Geçmişiyle ölen bir şehir İstanbul 1969'dan 2015'e

1969’da Çetin Altan ve Ara Güler, İstanbul’u dolaşıp yazı dizisi yaptı. 1995’te Mine Söğüt’le Yücel Tunca aynı güzergâhı dolaşıp izlenimlerini Cumhuriyet’te yayımladılar. 20 yıl sonra Söğüt ve Tunca aynı güzergâhtan yine geçti.

Yayınlanma: 25.06.2015 - 23:22
Abone Ol google-news

İstanbul hem alçakgönüllü bir şehirdir hem küstah.

Hem iyidir hem kötü.

İnsanlığın her halini kabullenişindeki bonkörlüğüyle; insanlığı öğütüp yok edişindeki kötücüllüğü başa baş gider.

O yüzden şehri hem seversiniz hem nefret edersiniz. Bir yandan ona kapılır, bir yandan ürkersiniz. Cazibesi de iticiliği de aynı kaynaktan beslenir: Benzersizdir; büyülüdür ve maalesef büyücüdür.

Ben bu şehirle çok küçükken büyülendim. Önce onunla ilgili anlatılan hikâyeleri dinledim. Şiirleri ezberledim. Sonra onun için yazılmış romanları, hikâyeleri okudum. En sonunda sokaklarına çıktım.

Sokaklar bana kaybolmayı öğretti. Ve her kayboluşta bir şeyler bulmayı.

Bu bir haftalık yazı dizisi bu şehirdeki son kayboluşumun hikâyesi.

Beni bu kez baştan çıkaran, Çetin Altan’la Ara Güler’in 1969 yılında Akşam gazetesi için yaptığı eski bir yazı dizisi oldu.

Fotoğrafçı arkadaşım Yücel Tunca’yla birlikte, Altan’la Güler’in sonradan “Al İşte İstanbul” ismiyle kitaplaştırılan o yazı dizisinde izledikleri rotanın peşine düştük. ( Al İşte İstanbul, Çetin Altan-Ara Güler, YKY,Aralık 1998) Hemen hemen aynı sokaklardan geçtik; aynı mahalleleri dolaştık.

Aslında bunu ikimiz de genç birer gazeteci ve fotoğrafçıyken bir kez daha yapmıştık. O yolculuğun hikâyesi 1995 yılında yine Cumhuriyet’te yayımlanmıştı. O zaman karar vermiştik, “Bu iş burada bitmez, yirmi yıl sonra aynı yollara biz yine düşeriz” demiştik.

O yirmi yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti; o yirmi yılda İstanbul’un da, bizim de ve ülkenin de başından bir sürü şey geçti. Çetin Altan’la Ara Güler’in “Al İşte İstanbul”u, bizim neredeyse yarım asır sonraki yolculuğumuzda “İşte Bunlar Hep İstanbul”a dönüştü...

 

Bir şehri, geçmişinden vurup öldürün

Taze ağaç fidanları ve diplerinde sayısız laleyle süslenmiş devasa bir parka uzaktan bakıyoruz. Yanı başımızda Doğu Roma zamanında yapılmış şehir surları, altımızda vahşi bir hayvan homurtusuyla akıp giden trafik...

Yeşilliklerle örülmüş geniş bir alanı yer yer delerek kavisler çizen ve birbirine dolanarak kuzeyden güneye, doğudan batıya kıvrılan gri bir yılan gibi kımıldayan bir otobanı yukarıdan seyrediyoruz.

 

Bir şehrin telaşı...

Topkapı’dayız. Set üstündeki çay bahçesinde çay içiyoruz.

Çetin Altan’la Ara Güler de “Al İşte İstanbul’u yazmaya, aşağı yukarı buralarda, yine surlara dayanmış set üstündeki bir kahvehanede çay içerek başlamış, bizim şu anda gördüğümüzden bambaşka bir şehre bakmışlardı.

Ve Çetin Altan gördüklerini şöyle anlatmıştı:

“İstanbul’un pislik, mezbelelik, bakımsızlık ve fakirlik ölçeğini görmek mi istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşınız.”

Ben çayımdan bir yudum alıyorum ve neredeyse yarım asır sonra, defterime şu notu yazıyorum:

“Bu yaşlı şehrin durmaksızın düşüşünü ve yozlaşışını mı görmek istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşın. Bir şehri öldürmek mi istiyorsunuz; onu geçmişinden vurun.”

 

O eski sesler yok artık

Çaylarımızı bitirip yolculuğumuza eski keşmekeşinden, kirinden, pasından ve telaşından eser kalmayan Topkapı’dan başlıyoruz.

Yıllar önce şehir dışına taşınan otogar karmaşası; seyyar satıcıların artık duyulmayan telaşlı gürültüsü; çoktandır kurulmayan bitpazarlarının kiri pası; bir zamanlar her türlü delikte, kıyıda köşede, sur diplerinde mantar gibi biten atölyelerin, depoların hayaletleri, hepsi birden geçmişten hiçbir iz barındırmayan parkın uçsuz bucaksız yeşilliğinde biri ikisi için de insanın geniş bir hayal gücüne ihtiyacı var. Çünkü bu şehir her dönem hayallerin üzerine yıkılıyor ve hayal kırıklıklarından yeniden inşa ediliyor.

İstanbul’u bir uçtan öbür uca kat eden raylı ulaşım araçlarının delip geçtiği Topkapı, Yedikule’den Eyüp’e uzanan ve bir restorasyon felaketiyle yenilenip kimliksizleştirilen surların tam ortasında ehil ve üzgün bir yılkı atı gibi.

 

Şehrin hikâyesi...

Haliç kıyılarına doğru sur boyu ilerlemeden önce eskiden Trakya Otoparkı’nın olduğu alana kurulan Panorama 1453 Tarih Müzesi’ne bir göz atıyoruz.

Altı yıl önce açılan bu müze, 38 metre çaplı bir yarımkürenin iç yüzeyini kaplayan üç boyutlu bir resmin görkemine sırtını dayamış, ziyaretçileri şehrin fetih anına götürmeyi vaat ediyor.

Görkemli bir kubbenin altında yıkılan surlar, atılan toplar, şahlanan atlar, yaralanan askerler, cesetler...

Şehrin zaptının alegorik hikâyesi tıpkı dışarıda olduğu gibi bu kubbenin altında da mütemadiyen devam ediyor.

Bir imparatorluğun yıkılışıyla başka bir imparatorluğun kuruluşu arasında kendi konumunu sorgulayamayacak kadar emperyalizmi içselleştiren uygarlık, bir şehrin fethiyle işgali arasındaki bağlantıyı umursamadan savaşı kazanmış bir imparatorluğun mirasçısı olmanın tadını çıkartıyor.

Ecdadı başkalarının yaşadığı toprakları ele geçirdiği için yüzyıllar sonra bile heyecan duymaya programlanmış kitlesel algının hayranlığıyla dolu bu mekanda farklı duygulara yer yok.

1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmasına rağmen ve Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde restorasyon cinayetlerine kurban gitmekten kurtulamayan asırlık sur duvarlarına bitişik caddeden Topkapı’nın aşağı tarafına, Ayvansaray’a doğru yürüyoruz.

Çökme tehlikesi olan bölümleri desteklemekle yetinmek yerine, surları çağdaş malzemelerle tamamlama ve yapıldığı ilk günkü haline getirme telaşına kapılan bir ülkenin kültürel algısı karşısında ürkmemek mümkün değil.

Ülke ekonomisini inşaat ekonomisiyle ayakta tutmaya odaklanmış zihniyet, arkeolojik mimari sınavlarında hep sınıfta kalıyor. Bin yıl önce inşa edilen ve Blakernai Saray Kompleksi’nin bir parçası olarak bugüne dek bir şekilde ayakta kalmayı becermiş olan Tekfur Sarayı, tıpkı surlar gibi akıl almaz malzemeler ve küstah bir müteahhit estetiğiyle tamamlanarak sanki kasten yok edilmiş.

 

Rant kurbanı olmuş

Pencerelerinde PVC doğramalar, merdivenlerinde parlak alüminyum korkuluklar, sosyal bir tesis olarak kim bilir kime verilmeye hazırlanan rant kurbanı arkeolojik bir çöp haline gelmiş.

Oysa epey şenlikli bir geçmişi var bu sarayın. İstanbul Osmanlı’nın eline geçtikten sonra padişahın filleri ve zürafalarına barınak olmuş; derken şehrin aşüfteleri yerleşmiş buraya, geneleve dönüşmüş; bir dönem içinde muhteşem bir çini atölyesi varmış; 19. yüzyılda Yahudi ailelerin bir arada yaşadığı bir han haline gelmiş ve Kaşıkçı Elması’nın çöplüğünden çıktığı söylentileri dolaşan saray, 1870’lerde korkunç bir yangınla yanmış bitmiş kül olmuş.

 

Tekfur’da uyuşturucu kuryesi güvercinler, kafası iyi atmacalar

Kendisini kul sanan insan kuşa bakar ve kuşkusuz kuş olmak ister. O kadar baştan çıkarıcıdır kuş olmak ve gökyüzünde uçmak. Kuşa baktığında gördüğünü kendisine baktığında göremeyince de üzülür. Kuş ne kadar özgürse, insan da o kadar tutsak...

Belki de bu gıptanın sonucudur kuşbaz olmak. Kendi tutsaklığının öcünü evcilleşmiş bir kuşun sadakatiyle alır kuşbaz. O yüzden kuşlarını hem sever hem de onlardan için için nefret eder.

Yoksa hayatını adadığı o hayvanları neden daracık kafeslere koysun, havasız çuvallarda tutsun, ayaklarından iplere bağlayıp kanatlarını hoyratça çırptırsın...

Tekfur Sarayı’nın yanındaki arsada pazar günleri kurulan kuş pazarında bunları düşünerek dolaşıyorum. İçerisi çoğu genç ve yoksul erkekle dolu. Tamirci çırakları, berberler, inşaat işçileri, ayakkabı boyacıları... Benden başka kadın yok. Kuşlara benden başka üzülen de yok.

Bir araya geldiklerinde hep hayatlarını adadıkları güvercinler hakkında konuşan ve büyük bir ciddiyetle sonu gelmez bir “Benim güvercinim en güzelidir” muhabbeti yapan yığınla kuşbaz bir arada.

Kimi yetiştirdiği kuşları satıyor, kimi filosuna yeni elemanlar arıyor. On liraya, yüz liraya ya da üç bin liraya...

Benim kuşlardan ziyade kuşbazlara baktığımı gören bitirim bir oğlan uzaktan laf atıyor:

- “Gazeteci misin sen abla?”

Cevabımı beklemeden konuşmayı sürdürüyor:

- “Benim saçlar da valla böyleydi”

- “Neden kestin?”

Elini başına götürüp kısacık saçlarını parmaklarıyla arkaya doğru itiyor:

- “Bizim mahalle kaldırmıyor böyle şeyleri!”.

Adı Niko. Mahallesi Kocamustafapaşa. Hapisteki bir arkadaşının kuşlarıymış sattıkları. “Yengeye yardım olsun diye geldim” diyor. Kendisi de babadan kuşçu.

- “Neden aksi bu kuşçular?”

- “Sevmezler senin gibi meraklıları” diyor gülerek. “Bir de fotoğraf çektirmeyi sevmezler. Hayatta bildikleri tek şey dama çıkıp havaya saldıkları güvercinlerini uçurtmak. Ellerinde bir sopa, ucunda da bir bez.. Güvercinleri eğitmekle geçer ömür.”

- “Çok zevkli bir iş galiba?”

- “Sen ne diyorsun! ‘Karıştırmak’ denilen bir şey var; uğruna kıyamet kopar.”

- “Neymiş o karıştırmak?”

- “Bak şimdi, ben bir kuşbazım, damda kendi kuşumu uçuruyorum. Sen de karşı damda başka bir kuşbaz ol. Aynı anda sen de kendi kuşlarını sal. Bizim kuşlar birbirine karışsın. Normalde her kuş sahibini bilir. Ama senin güzel kuşlardan biri benimkilerden birinin aklını çelerse, takar onu peşine kendi damına indirir. O kuş artık senindir. Eğer kaptırdığım güzel kuşlarından biriyse yandım, gitti 600-700 papel, sen de yaşadın tabii!”

- “Biraz kumar tutkusuna mı benziyor bu kuşçuluk?”

- “Eh öyle bir yanı da yok değil ama asıl başka bir mesele var” diyerek sesini alçaltıp kulağıma eğiliyor:

- “Kuryelik!”

Bazı torbacıların satış yaparken güvercinleri kullandığından şüphelendiğini anlatıyor.

- “Uyuşturucu ticaretinde en güvenli yol bu herhalde?” diyorum gülerek.

- “Güvenli olur mu hiç!” diye itiraz ediyor, “Ya atmaca dalarsa hayvana, ya kuşla birlikte malı da yutarsa?” Birlikte gülmeye başlıyoruz.

Niko, gökyüzünde uyarıcı taşıyan güvercini kapan atmacayla, uyuşturucu taşıyan güvercini kapan atmacanın, avıyla birlikte paketi de yuttuğunda başına gelebileceklerin taklidini yapıyor. O andan sonra gökyüzüne bambaşka bir gözle bakmaya başlıyorum. Güvercinlerin ayaklarındaki bileziklerde hayat hikâyeleri yazılı, atmacaların kanat çırpışlarında kafalarının iyi olup olmadığı...

Yine de kuşların kanatları olmasına rağmen neden prangaları varmış gibi yaşadıklarını anlamak hâlâ mümkün değil.

Ama yine de bundan bir sonuç çıkarılabilir: Evcillik denen şey özgürlüğün en büyük tehdidi ve çok tehlikeli.

YARIN: Ayvansaray. Bana İstanbul’u anla


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler