Çocuklarla yetişkinleri bir kılan bir edebiyat (03.02.2021)
Bugün fantastik edebiyat denildiğinde akla ilk ağızda J. K. Rowling’in Harry Potter kitaplarının, J. R. R. Tolkien’in Hobbit’inin, Yüzüklerin Efendisi’nin kurgusal evrenleri geliyor. Ben “fantastik” yerine “düşlemsel” demeyi yeğliyorum. “Düşlemsel edebiyat” dediğim zaman da, neden diye soruyorum kendi kendime, Homeros’un İlyada ve “Odysseia’sından Binbir Gece Masalları’na, Gogol’ün Burun’u ve Bulgakov’un Usta ile Margarita’sından Poe’nun birçok kısa öyküsüne, Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında’sından Stevenson’ın Dr. Jekyll ile Bay Hyde’ı ve Define Adası’na, H. G. Wells’in Zaman Makinesi ve Doktor Moreau’nun Adası’na, Orwell’in Hayvan Çiftliği’ne, dahası García Márquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ına, pek çok yapıtı düşlemsel edebiyat içinde düşünmeyelim?
Mario Vargas Llosa, “İnsan mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır,” diyordu. “La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve Şaşkın Şövalye’yle at sürmek, Kaptan Ahab’la bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile arsenik içmek, Gregor Samsa’yla böceğe dönüşmek…”
Şimdi düşünüyorum da ömrüm boyunca yalnızca Cervantes, Melville, Flaubert, Kafka okurken değil, nice yıldır Stevenson, Hašek, Wells, Orwell, Rulfo, Borges çevirirken de edebiyata, romanların, öykülerin o düşler ve düşlemler evrenine sığınmışım anlaşılan. Hem içinde yaşadığımız gerçekliğe katlanabilmem hem onun üstesinden gelebilmem hem de onu daha iyi kavrayabilmem için Dr. Jekyll / Bay Hyde, Şvayk, Doktor Moreau, Winston Smith “yoldaşlarım” olmuşlar.
DÜŞLEMSEL EDEBİYAT
Bugün fantastik edebiyat denildiğinde akla ilk ağızda J. K. Rowling’in Harry Potter kitaplarının, J. R. R. Tolkien’in Hobbit’inin, Yüzüklerin Efendisi’nin kurgusal evrenleri geliyor. Ben “fantastik” yerine “düşlemsel” demeyi yeğliyorum. “Düşlemsel edebiyat” dediğim zaman da, neden diye soruyorum kendi kendime, Homeros’un İlyada ve “Odysseia’sından Binbir Gece Masalları’na, Gogol’ün Burun’u ve Bulgakov’un Usta ile Margarita’sından Poe’nun birçok kısa öyküsüne, Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında’sından Stevenson’ın Dr. Jekyll ile Bay Hyde’ı ve Define Adası’na, H. G. Wells’in Zaman Makinesi ve Doktor Moreau’nun Adası’na, Orwell’in Hayvan Çiftliği’ne, dahası García Márquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ına, pek çok yapıtı düşlemsel edebiyat içinde düşünmeyelim?
Özellikle 1960’lardan bu yana, dar tanımı içersinde gelişen, sinema ve televizyon filmlerine, çizgi romanlara, video oyunlarına da uyarlanan fantastik edebiyat, daha geniş anlamıyla düşünüldüğünde, zaman zaman, farklı gibi görünen türlerle de çakışmıyor mu? Bence, burada anahtar sözcük “düş/lem”.
GECE VE GÜNDÜZ DÜŞLERİ…
Dr. Jekyll ile Bay Hyde, Stevenson’ın gece düşlerinin, belki de karabasanlarının ürünü ise, Define Adası da gündüz düşlerinin yaratısıdır desek yanlış mı olur?
1881’de yayımlanan Define Adası, Stevenson ile üvey oğlu Lloyd Osbourne arasında düşlerden beslenen bir oyun olarak doğmuştu. Çocuklar için heyecanlı bir serüven öyküsü olmanın ötesinde, insan davranışlarının ardında yatan çelişkili yönlere vurgu yapan iğneleyici anlatımıyla giderek yetişkinleri de büyük ölçüde etkileyen bu büyüleyici masal, omzunda bir papağanla dolaşan tahta bacaklı Long John Silver karakteriyle zihinlerimize yerleşen “korsan imgesi”ni oluşturmuştu.
Stevenson’ın, “Define Adası”nın yayımlanışından beş yıl kadar sonra, bir sabah bir karabasandan uyanıp “Jekyll ile Hyde”ın yarısına yakınını karısı Fanny ile üvey oğlu Lloyd’a anlattığı, üç dört gün içinde de kaleme aldığı söylenir. Bu gotik novella ya da alegorik korku romanı, besbelli, kendinden sonraki düşlemsel edebiyatı az etkilememiştir.
HESAPLAŞMA VE AHLAKSAL SORUMLULUK
H. G. Wells’in 19. yüzyıl sonlarına doğru yayımlanan Zaman Makinesi’nde, Zaman Gezgini, kendi buluşu olan o aygıta biner, Zaman’da bir yolculuğa çıkar ve Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılına gider. Evet, bu roman, içinde yaşadığımız uygarlığın Zaman’la bir hesaplaşması olduğu kadar uygarlığın eriştiği aşamanın bir eleştirisidir de. Zaman Makinesi’ni okurken, sanki bir anlamda dünyanın sonuna tanıklık ederiz, insanlığı bekleyebilecek bir yazgıyla yüz yüze geliriz, Wells’in Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılını düşleyebilen düşlemgücü aracılığıyla.
Wells’in Doktor Moreau’nun Adası adlı romanında ise, öykü, deniz kazasına uğradıktan sonra oradan geçmekte olan bir tekne tarafından kurtarılarak Doktor Moreau’nun yaşadığı adaya getirilen Edward Prendick’in ağzından anlatılır. Doktor Moreau, hayvanlara viviseksiyon uygulayarak insansı melez yaratıklar yaratma çabasındadır. Bu romanda, aslında, dönemin İngiltere’sinin toplumsal yaşamında da gündemde olan fiziksel acı ve acımasızlık, ahlaksal sorumluluk, insanın doğaya müdahalesi gibi pek çok felsefi izlek çıkar karşımıza. Bana kalırsa, Doktor Moreau’nun Adası’nı da daha çok bir bilimkurgu romanı ve gerilim öyküsü olarak nitelendirsek de düşlemsel ya da fantastik edebiyatın kapsamına almamızda bir sakınca yoktur.
ORWELL’İN PERİ MASALI!
George Orwell’in Hayvan Çiftliği adlı yapıtının bir altbaşlığı vardır: Bir Peri Masalı. Orwell bu altbaşlığa hiç kuşkusuz boş yere yer vermemiştir. Bir çiftlikte yaşayan hayvanların, kendilerini ezen ve sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum oluşturdukları, ama zamanla kurnaz ve iktidar düşkünü domuzların devrimi yolundan saptırarak, insanların yönetiminden nerdeyse daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurdukları bu romanda bir baskı biçiminin yerini başka bir baskı biçimi alır.
Orwell, eleştiri oklarını diktatörlüğe, totalitarizme gönderirken, İngiliz edebiyatının Swift’e kadar uzanan yergi geleneğine sığınmakla kalmaz, masal anlatmanın Binbir Gece’den Grimm Kardeşler’e erişen sonsuz geleneğine de yaslanır. “Hayvan Çiftliği”, hayvanlar âlemi kadar insanlar âlemini de içine alan bir peri masalıdır, ama korkunç sonla biten bir peri masalı.
Masalların bir işlevi de içinde doğdukları topluluğun düş ve korkularını yansıtmak değil midir? Kimin sözüydü: “Ne zaman bir çocuk, ‘Peri masallarına inanmıyorum,’ dese, bir yerlerde bir peri ölür.” Perileri yaşatmak da fantastik edebiyatın bir işlevi olsa gerek…
MARQUEZ’İN YALNIZLIĞI!
Gabriel García Márquez, yayımlandığı 1967’den bu yana edebiyat tutkunlarının elinden düşmeyen, okuyanların belleğinden silinmeyen Yüz Yıllık Yalnızlık’ta, düşsel Macondo köyünün ve köyü kuran Buendía ailesinin geçmişini, başından geçenleri, yaşadıklarını anlatırken, dedesinden, ninesinden dinlediği öykülerden, masallardan da yararlanarak bir düş evreni yaratmıştır. Artıp eksilmeden sürüp giden bu düş evreni, yarım yüzyıldan fazla bir zamandır düşlemlerimizin ayrılmaz bir parçası olup çıkmıştır.
Hayallerden kurulu bir dünya, belki de gerçek dünyadaki insanların doğaüstü, büyülü yaratıklara dönüştüğü düşsel bir evren, bir düşler âlemi. Fantastik edebiyat deyince, gözümün önüne böyle resim geliyor. Ama Binbir Gece’yi, Define Adası’nı, Küçük Prens’i, Alice Harikalar Diyarında’yı, Hayvan Çiftliği’ni düşündüğümde, “Galiba düşlemsel edebiyatın en heyecan verici yanı, çocuklarla yetişkinleri tek bir okurda bir kılması,” diyorum kendi kendime. Ve aklımdan Montaigne’in bir sözü geçiyor: “Çocukların oynadıkları oyunlara oyun demek zordur. Çocuklar hiçbir zaman oyun oynarkenki kadar ciddi değildirler…”
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Restoranlarda 'harcama limiti' uygulaması başladı
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması