Derin bir ‘umut’suzluk... Mumcu'nun Cumhuriyet’teki ilk yazısı

UĞUR MUMCU meslek yaşamı boyunca tüm tehditlere karşın gerçekleri yazdı. Cinayetin çözülmesini ‘namus borcu’ sayan devlet, bu borcunu hâlâ tam olarak ödeyebilmiş değil.

Yayınlanma: 24.01.2017 - 20:15
Abone Ol google-news

Uğur Mumcu’nun katledilişinin üzerinden 24 yıl geçti. Suikastın çözülmesi konusunda devlet büyükleri “Bu bizim namus borcumuzdur” dedi. Davada pek çok savcı değişti. Soruşturmayı yürüten savcılardan biri evinde ölü bulundu. Yıllar sonra UMUT adı verilen operasyonla Kudüs Ordusu örgütüne mensup bazı tetikçiler yakalandı. Ancak bu tetikçilerin gerçek tetikçi olup olmadıkları ya da tetiği kim adına çektikleri konusunda bir ipucu yok. UMUT adı verilen operasyon, suikastın arkasındaki gücü bulmaya yönelik hiçbir umut vermedi.

KARANLIK GÜNLER

1990’larda Ortadoğu’da haritaların yeniden çizilmesi için ilk adımların atılması, Türkiye’de laik kesime mensup Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Çetin Emeç’in öldürülmesi, Çekiç Güç’ün Güneydoğu sınırımıza gelip yerleşmesi, 1993 yılında başlayan karanlık olaylar dizisinde önce Uğur Mumcu, ardından Eşref Bitlis ve Ahmet Cem Ersever’in suikasta kurban gitmesi, yine aynı yıl Sivas Madımak ve Başbağlar katliamının yaşanması ülkemizde ve bölgemizde yaşayacağımız karanlık günlerin ön habercisiydi sanki.

Mumcu’nun öldürülmesi toplumda büyük bir sarsıntı yaratmıştı? Düşmanlarında bile saygı uyandıran, mesleğinde araştırmacı-yazar unvanı ile ilk tanımlanan Uğur Mumcu, kimdi, nasıl bir portre çizmiş, o güne kadar hangi karanlık olayların içyüzünü ortaya çıkarmış, kimlerin tekerine çomak sokmuş, kimlerin fincancı katırlarını ürkütmüştü?

Kamuoyu Uğur Mumcu’yu yazar olarak Cumhuriyet’in Düşünenlerin Düşüncesi sayfasında yazdığı yazılarla tanıdı. Mumcu, daha sonra Altan Öymen yönetimindeki ANKA Ajansı’nda çalışırken 1975 yılında aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nde “Gözlem” başlıklı köşesinde yazı yazmaya başladı. 1992’deki kısa bir ayrılığın ardından katledilişine kadar aynı köşede yazılarını sürdürdü.

‘HAYALİ’ TACİRLER

1975 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in yaptığı mobilya yolsuzluğunu Altan Öymen’le birlikte ortaya çıkardı ve belgelerle Türkiye’de hayali ihracat kavramı ile ilk kez tanışmamızı sağladı. Yahya Demirel’in iş ortağı olan Mıgırdıç Şellefyan’ın, ASALA ile ilişkilerini ve devlet tarafından kollanmasını ortaya koyan belgeleri Mumcu ortaya çıkardı.

Güç odaklarıyla asıl büyük mücadelesi silah ve eroin kaçakçıları ile terör örgütlerinin bağlantılarını ve bu kaçakçıların devlet ve siyaset içindeki bağlantılarını ortaya koymasıydı.

AĞCA DOSYASI

Silah kaçakçılığı dosyasından sonra Uğur Mumcu’nun el attığı konu kontrgerilla ve Ağca dosyası oldu. Gazeteciyazar Abdi İpekçi’nin katili ve Papa’nın vurulması olayının faili Mehmet Ali Ağca’nın, arkasındaki derin güçler, Askeri Cezaevi’nden kaçırılması ve yurtdışındaki bağlantıları, onu koruyan gizli servisler, mafya ve ülkücü çetelerin bağlantılarını iğne ile kuyu kazarak gözler önüne serdi.

ÖCALAN-MİT İLİŞKİSİ

1980 sonrasında da devletin Avrupa’daki Diyanet tarafından görevlendirilen imamlarının maaşının Sudi destekli Rabıta örgütü tarafından ödendiğini kanıtladı. Özal hükümetinde Milli Savunma Bakanlığı yapan Ercan Vuralhan’ın Dışişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Daire Başkan Yardımcısı iken, diplomatlar ve dış görevdeki personelin güvenliğini sağlamak için aldırılan zırhlı araçlar konusundaki yolsuzlukları yazan da oydu.

Son yıllarında ise Barzani-Mossad, Öcalan-MİT ilişkilerini ele alan araştırmaları üzerinde çalışıyordu.

Uğur Mumcu’nun katledilişinin arkasında “acaba yine kimin nasırına bastı?” diye yaptığı araştırmalar ve yazıları üzerinde durulması bundandır.

24 YIL SONRA...

Yaşamı boyunca sayısız tehditler alan Mumcu’nun öldürülmesinde yaptığı araştırmaların ya da yazılarının rolünün olup olmadığını bugüne kadar öğrenmek maalesef mümkün olamadı. Belki de bunlardan bağımsız bir idam fermanıydı onun öldürülmesi. Aradan geçen 24 yılda sadece UMUT operasyonu kapsamında tutuklananlardan başka bir sonuç elde edilemedi. Tetiği çekenler gerçekten onlar mı, onlarsa arkalarındaki derin güç kim? Bunları belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Mumcu suikastıyla ilgili gelinen nokta, derin UMUT’suzluk.

UĞUR MUMCU, TOKTAMIŞ ATEŞ’İ NASIL YENDİ?

28 Ocak 1963 tarihinde Ankara ve İstanbul Üniversitesi Talebe Birlikleri arasında “Beş yıllık kalkınma planının uygulanabilirliği” konusunda bir münazara yarışması yapılmış, Ankara Üniversitesi’nin Talebe Birliği heyetinde Uğur Mumcu da görev almıştı. Münazarayı Ankara Üniversitesi kazandı. O tarihte Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Uğur Mumcu, bireysel olarak da en iyi münazaracı öğrenci sıralamasında ikinci olmuştu. Münazaracılıktaki başarısı, sonraki yıllarda artarak sürdü. Asistanlık yıllarında öğrenci forumlarının değişmez ismi, gazetecilik yıllarında da meslektaşlarıyla girdiği polemiklerde hep kazananı olmuştu.

1963 yılında İsmet İnönü Başbakanlığındaki hükümet DPT’nin hazırladığı Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki çalışmalarını Bakanlar Kurulu’na sunduğu günlerde Ankara ve İstanbul Üniversitesi Talebe Birlikleri de bu “Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın Uygulanabilirliği” üzerinde bir münazara düzenlemişti. 28 Ocak 1963 günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi Konferans Salonu’nda gerçekleşen münazarada, İstanbul Üniversitesi Ziya Müezzinoğlu’nun Başkanlığını yaptığı Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı “Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın uygulanabileceğini” Ankara Üniversitesi Talebe Birliği ise “Uygulanamayacağı” tezini savundu.

Sonuçta “Bu planın uygulanması mümkün değildir” tezini savunan Ankara Üniversitesi Talebe Birliği üyeleri, 2765 puan alan İstanbul Üniversitesi karşısında 3740 puanla münazarayı kazanır. Bireysel sıralamada ise Ankara Üniversitesi heyetinden Hüseyin Günday 840 puanla birinci, Uğur Mumcu ise 765 puanla ikinci olmuştur.

Fen Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Rıza Berkan, Orman Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Fehim Fırat ve Şerif Nuri İlkmen ile İktisat Fakültesi öğretim Üyelerinden İdris Küçükömer ve Mükerrem Hiç’in jüri olarak bulunduğu ve kalabalık bir dinleyici kitlesinin izlediği münazaraya Ankara ekibi siyah cüppeleriyle çıkar. Siyasetçilere ve gerici basına eleştirilerin yöneltildiği münazarada konuşmalar 10’ar dakika ile sınırlandırılmış, kura sonucunda ilk olarak İstanbul Üniversitesi ekibinden Toktamış Ateş konuşmuş, plan konusundan karamsar olmadıklarını belirterek planı eleştiren gerici basını suçlamıştır.

İstanbul Üniversitesi’nin münazara ekibi, Toktamış Ateş, Osman Gökçe, Atilla Özkırımlı ve Koray Akman’dan oluşmuştur. Konuk Ankara Üniversitesi’nin münazara ekibinde ise Uğur Mumcu, Coşkun Cabi, Alev Kocatürk ve Hüseyin Günday yer almıştır.

Suçlama: Üniversitedeki anarşik olayları teşvik etmek

MİT’çinin iftirasıyla tutuklandı

12 Mart darbesi gerçekleşmiş ülkede solcu avına çıkılmıştı. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na yapılan yazılı bir ihbarla, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi eski Dekanı Prof. Dr. Uğur Alacakaptan, Doç. Dr. Mukbil Özyörük, Dr. Adil Özkol, asistan Uğur Mumcu ve elliye yakın öğrenci okuldaki anarşik olayları teşvik etmekle suçlanıyordu.

Mahkeme sırasında muhbir vatandaşın Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi “Can Özbay” olduğu anlaşıldı. Can Özbay, duruşmalara gelerek iddialarını sözlü olarak da dile getirdi. Ancak mahkeme safhasında çıkan bir belge herkesi şaşırttı. Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen belgeye göre tanık ve “Bay Muhbir Vatandaş” Can Özbay, MİT ajanıydı.

Can Özbay, duruşma sırasında öğretim üyelerini “Hukuk fakültesinde çıkan bütün olayları bunlar hazırlar ve yönetirdi” diyerek suçlamıştı. Ankara 1. No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen davada tutuklu öğretim üyeleri için mahkûmiyet kararı verildi. Mahkemenin gerekçeli kararı evlere şenlikti. Kararda sanıkların yaptığı eylemler şöyle anlatılıyor:

“Komünist düzen taraftarları, forumlar, konferanslar, açık oturumlar tertip ederek talebeleri esas gaye olan öğrenimlerinden uzaklaştırıp, ayrıca ezilmiş halktan, işçiden bahsederek, yurdun yeraltı ve yer üstü kaynaklarının sömürücülüğü, Türkiye’nin bağımlı bir devlet olduğu, Amerikan emperyalizmi, toprak ağaları, mütegallibe gibi fikirleri ileri sürerek, bu çıkarcı çevrelerle iktidarın işbirliği içinde olduğu sloganlarıyla Marksist-Leninist ve Maoist doktrinleri apaçık metih ve meth’u sena edilerek talabelerin bilinçlendirilmesine ve şartlanmalarına zemin hazırlamışlardır.”

Mahkeme, okuldaki ülkücüleri de “masum, mazlum” sınıfına sokmayı da ihmal etmemişti. Gerekçeli karardan bir bölüm daha: “...Fakülteye sokulmayan ve okuma hakkı tanınmayan ülkücüler...

...Yurt sathında taraf toplamak, anarşik ortam yaratmak için vaki fiillere ve eylemlere karşı çıkan emniyet kuvvetlerinin yanında bulunan, çatışan ve çarpışan yine ülkücülerdir.”

SOLDAN SAĞA...

Mahkeme kararında Mumcu’nun bir makalesi ele alınarak şu yorumlarda bulunuluyor: “Uğur Mumcu, ‘Büyüklere Masallar’ başlıklı makalesinde ‘1 Eylül günü İzmir’e girmiş Mustafa Kemal Paşa, yerle bir olmuş İstanbul paşaları. Sonra tarih yazmış: Vahdettin haindir. Damat Ferit satılıktır. Paşalar uşaktır. Ve tabii halk unutur mu Mustafa Kemal Paşası’nı, söylemiş türküsünü: Askerinle milletinle bin yaşa Mustafa Kemal Paşa, salla bayrağı düşman üstüne. Soldan sağa salla bayrağı düşman üstüne...’ ifade etmek üzere yakın tarihimizden örnek vererek devrimcileri cesaretlendirmek istemiştir. Paşaları da tehdit etmiştir. Türküdeki kelimelerin yerlerini değiştirerek komünist düzenin getirilmesinde bayrağın soldan sağa sallanacağını belirtmektedir.”

SAKINCALI PİYADE

Bir yıllık hapislikten sonra tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilen Mumcu, askere alındı. Hakkında verilmiş bir mahkûmiyet kararı yoktu ancak “Kötü düşüncelere sahip” denilerek askerliğini er olarak yapmak zorunda bırakıldı.

Sıkıyönetim mahkemesi yargılama sonucunda Mumcu’yu 7 yıl hapse mahkûm etti. Yargıtay tarafından kararın esastan bozulması üzerine kararında direnen mahkeme sonucunda yine Yargıtay’ın beraat kararını tanımak zorunda kaldı ve Uğur Mumcu beraat etti.

 

Cumhuriyet’teki ilk yazısı

Uğur Mumcu’nun Yunus Nadi Makale Yarışması için gönderdiği makalesi 26 Temmuz 1962 günü Cumhuriyet’te yayımlandı. Bu yazı Mumcu’nun Cumhuriyet’te çıkan ilk yazısı oldu.

Türk Sosyalizmi

“Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” mısraı, genç bir Türkiye’nin onuncu yılında mutlu yarınlara seslenişiydi. Gel gör ki, birkaç on yılın ardından Türkiye batılı tarifiyle iktisaden geri kalmış bir ülke oldu.

NATO subayları Türkiye’de “çöl zammı” alırlar. İktisadi durumumuz ve itibarımız için en acı misal... Geri kalmış ülke damgasını, Türk aydını, Türk halkı, bir suçlu gibi alnında taşıyor.

Yıllarca kendi çilesine terk edilen fakir halk, geciken yarınların ıstırabı içinde. Toprak - parlamento ağalığına dayanan demokrasimiz, son on yılda sadece köşe başı milyonerleri türetmiş, mutlu azınlıklar, umutsuz çoğunluğun ıstıraplarıyla zenginleşmiş, iktisadi planlar siyasi müteşebbislerin kasalarına bağlanmış, vergiler dar gelirlilerin omuzlarına yüklenmiş, vergi adaleti, sosyal adalet, işçi hakları fantezi bir edebiyattan ileri gidememiş ve en fenası, siyasi ve iktisadi ahlak yoksunluğu bir sari hastalık olmuştu.

Son on yılın iktisadi tablosu karşısında ibretle düşünmeye mahkûm bir kuşağız. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılarımız bu tablonun ressamlarıdırlar.

Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” parolası ile liberalizm, en acı örneğini Türkiye’de vermiştir. Amerikan kapitalizmini sosyalizme antitez misali olarak verenler, bünye farklarını tahlil edemiyenler, oluş şartlarını mukayese edemiyenlerdir.

Ne kazandırmıştır on yıllık liberalizm memlekete? Kalkınma hızı mı? Sosyal adalet mi? Çalışma gücü mü? İktisadi itibar mı? Milli gelirde artma mı?

Yoksa Ortak Pazar toplantılarında bir geri kalmış ülke ismi mi? Son on yılın örneğinden ve sonuçlarından hoşnut olanlar, dünün köşe başı milyonerlerinden başkaları değildir.

Atatürk devletçiliği ne kaybettirmiştir, veyahut iktisadi şartlarımızda ne derece bir değişiklik olmuştur?

Bu soruların cevapları Türk sosyalizminin anahtarıdırlar. Sistemleri, tarihi oluşlarıyla birlikte memleket şartlarıyla düşünmek gerek. Sosyalizm, Lenin’in tarifinde bir işçi diktatörlüğü, Batılı tariflerde bir iktisadi demokrasi, yani halkın iktisaden kendi kendisini idare etmesidir. Bunun içindir ki, aynı sosyalizm altında çeşitli yönler vardır.

Türk Sosyalizmi ne Marx'ın Sosyalizmine benzemeli, ne de Batı sosyalizminin bir kopyası olmalı. Memleket şartlarının yarattığı ve siyasal rejime en uygun olan bir sosyalizm.

Türkiye’de demokrasi, kadrosuzluktan dolayı ideal safhaya erişememiş ve acı sonuçlar vermiştir. Kadrosuz sosyalizm ise kötü bir liberalizm olur. Acılarını yine milletçe çekeriz.

Bugünkü bürokrasi kartvizit imtiyazı, rüşvet alışkanlığı kalkmadıkça, bilgili, rasyonel, dinamik bir kadro bulamadıkça, sosyalizmden mucizeler beklemeyelim. Kelimelerin sihrine değil, tatbikine önem verelim.

İşte Türk halkı, şartların yarattığı bir Türk sosyalizmin ve dinamik ve rasyonel bir kadroya muhtaç...

Her şeye Atatürk gücüyle ve onuncu yıl umuduyla başlayacağız, başlamalıyız.

UĞUR MUMCU
29. Sok. 8-3 Bahçelievler
Ankara


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler