küçük İskender'le şiire ve hayata dair...
küçük İskender'in yakın zaman önce "İkinci Waliz" adlı kitabı yayımlandı. "İkinci Waliz", şairin uzun soluklu yolculuğunun önemli bir durağı olarak dikkat çekiyor. İskender'le bu uzun yolculuğun neredeyse en başına kadar uzanıp derin bir sohbete daldık. Şiirden, hayattan ve vefadan konuştuk...
'Gücü yetenler şiire iltica etsin’
Bizim kuşağın fikir ayrılıklarına rağmen bir kardeşlik duygusu taşıdığını, kızsa ve hoşlanmasa dahi birbirini takip ettiğini algılarken aslında gizliden gizliye bir aile olduğunu hissettim her zaman. Bizden önceki kuşağa baktığımda da bunu görüyorum. Özellikle o içkili sofralarda, kahve köşelerinde, şair evlerinde... İnsanların birbirlerine katlanabilme katsayılarının yüksek olduğunu düşünüyorum. İskender’ciğim, seninle geçen sene Nisan’da İzmir’ e gitmiştik, kitap fuarına. Bir söyleşimiz vardı. Gitmeden önce konuyu tespit etmeye çalışırken insanların epeydir birbirine sormadığı bir sorudan yola çıkmıştık. İsim babası sendin: “Kardeşim nasılsın?” Oradan başlayayım...
Bu noktada çok önemli bir kavram giriyor devreye: Vefa... Çoğu kere sen de aynı şeyi yaşıyorsundur. Çok sevmediğimiz, ideolojik olarak çok ters noktada durduğumuz şairleri bile ne yapıyor, neler üretiyor ya da ne saçmalıyor diye takip ederiz. Niye? Çünkü biz bir aileyiz. Bildiğimiz aile ilişkilerinden farklı bu ama... Yani hiyerarşik bir sistemde değil yatay bir zeminde saygı ve tahammül sınırlarını çiziyoruz. Fakat bunu özümsesek bile pratikte uygulayan insanlar değiliz. O nedenle birbirimizi yoklama, sıkıntıları ya da mutlulukları paylaşma şansı yakalayamıyoruz pek. Bu, Türk edebiyatının bir problemi de olabilir, insanî bir problem de... Ama ben kendi adıma, senin adına ya da tanıyıp sevdiğimiz, önemsediğimiz şairler ya da yazarların böyle bir klan oluşturduğuna inanmak istiyorum. Senin de onlardan biri olmandan ötürü “Kardeşim nasılsın?” benim için çok önemli bir soru. Çoğu insanın kafasında şöyle bir şey vardır: Hepitopu bir avuç insanız. Keşke bir ada olsa da gidip orada hep beraber yaşasak... Aslında şairler ve okurlar farkında olmadan bir ülkenin içinde, bir adada yaşıyor zaten. İlla ki bir yere gitmek gerekmiyor, biz zaten o adanın içindeyiz. Yeter ki biraz daha dikkatli, dobra ve dürüstlükten ödün vermeden hareket edelim.
- Adam Sanat’ta gördük seni 1985’ten itibaren. O yıllarda bizim mahallede tereddütle karşılandığını görüp şaşırdım. Sonra anladım ama... Bu bir tür ortaklaşabileceğimiz isyan duygusuyken isyan duygusunu kendi tekeline almış bir edebiyat mahfelinin anlayışsızlığı diye yazmışım kenara yıllar önce. O yıllardaki çıkışının aslında bilerek isteyerek değil içgüdüsel bir çıkış olduğu kanaatindeyim ve bunu daha çok önemsiyorum. Bir çığlık, bir atılma, bir refleks, bir tutunma göstergesi... Yanılıyor muyum?
- Bu konu benim için de önemli. Babam komünist, emekçi bir ressamdı Cağaloğlu’nda. Annem belirli bir okuma seviyesindeydi. Evimizde çok kitap vardı ama kitaplar üzerine sohbet edilen bir ortam yoktu. Aynı şekilde yakın çevremde de politik arkadaşlarımın sayısı fazla değildi. Dolayısıyla 1980 öncesi döneme kadar edebiyatı evdeki kütüphaneden, biraz da ister istemez babamın çevresindeki şairlerden, yazarlardan bir de okuldan takip edebiliyordum. 1980 öncesinde sonrasında çıkan politik temelli edebiyat dergilerini takip ediyordum; Yarın, Edebiyat 81 gibi... Açıkçası hangi yönelime ait olduklarını bilmeden hepsini alıyordum. Bir oburluk vardı, bilerek takip etmiyordum. Edebiyata duyduğum aşkı doyurmaya çalışıyordum. Ama yazdıklarımın çok farklı bir noktada olduğunu da görüyordum. Ben aslında rüzgârın savurduğu bir tohum gibi kendi kendime yetişmeye başladım. Tabii bu şiirimde de gelgitlere neden oldu. Bazen çok politik şiirlere girdim, bazen bireysel şiirlere döndüm. Memet Fuat’la karşılaştığımızda benim yeni bir soluk getirebileceğimi düşündü. Ben sizleri takip ederek büyüdüm. Sizler bu işleri biliyordunuz, dergiler çıkartıyordunuz, yayımlıyordunuz. Ben de sizi takip ederek serptiğiniz peynir tanelerini toplayarak peşinizden geldim.
"BANA O BİLMEDİĞİM KUŞLARI ANLATIN”
- Estağfurullah. Ben senden öncekilerin sana öncül olmadığı kanaatindeyim. Sen daha farklı bir yerden yakaladın şiiri. Şöyle bir yere gelecektim. Her şair için şu söylenebilir: İktidar diye bir şey olmasa şiir zaten olmaz. İktidar diye bir şey olmasaydı eğer biz bugün küçük İskender’in şiiri üzerine konuşuyor olmazdık evet ama buradaki iktidar, makro iktidar değil. Kadınla erkek arasındaki, aile içindeki, bir öğretmenle öğrenci arasındaki iktidar senin hedefine aldığın...
- Az önce sözünü ettiğimiz takipteki dağınıklık, bana aslında büyük bir okuma bağımsızlığı getirdi. Bağımsızlığın bendeki avantajı da lokal düşünmemeyi öğrenmek oldu. Coğrafi, bölgesel ya da yöresel olarak bakmadım hiçbir meseleye. Nâzım Hikmet okuyorsam Beat Kuşağı’nı da sevmeyi öğrendim. Oysa o dönemin şairlerinin ya da yazarlarının çoğu ülkenin sorunlarına yoğunlaşmıştı ve bu bir yandan kaçınılmazdı. Ben ise çok dışarıda olduğum için her şeyi takip edebilme şansım oluyordu. Bu bağlamda sadece Türkiye’deki değil; Japonya’daki, Şili’deki olay da benim ilgimi çekmeye başladı. Büyük bir şans çünkü aranızda olsam ister istemez ben de bir militan, partizan gibi belli bir kanalda yürüyecektim. Bu kötü bir şey değil ama benim yolumu, dağınık ve renkli hayatımı başka bir şeye dönüştürecekti. İktidar meselesi sadece benim üstümdeki kılıçla ilgili olmadı. Dünyanın üstündeki kılıçla, biçimsel yönelimlerin sıkıntıları da var. Bunları takip ediyorsun ister istemez ve kendi yol arkadaşlarını aramaya başlıyorsun. Biliyorsun ki gerçekten o yolda tek yürüyorsun ama bu teklik, yalnızlıkla değil yalınlıkla ilgili bir duruma karşılık geliyor. Girdiğimiz ormanda hep beraber kaybolduğumuzu hissediyorsun. Sesleniyorsun ve o seslere karşılık sesler şiirlerin yayımlandıkça gelmeye başlıyor; “İskender biz buradayız,” diye... Onlara yaklaşıyorsun ve o vefa duygusuyla insanlar bir araya geliyor.
- 1970’lerin ortasında şiir dünyasına gözlerini açsaydın yine aşağı yukarı böyle bir yerden seyrederdin. Biraz daha zor olurdu, doğru. 1970’lerin kültürel ikliminde bazı şeyleri kırabilmek güçtü. Bu noktadan yürüyerek bir başka meseleye değinmek istiyorum. Yaklaşık on yıldır, sevdiğim şairlerin ilk kitaplarındaki ilk dizelere bakıyorum. Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de, Gülten Akın’da, Cemal Süreya’da... hep aynı şeyi görüyorum. İlk dizeleri, kaderleri gibi şairleri takip etmiş. Sende de böyle...
- “Asmadan önce beni, bana o bilmediğim kuşları anlatın”
- Güçlü bir itiraz duygusu. Burada başka bir maya, başka bir doku var ve tabii her güçlü şiir gibi tamamlanmamışlık hissi veriyor. En azından bir okurun olarak bana... Dünyadaki dil okulları içinde Türkçeyi hep çok önemli bulmuşumdur; sadece yazdığım dil olduğu için değil. Senin ekleyeceğin bir şey var mı buna? Yani dilinin, elinin altında bir şiir var mı?
- Sözcükleri önce sözlük anlamlarıyla algılayıp sonra hayata uygulamayı severim. Rüzgâr diyorsam bir şiirde rüzgâr olmalı o. Aklıma rüzgâr geldi diye yazmayı sevmem. Bence iyi ve sevdiğimiz şairlerin hepsi böyle yaptığı için onları sevdik ve seviyoruz. Buna çok dikkat ettim. Biz şairler önemsediğimiz meseleleri anlatırken ister istemez bazı kelimelere sıkışıp kalırız. Aslında şiirin belki de en büyük problemlerinden biri bu. Oysa sözlüğe baktığımızda hiç şiire girmemiş yüzlerce kelime görürüz. Bunlar bana reddedilmiş, aileden dışlanmış, yüzüne bakılmamış kelimeler gibi gelir. Çok eskimediyse onları tekrar kazanmanın yolunu ararım. Onları bağışlayıp kalbine çekip alan şairleri her zaman çok sevmişimdir. Bunların peşinden gitmek şairin en güzel sorumluluklarından ve mutluluklarından biridir. İnsan dünyadan çekilip gitse bile mutlaka bir eksiklik duygusu kalacaktır bana göre çünkü hangi kelimeyi alsan bir başka kelimeyle birlikte geliyor. O anlatmak istediğin şeyi başka bir alanda tekrar besliyor ya da çarpıtıyor, çürütüyor. İnsan zaten gereksiz bir canlı; bütün dünyayı, gezegeni mahvetmiş, bununla yetinmeyip kendini de mahvetmiş ve adına uygarlık demiş. Bunun içinde yaşayıp buna karşı çıkıyoruz. Şair bu noktada elbette eksiktir. Belki birilerine göre çok fazladır ama şairin sorumluluğu olmasa dahi kelimelerle çok iyi anlaşması gerekir. Şair geçer, kelime kalır gibi beylik laflar etmek istemiyorum ama biz şiir yazmıyoruz; kelimelerin gerçek anlamlarını tekrar hatırlatmakla sorumluyuz.
"İNSAN OLMAK YETERLİ"
- Çok doğru... Şimdi çok başka bir yerden konuşacağım. Solaklık nasıl bir duygu?
- Solaklık bende çok tuhaf bir duygu çünkü her anlama geliyor. Babam okumuş bir adam olmasına rağmen senelerce bana sol elimi kullanmayı yasakladı. Sol elimin ömrü pantolonumun içinde geçti yıllarca. Sağ elle yazmayı öğrendim zorla. Zanaat isteyen meselelere döndüğüm zaman da vücudumun sol tarafı çalışır: Topa vurmak, makas kullanmak, tıraş olmak... İki elim iki anlam oldu bende. Doğuştan solak olmak siyasî olarak çok güzel bir şey. Belki de tam küçük İskender’in paradoksuna denk geliyor: Sağ elimle yazıyorum ama solağım.
- Bu sohbeti yaparken karşımızda Ağır Roman’ın afişi duruyor. Benim için de çok sağlam filmdi ama en başta çok iyi bir romandı. Sen de bu filmin oyuncularından biriydin. O zamanlar bir söyleşinde “Ya şiir yazıp kendime zarar verecektim ya da sinemanın içinde olup film çekecektim, başkalarına zarar verecektim,” demiştin yanlış hatırlamıyorsam. Galiba evet, şiir en çok kendine zarar vermek; fakat artistik bir cümle olarak kalmasın, biraz dolduralım bunu...
- The Doors’un solisti Jim Morrison, sinema mezunudur. Bir kitabında “Sinema röntgenciliktir,” der. Bu çok etkilemişti beni genç yaşımda. Bana göre sinema ya da roman, öykü ile uğraşmak; kurgu dahi olsa başka insanların hayatlarını gözlemlemek ya da onun üstünden bir şey üretmek, bir model yaratmak üstüne kuruludur. Oysa şiir, aynı kelimelerle farklı şiirler yaratmaktır. Yaptığımız şiir atölyelerinde de bunu görüyorum. Otuz insan varsa aynı kelimelerle otuz ayrı şiir çıkıyor. Bu bana aynı şeyler üstünde yürüsek dahi bakış açılarımızın, algılarımızın kelimeler üzerinde ne kadar farklılıklar gösterebileceğini düşündürüyor. Şiir deneyimimde bilerek yaptığım şeyler var: Kelime oyunlarına çok heveskârımdır örneğin, kendime göre efektif kelimeler koyarım... Yani bir plato kurarım. Sinemadan bu nedenle beslenirim ama röntgencilik meselesi işe karıştığı zaman bir o kadar uzak durmaya çalışırım. Görüntü üzerinden hareket ederek ben buradan ne çıkarabilirim diye düşünürüm.
- Anlatımcılıktan faydalandığını söyleyebilirim ama...
- O da tiyatroya ilgimden büyük olasılıkla ama benim işim görsel temelli. Belki babamın da ressam olmasından kaynaklı bu. Doğadaki birtakım canlılar ses çıkarabiliyorsa kelimeler de yazılırken ses çıkarabilir. Galiba şair olmaya da o noktada uyanıyorsun. Şairin de işte o sesleri duyduğu anda kulakları açılıyor. Ondan sonra bir bakıyorsun ağaç, ağaç değilmiş ki... Portakal, portakal değilmiş. Senin bildiğin mücadele, mücadele değilmiş; başka bir şeymiş. O zaman utanmaya başlıyorsun. O zaman anlıyorsun. Bunun için şair olmak değil insan olmak da yeterli bence.
"ŞAİRLERİ KÂŞİFLERE BENZETİRİM"
- İskender’ciğim istek şarkılar var ya, şimdi istek sorulara geçiyorum. Bu söyleşiyi yapacağımızı bilen arkadaşlardan Haydar Ergülen’in bir sorusu var. Şöyle diyor: “Senin şiirin cinselliğe bakıştan başlayarak pek çok şeyi değiştirdi. Peki şiir sende ne değiştirdi? Düşüncende, hayatında, çevrende… Şiirle değişmek mümkün mü?”
- Yine atölye çalışmalarımdan bir örnek vereyim. Biraz hınzırlık yapıp oradaki dostlara genellikle şöyle bir soru yöneltirim: “Ellerinizi kullanarak bana cinsel organınızın nerede olduğunu gösterir misiniz?” Bir anda atölyede büyük bir sessizlik hüküm sürer, utangaç olanların yanakları kızarır, gözleri irileşir. Çekinmeyin derim. Kadınlı erkekli, farklı cinsiyet grupları dahi olsa eller erkeklerde aşağı doğru kayar. Kadınların bir eli yukarda, bir eli aşağı doğru kayar. Ve ben onları tatlı bir şekilde azarlarım. Derim ki bunlar, üretim ve boşaltım organları. Oysa sizin cinsel organınız bütün bedeninizdir. Çünkü siz sevişmeyi bilmiyorsunuz. Şiirde de, kendi hayatımda da lokal bakmaktan uzaklaşma şansım oldu. Bunun altında belki tıp eğitimi almam yatıyor; yani vücudu tanımak ve o vücudun içine sığmış duygu, düşünce ve diğer canlılar ya da nesnelerde görmediğimiz bir şeyi yakalama becerim. Şairleri kâşiflere benzetirim. Gemiyi hazırlar ve yola çıkarlar. Cesaret ve o bilinmezin yükselttiği adrenalini severler. Çoğu kere de yanılırlar, sorun değil. Galiba şiir, bazen insanın bir işe yaramasa bile kendini bulmasıdır.
- İkinci istek sorumuza geçiyoruz; bu Orhan Alkaya’dan. Senin şiir ortamına bir fırtınayla girdiğinden söz ediyor. “1980 şiiri tam tanımlanmaya yüz tutmuşken kutsanmıştı âdeta,” diyor. “Kuşkusuz her esaslı şair biriciktir. İskender, seni olmazsa olmazımız saydık. Bizimki bir yanılsama mı? Ürküten bir şiir aşkıyla söyler misin, sen hangi biricikler peronundasın?”
- Yazdıklarıma, okur üzerindeki etkisi ya da Türk edebiyatında küçük İskender’in açılımları gibi beni çok sıkan alt başlıklardan kurtulup bakarsak, birçok insanın pek bilmediği bir noktada biricikliğe oturuyor. Kendi kuşağımda ve benden sonraki kuşak için karşılaştırma yaparsam şu otuz seneyi geçen süre içinde evi genç şairlere en açık şair olarak yaşadım. Genç arkadaşlarımla ya da senin gibi dostlarımla bir araya geldiğim zaman şiirden çok söz etmeyiz. Hayat neyse onu konuşuruz. Benim biricikliğim şiirden mümkün olduğu kadar az söz edip şairce yaşamakta değil. Şiiri hayatın dışında bırakmayıp yanımızda tutabilmek ve bunu bir aksesuar olarak değil hayatımızın en önemli paydalarından biri olarak tutabilmekti amacımız. Başımızda olduğunu iddia edenler biraz şiiri sevselerdi hakikaten çok daha güzel bir coğrafyada ve dünyada yaşıyor olurduk.
- Tam öyle. Aslında edebiyata sadık olmak dediğimiz bir duygu bu.
-Gücü yetenler şiire iltica etsin. Heke imkânı olanlar tez zamanda. Son sözüm de bu olsun.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke