‘Doğumun 100’üncü yılında Enver Gökçe Armağan Kitabı’
“Kendini halkına, mücadelesini davasına adayan şair, susarak anmanın, anarak yaşamanın bileyi taşı oldu hep. Büyük yalnızlığın yaratıcılığında sayısı az da olsa büyük yapıtlar verdi. Mülkiyet hırsını çoktan yenmişti. Yunus’tan insancılığın Pir Sultan’dan başkaldırı geleneğinin bireşimi bir kişilik, insancı bir sosyalist, devrimci bir komünist olarak yaşadı. Hümanizmi insandaki en temel özellik belledi. Bu düşünceyi yalın yaşamının ışıklı öğesi yaptı hep. O, bir örümceğin hücre yalnızlığı... Dil Tarih’te Ruhi Su korosunda bir korist... Sürgünlü işsizliğinde hapis... Açlıkla ölüm sınavı... Köy günlerinin 9 yaşındaki Enver’i... Eğin Aşutkalı bir anı... Tabutluklar’ın işkenceli günleri... Susarak anmanın, anarak yaşamanın bileyi taşı... Pertev Naili Boratav’a ne değin yakınsa, “Mürettip Hasan”a şiir yazacak kadar ona sahiplenen şairi okumaya davet...” Ali Ekber Ataş ile 'Doğumunun Yüzüncü Yılında Enver Gökçe Kitabı’nı konuştuk.
TESCİLLİ KOMÜNİST ŞAİR
- Ne bir haram yemiş ne cana kıymıştı Enver Gökçe, Erzincan’ın bir köyünden çıkmış sıradan bir Anadolu çocuğuydu. Neydi onda olup da onca bedel ödemesine yol açacak ama birilerini de alabildiğine korkutan şey?
Sorularını yanıtlamadan, bir gelişmeyi paylaşayım: Enver Gökçe’nin en eski dostu, arkadaşı İlhan Başgöz, uzun süredir yaşadığı ve kanser tedavisi gördüğü ABD’den Türkiye’ye döndü. Yurt hasretliğini 5 Ocak 2021 sonlandırdı.
Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca’nın girişimleriyle bakanlığın cankurtaran uçağıyla getirilip Ankara Şehir Hastanesi’ne, tedavisine başlandı. İlhan Başgöz’ün Türkiye’ye dönmesinde, başta Doğan Hızlan, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Metin Turan ve Umut Özkan’ın çabaları övgüye değer. Enver Gökçe Dostları Grubu adına teşekkür ediyorum.
Soruna gelirsek: Korkulan şey, Sosyalist devrim. Korkutan asıl sebep, devrim dalgasının dünyayı saracak olmasıydı. Batı emperyalizmi de, Türkiye’nin bu rüzgâra kapılıp Kemalizmin Sosyalizme evrileceği düşüncesinde haksız da sayılmazdı. Ne ki, hem Lenin’in hem Atatürk’ün erken ölümleri, bütün dengeleri değiştirdi.
Türkiye’de Kemalist devrim temele inmedi. Acı, ama gerçek bu. İkinci bir yan var ki, daha vahimiydi. TKP hareketinin şansızlığı ve de hatası, bütünüyle sırtını Sovyetlere yaslamış olmasıydı. Oysa Lenin’in bütün umudu, Sosyalist devrimin yakın bir tarihte Avrupa’da da başlayacağı yönündeydi.
Gerçekleşmeyince, İngiltere ile gizli antlaşmalar devreye sokuldu. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının kurban edilmesine ses çıkarılmaması, bu antlaşmaların bir sonucudur. Ve Lenin 1924’te ölünce iktidarı Stalin devralır. Malum, bütün muhaliflerin susturur.
Devriminin geleceği belirsizliğine, Avrupa’da baş gösteren faşizmin yayılmacı ve yükselişi, Batı’ya bakışı bütünüyle değiştirdi. 1930’larda başlayıp 40’larda doruğa ulaşan faşizm, emperyalizmin can simidi oldu.
1936’da, Separat Kararları alınır. Bu kararın ardından Komintern, 1936-42 arasında TKP Merkez Komitesi’nin Türkiye’deki çalışmaları dondurur. Fakat komünist faaliyetler tamamıyla durmaz. Merkez komite atıldır. Bütün komünist partiler tek merkezden yönetilmektedir.
Yani Komintern tarafından. Komintern’de ağırlık Sovyetler olunca, onlar da, Lenin ve Atatürk’le başlayan süreçteki “karşılıklı dostluk ve güvene dayanan” dış politika gereği, TKP’nin CHP içine sızarak çalışmaların, bu parti içinde birer militan olarak yürütmeleri istenir.
Ne ki, 30’lar ve 40’lar dünyası çok şeylere gebedir. 1915 ile 30’lu yıllar arasında, hiç olmayanlar gerçekleşti: Çanakkale Zaferi, Sovyet Sosyalist devrimi, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı…
Emperyalist Batı’nın, bu iki yenilgisi ve Sosyalist devrimin insanlığa “Bir başka dünya mümkün” diyen başarısı, sömürge ekonomisinin çöküşüyle taçlandı adeta. Ne ki, sonraki süreçler beklenmedik gelişmelere gebeydi.
Durum, hiç de Lenin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdikleri devrimlerinin lehine gelişmedi, gelişmesine, ne ki bir yandan da Sosyalist düşünce başka coğrafyalarda farklı devrimlerin dalga dalga yayılmasını başlattı.
Bütün bu nedenler düşünülmüş ve daha gelişip serpilmeden büyüyüp dallanıp budaklanmadan başı ezilmeliydi ve öyle oldu. TKP bütün kadrolarıyla ortaya çıkarılıp insanlık dışı uygulamalara maruz kalmalarının da sebebi oldu diyebiliriz.
ARKADAŞIM ÖRÜMCEK!
- “Arkadaşım Örümcek” yazısı bence Doğumunun Yüzüncü Yılında Enver Gökçe Kitabı’nın en ilginç yazılarından biri. Ve inanıyorum ki sadece hapishane ile başı bir biçimde dertte olan insanları değil, duyarlı herkesi düşünmeye sevk edecek samimi, gerçekçi bir yazı. Enver Gökçe’nin hapishane sürecinden söz eder misiniz?
“Arkadaşım örümcek” anısını ben, tam 13 yıl (14. yıla girdik) önce, 2008 Eylül’ünde, Esat Yavuztürk’ten, evinde dinlemiş ve yazılı olarak da kendisinden almıştım. Hatta öykü bana, kitabın bitimine yakın zamanda aynı adla bir şiir de yazdırdı.
“Arkadaşım Örümcek” yazısı ile ilgili düşüncene katılıyorum. Bence de, Aziz Nesin ve Mehmet Kemal’in 40 yıl önceki yazılarıyla birlikte kitabın en ilginç yazısı. Enver Gökçe gibi davasına bağlı biri için büyük acıları yenebilme nedeni.
Biz, şairleri yapıtlarıyla tanır, öyle biliriz. Çoğunluk, kişide hayal kırıklığı yaratan bir durumdur bu. Çok azında, yaşamıyla sanatı, yaşantısıyla yapıtları arasında bir bütünlük var. Gökçe başka bir örneği olmayan tek şair belki de. Kendisi diyor: Nasıl yaşıyorsan/öyle düşünüyorsun demek.
Enver Gökçe’yi TKP’yle tanıştıran ve onu partileyen kişi Şevki Akşit’tir. Türkiye Gençler Derneği davasıyla ilk tutukluluğunu yaşar. Üç ay Ankara cezaevinde kalır. Asıl felaket ömür boyu hastalığına sebep tutuklama “951 Tevkifatı”yla gelir.
Sekiz yıl boyunca “DP döneminin yabacı uzmanlar tarafından yönlendirildiği söylenen ‘Siyasi polis’”ince izlemeye alınmışlardır. Tutuklanan ilk kişi de, 25 Ekim 1951’de, Sevim Tarı’dır (Belli).
TKP lideri Zeki Baştımar ile İstanbul’da görüşmesinin ardından yurt dışına çıkmak üzereyken gözaltına alınır. Ardından 200’e yakın kişi tutuklanır. Amaç, TKP örgütünü bütünüyle çökertmektir. Yakalananları çözüp konuşturmak için İstanbul’da ünlü Sansaryan Han’ında insan olan hiç kimsenin aklına gelmeyecek yöntemlerle en ağır işkencelerden geçirilirler.
Tabutlukları, 1940’larda yayımladığı dergilerde “her ırkın üzerinde bir Türk ırkı” yazar, kafatasçı bu söylemin, ünlenen “müseccel” (tescilli) ırkçısı Reha Oğuz Türkkan’ın, “Tabutluktan Gurbete” adlı kitabındaki şu bölümden okuyalım:
“İstanbul emniyet Müdürlüğü'nün, Sansaryan Han'daki eski binasında bulunmaktaydı bu işkence mekânları. 40-50 cm. uzunluk ve genişliğinde, iki buçuk metre yükseklikte, penceresiz beton oyuklar oldukları yönünde çeşitli ifadeler vardır dönemin tabutluk sakinlerinin. Tabutluklarda sanıklar bileklerine geçirilen zincirlerle havada sallandırılır ve hemen başlarının üstündeki ampullerle çok güçlü bir ışığa ve ısıya maruz bırakılırlarmış. (…) …sadece Türkçü-ırkçılar değil komünist diye nitelenenler ve bazı siyasiler de misafir edilmişlerdir…”
İki yıl “Tabutluk” denilen yerlerde tutulmakla bırakılmazlar. İstediklerini alana değin en ağır işgenceler iki yıl boyunca sürer. Bununla da bitmez…
- Kitaptaki yazılarınızdan birinde Enver Gökçe’nin zorlu hapishane sürecindeki en önemli kazanımlarından birinin Fransızcasını geliştirmesi olduğunu söylüyorsunuz. Bu gelişmenin edebiyatımıza yansımaları neler oldu?
Ataol Behramoğlu, Enver Gökçe’nin Pablo Neruda çevirilerini olağanüstü güzel bulduğunu söylüyor, bu çevirileri Fransızca’dan mı yaptı Enver Gökçe, başka çevirileri var mıydı?
Hapishanede, Fransızcasını geliştirmesinin en büyük nedeni, dava ve hapishane arkadaşı Orhan Süda’nın çok iyi Fransızca bilmesidir. Süda, Fransızcasını ilerletmesi konusunda onu, çeviri yapacak kadar Fransızcasını geliştirmesine yardımcı olur.
Gökçe’nin çeviri düzeyinde bir dil bilmesi, onun, zaten hazır olduğu özdekçi, evrensel düşünceye ve evrensel şiirle buluşmasını da sağladı. Bireysel gelişimini ve sanatçı kimliğini oluşturma sürecini, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir seyirde geliştirir.
Şöyle de demek olanaklı: Arı, çiçek ve bal ilişkisinde nasıl bir diyalektik yaşanıyorsa, Enver Gökçe’nin kişiliği, sanatçı ve siyasal kimlikleri de bu diyalektikte bütünlükte seyreder. Çünkü o, dünya ve insanlığın sorunlarını, Marksizmin evrensel ilkelerinde temellendirir. Bu bağlamda, Enver Gökçe en bireysel iletisinde bile, toplumsalın genelini anlatan bir dil yaratmıştır.
Sevim Belli’nin Gökçe’nin şiirine ilişkin şu değerlendirmeleri önemli:
“Enver’i de Enver yapan, … dünyanın kalburüstü şiiriyle tanışmış olmasıdır. Anadolu yaşamının bütün şiirselliğini, ta en eski destanlarından bu yana Anadolu kültürünü içine sindirmiş olmasıdır; o kültürün günlük alelade deyişlerini şiirselliğini kaybettirmeden kendi şiiri içine oturtabilmiş olmasıdır.
Şiir diye küçük Anadolu kasabalarını alt alta sıralamak …, sıralamaya ritm ve şiirsellik katabilmek beceri ister. Ama bu dürtüye ulaşmak da, sevgi ister, bir birlikte yoğrulmak ister. (…) … basitte derini bulmak, öznelde evrensele ulaşmak, derinlemesine özümsenmiş bir kültür ve doğru kavranmış bir dünya görüşü gerektirir. Ve de bilimsellik…”
Evet, Gökçe Neruda’yı Frasnızcadan çevirdi. Bunun yanında, Mustafa Gökçe adıyla Antil (26.01.1958), Hint (25.01.1958), Çin (10.03.1958), Mısır Masalları (13.03.1959) ve ayrıca Enver Gökçe’nin iki özgün masalı da, İlhan Başgöz’ün, İlhan Dumanoğlu takma adıyla yayımladığı dört masaldan kitabından ikincisi olan Öksüzoğlan’da, “Usta Nazar” ve “Şehzadeyle Üç Turunçlar” olarak yer alır.
Dedekorkut Masalları ile Kelile ve Dimne masallarını da Aydın Tataroğlu adıyla yayımlatır. Bu iki kitabı da, Aziz Nesin’in eşi Meral Çelen’in Keloğlan Yayınları’nca yayımlanır.
- Enver Gökçe Dostlar Grubu ve faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Ankara merkezli oluşturulan Enver Gökçe Dostları Grubu olarak, altı yedi ay öncesinden çalışmalara başlamıştık zaten. Alınan ilk kararda Enver Gökçe adın bir şiir ödülü düzenlemek. Ama bu, daha önce Gökçe adına düzenlenenlerin bir tekrarı olmasın istedik.
Ödül kurulu oluşturma sürecinde, farklı görüşlerde olanlarla tatlı sert fikir çatışmaları oldu. Bütün olumsuzluklara karşın, oluşturulan Seçici Kurul üyelerinden üç kişi İbram Erdem, Zeynal Gül ve Ben, 9 Ekim’de çok önemli bir çalışma daha yaptı.
39 yıldır sahipsiz bırakılan Enver Gökçe mezarı bulunup, bu üçlü tarafından onarıldı. Çevre düzenlemesi yapıldı, mezar taşında silinen yazıları yeninden yazıldı, tarafımdan. 10 Ekim 2020 tarihinde toplanan Seçici Kurul, “oy çokluğu” ile “2020 Enver Gökçe Toplumcu Gerçekci Şiir Ödülü”, şair Nihat Behram’a verildi. Aynı toplantıda, daha öncesinden önerisini yaptığım Enver Gökçe büstünün yaptırılması kararı alındı.
Ödül töreni, 21 Kasım 2020 tarihinde Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi’nde düzenlenen bir törenle, Behram’ın yurt dışında olması nedeniyle onun yerine ödülü, şair arkadaşı Ahmet Özer aldı.
Grup olarak Enver Gökçe adına başlattığımız bu ve benzeri çalışmalara, önerdiğim Gökçe büstünün, doğumunun 100. Yılı nedeniyle, Gazi üniversitesi Seramik ve Heykel Bölümü Öğretim Görevlisi dostum, Heykeltıraş Azimet Karaman’a siparişi verildi. Kasım’da büstün yapımı bitti ve ödül törenine de götürüldü.
Bütün bunların yanında en önemlisi de, sizinle konuştuğumuz bu armağan kitabı hazırlamak oldu. Unutmadan söyleyim, Enver Gökçe Dostları Grubu’nu kurumsal bir yapıya dönüştürecek hukuki çalışmalara başlanması oldu. 2020 yılı bitmeden başlattığımız çalışmayla 2021 yılı içinde “ENVER GÖKÇE DOSTLARI DERNEĞİ” olarak kurumsal bir kimliğe kavuşturmuş olacağız.
Son olarak, pandemi şartlar olağanlaştığında, Haziran 2021 tarihinde dut zamanı Eğin’de, Gökçe’nin Çit köyünde ENVER GÖKÇE MÜZESİ VE KÜLTÜREVİ’nde olacağız. 22 yıl önce doğduğu evine gidip aldığım ve gözüm gibi baktığım Gökçe’nin ayakkabıları ile büstünü müzeye, olması gereken yere bırakacağız.
2020 içinde elini taşın altına koyan Enver Gökçe dostları bu çalışmaları yaptılar. Emeği geçen bütün dostlarımı selamlıyor, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
- Bir telefon görüşmemizde Yusuf ile Balaban’ı bulma konusunda ümitsiz olmadığınızı görmüştüm. Ne düşünüyorsunuz, bulabilecek misiniz?
Bundan sonraki ömrüm, bu destanı bulmak ve gün yüzüne çıkarmakla geçecek, eğer çok anormal gelişmeler olmaz ise…
- Sizi bu kitabı hazırlamaya iten şeyin vefa olduğunu elbette biliyoruz. Biraz açar mısınız vefayı?
Şöyle bir soruyla yanıtı vermeye çalışayım: Hangi birimiz, 61 yıllık bir ömrün 9 yılını çıkarırsak, 52 yılını, gözünü budaktan sakınmadan davasına adayabilir?
Öyle sanmıyorum ki, günümüz Türkiye koşullarında, en başa kendimi koyarak soruyorum bu soruyu ve söylüyorum ki, buradan gereksiz bir tartışma zemini yaratmasınlar. Ellerini taşın altına koysunlar. Çok severiz suları bulandırmayı da, ondan.
Şunu da söyleyim: Evet, geriye dönüp baktığımda yaptığım çalışmalarımla, ben vefalı biriyim. Bu vefaya en çok da Enver Gökçe’nin yakıştığını düşündüğüm için böyle bir çalışmayı, 21 yıl sabredip, doğumunun 100 yılını bekledim. İnsanların farklı düşünce ve inançlarından ötürü ötekileştirmediği, sanatın, bilimin, felsefenin kuşatıldığı bir Türkiye’de özlemiyle diyerek, zamanın, emeğin ve güzel soruların için teşekkür ediyorum.
Doğumunun Yüzüncü Yılında Enver Gökçe Kitabı / Derleyen: Ali Ekber Ataş / h2o Kitap / 2021.
En Çok Okunan Haberler
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği