Değişimin görünen ve görünmeyen hedefleri
1876’dan 2017’ye, Abdülhamid’den Erdoğan’a Türkiye’nin anayasaları.
Baştan söylemeliyim; bana göre bu değişiklikte iki görünür hedef vardır: Birincisi “Hedef 2023” öncesinde Cumhuriyet rejimi yerine Kaddafi’nin “Libya İslam Cemahiriyesi” benzeri, bir tek adam rejimi getirmek için mıntıka temizliği yapmak. Onun içindir ki bu değişiklik salt bir hükümet etme sistemi değil, bir rejim değişikliğidir.
İkincisi ise birincisiyle iç içe; tek adama sınırsız yetkilerine karşın, ömür boyu siyasi sorumsuzluk ve adli suçlarından yargılanmama güvencesi sağlamak.
Elbette bunlar görünen olanlardır. Bir de bu değişikliği gerektirici ekonomik-politik arka plan vardır. Asıl belirleyici olan da bu değişikliğin üzerinde yükseldiği, iç ve dış ekonomikpolitik unsurları havi işte o platformdur.
Ülkemizi, ulusumuzu ve onun bileşenleri halklarımızı, tehdit eden çok önemli ve ciddi bir rejim değişikliğiyle karşı karşıyayız.
Yaşadığımız yıllara baktığımızda üzülmemek olanaksız. Kaç askeri, kaç sivil diktatörlük gördük. Sanki bu ülkenin önüne hep beterin de beterine doğru inen bir kaydırak koymuşlar, yuvarlanarak karanlık bir çukura düşmekteyiz.
Önce 1960 darbesini gördük. Askeri darbelerin iyisi olmaz ama, onunla üç politikacının canı, nice politika insanının hapishanelerde geçen yılları pahasına da olsa, anayasa tarihimizin en özgürlükçü, en geniş siyasal temsili olanaklı kılan 1961 Anayasası’na sahip olduk.
Peşinden 15-16 Haziran genel işçi direnişleri, üniversite işgalleri, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözleriyle, 60’lı yıllar geldi.
Sonra, 1961 Anayasası’nı kesip biçen ve daraltan, “üçe üç” diye bağrışlarla üç gül fidanının boynunun koparılmasını onaylayan Meclis’li, Ziverbey Köşkü adlı işkencehaneli ve binlerce insanımıza zulüm yapan zalimleriyle 12 Mart’ı yaşadık.
Sokaklarda yurtsever gençlerin yaşamlarına mal olan çatışmaların yükseldiği 70’li yılları gördük.
Daha sonra idamlar, işkencede infazlar, yüz binleri aşan mahpuslar ve bir o kadar “zor zanaat” sürgünleriyle 12 Eylül. Güçlü yönetim adına parlamenter yönetimi zincire vurulmuş “Amayasa’sıyla”, 12 Eylül hukukunu sırtımıza yükleyen askeri darbe yönetimine, yaşayarak tanık olduk.
Sonrasının faili meçhul cinayetleri, kayıpları ve çatışmalarda yitirilen on binleriyle bir doksanlı yıllarla tanıştık.
Ve geldik bugüne.
Bugün OHAL koşullarında 12 Eylül’ün yaralayıp elimize verdiği parlamenter sistemi, tümüyle kaldıracak ve yerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tanımıyla “devletin tüm gücünü tek bir elde toplayacak”, yani tek adam rejimini getirecek bir anayasa değişikliği için referanduma gidiyoruz.
Ülkemiz tarihi bir dönemeçte; gün susup oturulacak gün değil, gün ülkemize, insanımıza vefa ve vicdan borcunun hesap günüdür. İki değerli anayasa hocamızın (*) milletvekillerine yazdıkları mektuplarındaki “Bugün bizim susmaya hakkımız yok” sözleri, herkes için yaşamsal bir çağrıdır.
Halkoylaması, tek adam rejimine giden köprüden önceki çıkış için son şansımızdır.
Umalım bu oylama HAYIR’lara vesile olur.
(*) Prof. Dr. Cem Eroğul ve Prof. Dr. Fazıl
Sağlam, Milletvekillerine Açık Mektup,
BirGün, 12 Ocak 2017
1876’dan 2017’ye, Abdülhamid’den Erdoğan’a
Türkiye’nin anayasaları
İlk anayasamız 1876 yılında, bir ferman anayasası olarak yürürlüğe girdi. İki kanatlı; Ayan Meclisi ve Meclisi Mebusan’dan oluşmakta; zamanın koşulları çerçevesinde parlamenter bir rejim getirmekteydi. Padişah II. Abdülhamid Han, ancak bir yıl tahammül etti. Bugünden tam 140 yıl önce 1877’de Meclisi Umumi’yi kapattı ve 33 yıl sürecek “tek adam rejimine” döndü.
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet, Abdülhamid’in de sonunu getirdi.
Var olan anayasada değişiklikler yapılarak parlamenter sistem güçlendirildi. İki önemli ilke anayasa tarihimize bu dönemde girmiştir. Biri, devlet başkanının (padişahın), Meclis’te sadakat yemini etmesi, öteki de meclislerin her yıl, padişahın davetine gerek olmaksızın kendiliğinden toplanıp çalışmaya başlamasıdır.
İmparatorluk meclisleri 11 Nisan 1920 tarihinde işgal kuvvetleri tarafından kapatılıncaya kadar çalışmalarını sürdürmüştür.
Bunun üzerine Ankara 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’yi açmış ve 1921 Anayasası’nı imparatorluk sonrasının ilk anayasası olarak kabul etmiştir. İlk maddesinde “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen bu anayasaya göre, yasama ve yürütme gücünün tek sahibi Meclis’in kendisidir. Kurtuluş Savaşı, mutlak Meclis hâkimiyetini kabul ve tek adam yönetimini reddeden bu anayasa ile yürütülmüştür:
Daha sonra 1924 Anayasası yapılmış, rejimin parlamenter niteliği sürdürülmüştür. Çok partili sisteme de bu anayasa ile geçilmiştir.
1961 Anayasası iki meclisli parlamenter rejimi benimsemiş ve 12 Mart 1971 darbesinde büyük tahribata uğramasına rağmen 12 Eylül 1980’e kadar yürürlükte kalmıştır.
Hâlâ yürürlükte bulunan 12 Eylül Anayasası ise, yürütmenin ve başı olan cumhurbaşkanının yetkileri eskiye göre güçlendirilmiş de olsa, özünde bir parlamenter rejim anayasasıdır. 2007 yılında cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin kabulü ve bir başka 12 Eylül (2010) referandumuyla bu özden uzaklaşmanın adımları atılmıştır. Özellikle yargı yürütmeye eklemlenmiştir.
Cunta halefleri sürek avında: parlamenter rejim hedefte
Aslında sanmayın ki başkanlık isterisi yalnızca AKP’ye özgüdür. Baktığımızda görüyoruz ki bu eğilim, sağ diktacı, otoriter politikacılarımızın onmaz bir hastalığıdır.
İlk adımı General Evren, 1982 Anayasası ile atmıştı; öncekilerden daha geniş kapsamlı cumhurbaşkanı yetkilerini, anayasaya koydurdu. Kendisinden sonra gelen sivil cumhurbaşkanları bu yetkileri daha artıracak arayışlara girdiler.
Çankaya’ya çıkışının hemen ardından Turgut Özal, Türkiye için başkanlık rejimine geçilmesine ilişkin düşüncesini seslendirmişti. Seslendirmişti ama karşısında “Çankaya sakini diktatörlüğe özeniyor” haykırışını bulmuştu. Bu haykırışın sahibi Demirel, cumhurbaşkanı olunca aynı öneriyi, bu kez kendisi için dile getirmeye başladı. Değişen neydi? Yoksa Çankaya’nın havası, suyu ya da toprağı mı sakinlerini değiştiriyordu?
Onuncu Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında tartışma bir kez daha gündeme geldi. Adaylardan FP’li Prof. Nevzat Yalçıntaş, bir televizyon habercisinin sorusunu yanıtlarken, ileri sürdüğü “tüm dünyada bu yönde bir gidiş var”(!) savlamasını, kendisine kanıt yaparak, Türkiye’de de başkanlık yönetiminin kabul edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’ndan “Beşli Uzlaşma ile” Cumhurbaşkanı adayı olan yargıç Ahmet Necdet Sezer ise, Mahkemenin kuruluş yıldönümü konuşmasında, 1982 Anayasası’nın Çankaya’ya tanıdığı yetkilerin çokluğundan söz ederek azaltılmasını öneriyordu.
TBMM, ikinci görüşün sahibini, Sezer’i Çankaya’ya gönderdi.
Dün dündür, bugün bugündür diyenler: Sihirli kavalın peşinde
Düne kadar başkanlık sistemine diktatörlük diyerek karşı çıkmış kimi siyasetçiler ve partilerin, bugün bu kavalın sesine esir oldukları görülüyor.
En başta MHP Başkanı Devlet Bahçeli ile bir kısım MHP milletvekili geliyor. 9 Mayıs 2015 tarihinde yaptığı konuşmada Devlet Bahçeli şunları söylüyordu:
“Recep Tayyip Erdoğan tipi başkanlık sistemi Türkiye’nin bölünmesinin reçetesidir. Demokrasinin idam fermanıdır. Tek adam diktatörlüğünün beratıdır. Hırsızlık ve yolsuzluk ruhsatıdır. Beştepe hanedanı ve AKP yönetimi, aile boyu rüşvet ve yolsuzluk çamuruna batmıştır.
17-25 Aralık yolsuzluk dosyalarının bir daha açılmamak üzere kapatılması ve bu rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk çarkının döndürülebilmesi, Tayyip Erdoğan’ın bütün yetkileri elinde toplayarak diktatörlüğünü ilan etmesine bağlıdır. Yeni anayasa ile başkanlık sitemine geçilmesi bunun için istenmektedir.”
O zaman “dün dündür, bugün bugündür” mü?
Neyin karşılığı demeyeceğim ama sormadan da etmeyeceğim; her eleştiriye her itiraza ve soruya yanıt veren Bahçeli, yeni sistemde cumhurbaşkanı yardımcısı olmak, birkaç MHP milletvekilini de bakan yaptırmak uğruna, evet yoluna girdiği ithamlarına neden açık bir yanıt vermiyor?
Bir başka politikacıdan daha söz etmek istiyorum: Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş.
Kendisi HAS Parti Başkanı iken başkanlık ya da yarı başkanlıktan değil parlamenter sistemden yana görüşler ileri sürmekteydi. Bugün ise çobanın sihirli kavalının peşinden giderek AKP yönetiminin tek adam önerisini savunmaktadır.
HAS Parti başkanı olarak Meclis’e sunduğu anayasa değişikliği önerilerinde demişler ki: “...mevcut 12 Eylül sisteminin anayasası başta olmak üzere, siyasi partiler yasası, seçim yasası, Meclis içtüzüğü ve diğer yasaları demokratikleştirilmeden gidilecek olan başkanlık ya da yarı başkanlık sisteminin seçimle işbaşına gelen krallıklar oluşturacağı açıktır...”
Herhalde Kurtulmuş’un bu görüşleri terk etmesini açıklayacak, “dün dündür”den daha inandırıcı gerekçeleri vardır.
DEĞİŞİKLİĞİN GEREKÇELERİ ÜZERİNE
İstikrar ve koalisyon saptırması
Değişikliğe gerekçelerinin başında istikrarı sağlamak ve koalisyonlar dönemine son vermek savı, daha doğru söyleyişle saptırması geliyor.
Cumhuriyetin ilanından günümüze dek üç anayasamız oldu. 1924 Anayasası 36 yıl yürürlükte kaldı. Bu uzun ve sıkıntılı 36 yıl içinde 23 hükümet değişikliği yapıldı. Bunların hiçbiri koalisyon hükümeti değildir. 1961 ile 1980 arasındaki 19 yıl içinde 18 hükümet değişikliği görülmektedir. Yalnızca sekizi koalisyon hükümetidir. 1982’den sonra, AKP’nin iktidara geldiği tarihe kadarki 20 yılda 13 hükümet değişikliği yaşanmıştır. Bunların yedisi koalisyon hükümetidir. AKP’nin tek başına iktidar olduğu, 15 yıl içinde ise 8 hükümet değişikliği görülmektedir. Bunların hepsi ya perde arkasından ya da doğrudan Erdoğan’ın başbakanı olduğu hükümetlerdir. Bu saptamalar yukarıda bir tablo halinde yer alıyor.
Peki, bu rakamlar neyi anlatıyor. 1923’ten bugüne geçen 94 yılda 65 hükümet kuruldu, onların arasında yalnızca 16 hükümet koalisyonla oluşturulmuştur. Bu tablo, istikrarsızlığın kaynağının koalisyonlardan değil uygulanan yanlış ve /veya yetersiz politikalardan kaynaklandığının ifadesi olup değişikliğe gerekçe gösterilen “koalisyonlara son” ve “istikrar için” söylemlerini yalanlamaktadır.
AKP’DEKİ ISRARIN SEBEBİ NE?
Sivil anayasa beklerken partili anayasa geldi
1982 Anayasası, darbe anayasası olarak pek çok eleştiri almıştır. Onun için de yeni anayasanın sivil anayasa olması ortak istemdir. AKP 24. Dönem Uzlaşma Komisyonu’na dek parlamenter rejimi değiştirme yönünde görüş bildirmedi. Uzlaşma Komisyonu’nda 60 madde üzerinde anlaşmaya varıldı. AKP ise uzlaşmaya varılmış o maddelerin hükümsüz bırakılması pahasına, başkanlık sistemi önerisinde uzlaşmaz biçimde ısrarcı oldu. Bu tutum, anayasanın yine bir darbe, ama bu sefer partisel darbe anayasası olması sonucunu dayattı.
Genel gerekçede, önerilen maddelerle de bağlantısız, hani laf olsun torba dolsun hesabı söylenenler, yazılanlar bir kenara, sağlam bir gerekçe getirmiyor. Fakat üzerinde durulması gereken önemli bir sav var:
“…Türkiye’nin hükümet sistemini millete ve onun iradesine güveni esas alan bir şekilde düzenlemek, sadece demokrasi ve hukukun gereği değil, aynı zamanda milletimizin canı pahasına ortaya koyduğu bir talep haline gelmiştir.”
İyi de önce şu soruya yanıt vermek gerekir; bu talep kimden geldi. Halkın böyle bir talebi mi vardı? Gerekçede “milletimizin canı pahasına ortaya koyduğu bir talep” denildiğine göre söylenmek istenen 15 Temmuz girişimidir. Öyleyse sormaya başlayalım:
O girişimi yapanların hedefinde parlamenter sistemi lağvedip yerine İslami bir başkanlık sistemi getirmek yok muydu? Ya da o girişime direnenler, “en büyük başkan bizim başkan” sloganlarıyla parlamenter sistemin kaldırılmasını mı istiyorlardı? Sonuçta ortak payda, parlamenter rejimi gömmek ve başkanlığa geçmek olmuyor mu? O girişim için “Allah’ın bir lütfu” denilmesinin sebebi hikmeti neydi? O girişim başarılı olsaydı bugün yaşananlardan farklı daha neler yaşanacaktı?
Başkanlık savunmalarının dayanılmaz hafifliği
İktidar sözcülerinin ve yandaşlarının dillerinde tüy bitti. Tam başkanlık dediler, o olmazsa yarı başkanlık ya da partili başkanlık olur dediler. En sonunda yedekledikleri MHP üst yöneticileriyle birlikte dünyada örneği bulunmayan (!) Türk usulü cumhurbaşkanlığında karar kıldılar. Oysa ülkemizde prematüre bir fiili başkanlık sistemi uygulanmakta zaten. Öyleyse anayasa değiştirme ısrarında, niye bu şiddet ve celal ve de telaş? Yoksa, “Bu nasıl iş, fiili başkanlık sistemi anayasaya aykırıdır” diyen biri çıkıp, da hesap soramasın diye mi bütün çabalar?
Anlaşılan gerekçeyi kaleme alanlar, “yürürlükteki meclisli parlamenter sistem ülkeyi bölünme tehlikesi altına sokacak potansiyeldedir. Terörün nedeni, zehri parlamenter sistemdir, panzehir ise başkanlıktır” demek istiyorlar.
Yani ya bizim sultamız ya da kelleniz! Böylesi akla zarar bir düşünceye ne denir ki? Hele de “Başkanlık sistemi olmazsa, ülke bölünür, ha!” korkutması yok mu; en komik kaçan da o. 94 yıl, 65 hükümetli parlamenter rejimde ülke bölünmedi de şimdi mi bölünecek?
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da, “Bu değişiklik kabul görürse terör de biter” demesin mi? Bu bir önceki gibi komik olmanın da ötesinde korkunç bir ikrar ve itiraf değilse nedir?
Dolmabahçe protokolünde verdiği fotoğraf ile bu konumunu kaybetmiş eski bakan Yalçın Akdoğan, “Hayır çıkarsa darbe olur” tehdidini savurdu. Be kardeşim, daha ne darbesinden söz ediyorsunuz; o darbe 15 Temmuz sonrasında yapılmadı mı?
Bir zamanların hızlı Fethullah Hoca methiyecisi Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, hayır oyu verecek milyonları terörist ilan etti. Hayırcı terör örgütleri arasında FETÖ, PKK, DHKP-C var. Hatta HDP ve CHP de aynı safta yer almakla suçlanıp terörist demeye getiriliyor. Ama ne hikmetse IŞİD sayılmıyor. Yoksa onlar Evet’çi mi? Bunu birileri açıklasa da bilsek!
İmam gülerse cemaat kahkaha atar demişler. AKP Manisa il başkan yardımcısı en büyük bombayı patlattı: “Yüzde elliyi alamaz da referandumu kaybedersek iç savaşa hazır olun” diyerek cihat çağrısını yaptı.
Yazarlara, akademisyenlere, gazetecilere, anayasa değişikliğine hayır çağrısı yapan herkese, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçlamasıyla iddianameler düzenleyen savcılar, bu kişinin eylemi sizce o suçun kapsamına girmiyor mu? Yoksa koltuklarınızda oturmuş, Orhan Veli’nin “ve rüzgârlı havalarda yağmur eğri yağar” mısralarını mı mırıldanıyorsunuz?
Gelecek on yılların yasal surları çekiliyor
Bugün fiili durumda tüm gücün tek elde toplandığı bir yönetim sürecini yaşıyoruz. Son ve tek karar mercii, ne TBMM ne de Bakanlar Kurulu; yalnızca dünün başbakanı bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Yaşanan, yani var olan durum böyle iken Erdoğan’ın başkanlık rejimi için bu ısrarı neden? Israrlı, çünkü anlaşılan gelecek on yılların yasal surlarını inşa edip bu surlar içinde “ecdat”vari bir iktidarın sahibi olmayı istemektedir. Fiili durumu anayasal bir zemine oturtmak, gelecekte de sürdürülebilir yasal bir yapıya dönüştürmek, o platformdan daha da ileriye sıçramanın peşindedir.
Bana göre değişikliğin iki önemli ve görünür ayaklarından biri “bütün iktidar Erdoğan’a” ise, öteki de sorgu sualsiz olmaktır. Yani geçmişe ve bundan sonrasına ilişkin tüm suçlamaların, özellikle de 17-25 Aralık gibi iddiaların ve dosyaların ömür boyu açılmasının, yargılama konusu yapılmasının önüne bir duvar çekmek, onları duvarın arkasına gömmektir.
Bu değişikliğin adı da Türk usulü cumhurbaşkanlığı; dünyada misli menendi bulunmayan, hadi halkımızın ağzıyla söyleyelim; alaturka başkanlık rejimi oluyor.
Doğrusu, söylenenlere hak vermemek zor: Getirilen, başkanlık bile değil, reisliktir.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- DEM Partili vekillerle 'Suriye' atışması!