bataklı Damın Kızı Aysel”, “Beklenen Şarkı”, Refik Halit uyarlaması “Sürgün”, “Kanun Namına” gibi unutulmaya yüz tutmuş 1940’ların, 1950’lerin, 1960’ların bazı filmlerini seçtim. Atıf Yılmaz’ı yeniden keşfettim. Ve aslında programımda olmayan iki filmini aldım 1960’lardan; “Erkek Ali” ve “Ah Güzel İstanbul”. Böylelikle Atıf abinin beş filmi yer aldı. Lütfü Akad’ın 1970’lerdeki üçlemesi “Gelin”, “Düğün”, “Diyet” ile birlikte yedi filmi yer aldı.
- İzlek, günümüze uzanan yelpazede her filme ayrı bir değerlendirme yazısı şeklinde.
- 1930, 1940, 1950 ve 1960’ların filmleri tamamen yeni baştan yazıldı. 1970’ten sonrakileri ise yeniledim. Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” filmi için yazdığım yazıyı beğenmedim, baştan izledim ve yepyeni bir yazı yazdım mesela. Böyle bir toplamın faydası retrospektif olması da. Yani tüm bu filmlere bugünden geriye doğru bakıyorsun. Bu 1930’ların filmleri için de, Muhsin Ertuğrul için de geçerli, beş yıl önceki film için de geçerli. Hepsine bugünden bir bakış getirdim ve böylece bir bütünlüğe ulaştı.
İşte çok yakın zamanda “Fetih 1453” filmi için bir yazı yazmışım ama o zaman filmin 6.5 milyon seyirci yapıp da bütün zamanların “box office”inin tepesine oturacağı tabi bilinmiyordu. Filmi yeniden izledim, nasıl böyle popüler bir başarı elde ettiğini göze alan bir yazı yazdım. Bence o film Türk halkının kendi tarihiyle barışmasının bir simgesidir. Sanatsal açılarının yanı sıra her bir filmin böyle sosyolojik karşılıkları da yer aldı kitapta.
- Skala ille de filmi sevip sevmemenize göre şekillenmemiş.
- Halkta karşılığı olup olmamasına önem verdim. Popüler filmleri hiç dışlamadım. Sinema popüler de olmak zorundadır. Popüler olandaki iyi şeyi bulmaya çalıştım. İşte popüler yapıtlar olarak ilk iki Hababam Sınıfı ikileme olarak var. Aynı şekilde iki tane de Kemal Sunal filmi yer aldı. Sevmemek dedin ya; Kemal Sunal da çok bayıldığım bir oyuncu değildir ve sineması da bayıldığım bir sinema değildir. Ama büyük bir komedi ustasıdır ve halkımızın en sevdiği oyuncudur. En iyi filmleri de Zeki Ökten’in yönettikleridir, kitaba da “Kapıcılar Kralı” ve “Çöpçüler Kralı”nı aldım. Aynı şekilde bence yine popüler sinemanın çok kaliteli örnekleri olan Vizontele filmleri de kitabımda yer aldı.
- Yeni yayınlanan bir diğer kitabınız ise “Türkan Sultan’a Armağan”da, 2007’den bu yana dijital makineyle çektiğiniz 100 Türkan Şoray fotoğrafıyla bir kez daha taçlanıyor sinemanın Sultan’ı.
- Evet, ayrıca hakkında kaleme alınmış yazılar da yer alıyor. Fakat öyle övmeye endeksli falan yazılar değil, sanatını takdir eden yazılar olduğu kadar eleştiren yazılar da var. Birçok filmini yönetmiş Ülkü Erakalın mesela -ki bence çok kırıcı sözler söyledi- sonra Ali Bulaç bazı filmlerinde gereksiz bir açık saçıklık olduğuna dair bir görüş dile getirdi. Akılcı bakanlar var, duygusal bakanlar var. Kutsama yok, ben de öyle olmasını istemedim.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Quo Vadis İstanbul-Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü/ Atilla Dorsay/ Remzi Kitabevi/ 302 s.
Emek Yoksa Ben de Yokum!-Bir Kültür Semtinin Çöküşü/ Atilla Dorsay/ Kırmızı Kedi Yayınevi/ 218 s.
Türkan Sultan’a Armağan/ Atilla Dorsay/ Alfa Yayınları/ 136 s.
100 Yılın 100 Türk Filmi/ Atilla Dorsay/ Remzi Kitabevi/ 328 s.
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu