Liselilerin endişe veren yeni gözdesi...
Korku edebiyatı ile romantik ögelerin buluştuğu ''gotik romantik'' edebiyatı, başta vampir hikayeleri ile son dönemde özellikle gençlerin ilgi odağı oldu.
Saygın edebiyat dünyasına kendini kabul ettirememiş olsa da 18. yüzyılın ortalarından itibaren değişen zamana direnerek varlığını sürdürmeye devam eden ve zaman içerisinde ''gotik'' adını alan ''korku ve dehşet'' edebiyatının çıkış noktasında, insanın bilinmeyene ve doğaüstü sayılana beslediği ilgi yer alıyor. ''Gotik edebiyat''ın temelinde esrarengiz, aklın sınırları çerçevesinde kolayca ifade bulamayan ve açıklanmaya çalışıldığında insanın algılamakta zorluk çektiği, dehşete düştüğü olaylar yatıyor. Can Yayınlarının yeni yılla beraber yedi kitaplık bir seri ile okuyucularla buluşturduğu gotik romantik edebiyattaki romanların yelpazesi oldukça geniş. Türkiye'de bu türün en bilinen örneklerinin yanı sıra akımın oluşmasında emeği geçen yazarlar ve çağdaş temsilcilerin kitapları da yayımlanacak. Koleksiyonda gotiğin altın çağının yazarları Sheridan Le Fanu, Ann Radcliffe'le birlikte Wilkie Collins, Richard Marsh, Marry Shelley gibi isimler de unutulmamış.
Türkiye'de korku edebiyatını en iyi bilen yazarlardan biri olarak kabul edilen araştırmacı-yazar Giovanni Scognamillo, canavar goriller, ölümcül sarkaçlar, karanlık tepelere inşa edilmiş şatolar ve tekinsiz mekanları sevenler tarafından merakla takip edilen ''gotik romantik'' edebiyatı anlattı. Ünlü korku yazarlarına bakıldığında ruhsal olarak pek sağlam olmadıklarının ortaya çıktığını belirten Scognamillo, bu yazarların genelde alkolik, esrar kullanan, sübyancı kişilikler olduğunu, kendi iç dünyalarındaki karmaşayı bastırmak için korku vesilesini seçtiklerini söyledi. Gotik romantik edebiyatın en önemli isimlerinden olan Sheridan Le Fanu'nun eşinin ölümünden sonra yatağından çıkmadığını ve öykülerini bile yatakta yazdığını, evlendiğini ama bu evliliğini sürdüremeyip kendi dünyasında yaşamayı tercih ettiğini aktaran Scognamillo, Le Fanu gibi yazarların gotik edebiyatının markaları ve aynı zamanda yaşamları ile bir çeşit örnek teşkil eden isimler olduğunu dile getirdi. Scognamillo, ''Tabi beyinlerinde taşıdıkları heyecan dolu, değişik dünyaları yazarken de aslında kendi korkularını kendi çatışmalarını yazıyorlar. Belki de bu açıdan hala son derece günceller. Çünkü onların yaşadıkları endişeler ve korkular bugün halen geçerli korkular'' dedi.
Le Fanu'nun ''Carmilla'' adlı eserinin gotik romantik denilen edebiyat türünün en başarılı örneklerinden biri olduğunu anlatan Scognamillo, bu eserin aynı zamanda cinselliğe açık bir şekilde temas eden bir uzun öykü - ya da kısa roman - ve de sevicilik konusunda yazılan ilk vampir öyküsü olduğunu vurguladı. Scognamillo, Bram Stoker'ın Sheridan La Fanu ile arkadaşlığı sonrası ''Dracula'' karakterini yarattığı tartışmalarına ilişkin olarak, bu iki yazarın aralarındaki ilişkinin boyutunu bilmese de o dönemin korku ve fantastik yazarlarının arasında bir ilişki olduğunu hatta bazı yazarların aynı üniversitelerde okuduğunu ifade etti. Lezbiyen bir vampirin ilk kez dile getirildiği ''Carmilla'' romanından yola çıkarak, gotik edebiyatta kadınların öneminin ister yazar, ister kahraman olarak çok büyük olduğunu belirten Scognamillo ''Gotik romantik edebiyat için neredeyse feminist bir biçim diyeceğim. Sadece seçtikleri konulardan değil, bazı yazarlarda örneğin Mary Shelley'in öncü katkıları var'' diye konuştu.
'Yerli kaynaklara bakarsak Dracula'dan ilginç şeyler çıkar'
Gotik romantik türdeki başyapıtlardan biri olarak kabul edilen ''Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi''nin yazarı Ann Radcliffe'in bu tür edebiyatta zirve isimlerinden biri olarak tanındığına işaret eden ünlü araştırmacı Scognamillo, ''Diğer iki kadın zirve yazarlar tabi ki Bronte kardeşler. Hatta gotik romantik denildiğinde aklıma ilk gelen Bronte kardeşler olur'' şeklinde konuştu. Scognamillo, ''Son bir iki yılda romantik vampir romanları çok iyi satış yaptığından pek çok yayınevi bu türe yer vermek isteyebilir. Ama ''Twilight'' ayrı bir şeydir, ''Carmilla'' apayrı bir şeydir. Biri gerek roman gerek film olarak endüstriyel bir üründür. Diğeri ise tam bir sanat ürünüdür'' ifadelerini kullandı.
Korku edebiyatının Türkiye'de yok denebilecek kadar az olduğunun altını çizen usta yazar, aslında genç, iyi yazarlar olsa da onların henüz keşfedilmediğini bunun nedeninin ise yayınevlerinin korkuya karşı Yeşilçam sineması gibi tereddütle baktığını söyledi. Scognamillo, ''Çünkü zaten korku Türkiye'nin genel kültüründe yok. Mitolojide var ama mitoloji hiçbir zaman kaynak olarak kullanılmıyor. Daha çok dışardan, çoğunlukla Amerika'dan gelen filmlerle bu türü yaşıyoruz. Halbuki yerli kaynaklara bir bakıp araştırırsak belki Dracula'dan ya da Kurt Adam'dan da ilginç şeyler çıkar'' dedi.
Vampir edebiyatının son dönemde çok yükselişte olduğundan bahseden araştırmacı-yazar Scognamillo, bu ürünlerin tamamen ticari ve bu anlamda da popüler olduğunu savunarak, hedef kitle olan genç kesime karşı da bu ürünlerin büyük zarar verdiğini ifade etti. Özellikle lise öğrencilerinin vampirlere inanmak istediğini ve bu tür hikayelerin onlara çok romantik geldiğini iddia eden Scognamillo, son çıkan vampir romanlarının da bunu beslediğini anlattı.
Korku sineması
Korku filmlerine de değinen Scognamillo, bu türün sinemada tam değerlendirilmemiş olan ticari bir tür olduğunu hatırlatarak, Korku filmlerinin büyük kısmı gişe kaygısıyla oluşturulan filmlerdir ama seyirciyi etkileyebilir. Seyirci zaten bir korku filmine gittiğinde etkilenmek, endişe duymak ve korkmak ister. Normal yaşamında göremeyeceği gerçek üstü yaratıkları ve gerçek üstü bir dünyayı keşfedip onlardan korkmak ister. Bu, seyircinin beklentisidir ve gayet normal karşılanır. Ancak sinema eleştirisi yapacak kişinin sadece korkmak için bir korku filmini seyretmesi bence doğru değil. Çünkü korku sineması her ne kadar demin dediğim gibi çok sayıda ucuz filmler ürettiyse az olmayan başyapıtları da yarattı'' ifadelerini kullandı.
Korku sineması ''pinti'' bir tür olduğunun altını çizen Giovanni Scognamillo, bir bu türde yapılmış bir buçuk-iki saatlik bir filmin gerilim olabileceği gibi çok iyi bir sinema örneği de olabileceğini ifade etti. Bu tür filmlerini etkisinin seyirciden seyirciye değişeceğini düşünen Scognamillo, ''Sinema salonlarından gelip bir film seyredeceği farkındalığında olan seyirci belki etkilenmez, film seyrediyorum, sanal bir şey seyrediyorum diye. Ama öyle düşünmeyen ya da ille de korkmak isteyen seyirci kriz geçirebilir'' dedi. Scognamillo, kendisinin bu tür filmlere bakışını ise şöyle özetledi: ''Ben hiçbir şey hissetmiyorum. Ben filme dışardan değil, içerden bakmayı seçtim. Bu tabi bütün eleştirmenlerin muhakkak yapması gereken bir şeydir. Bir keresinde bir meslektaş -isim vermeyeyim- televizyondaki bir programda 'ben korku filmlerinden korkarım' dedi. Sonra benden de fırça yedi tabi. Sen profesyonel olarak filmi seyrederken korkmamalısın.''
Türk sinemasının korku filmlerinde özgün eserler vermediğini kaydeden Giovanni Scognamillo, şöyle devam etti: ''Yeşilçam Sineması korku sinemasına hiçbir zaman inanmadı, ona biraz ters geldi. Oysa ki mesela ilk Türk korku filmi ''Dracula İstanbul'da''da gişede çok iyi bir hasılat yapmıştır ama devamı gelmedi. Yeşilçam Sineması belirli türlere bağlı bir sinemaydı, aşk filmleri, melodramlar ve 1970'lerde aksiyon filmleri, gangster filmleri gibi. O dönemde teknik olanaklarımız da tabi ki yetersizdi. Ancak bugün öyle değil, bugün teknik olanaklar yeterli. Bu durumu ateşlemek için o türe inanan ve riske girmeyi kabul eden 2-3 yapımcı ya da yönetmen bulmak gerekiyor. Çünkü çıkan filmler hem kötü filmlerdir hem de dolayısıyla gişede çok da başarılı olamadılar.''
'Vampir manifestosu'
Fatih Danacı ve Aylin Ünal'la birlikte ''Vampir Manifestosu'' adını verdikleri bir kitap projeleri olduğundan da bahseden Scognamillo, kitabın vampirlerin tarihçesi, vampirlerin mitolojisi, vampir sineması, vampir edebiyatı, müzik şeklinde bölümlere ayrılan bir çalışma olduğunu aktardı. Eski tarihlerde başladığı romanlarını da yeniden kaleme aldığını söyleyen başarılı yazar, öte yandan sinemayla olan ilişkilerini çok genç yaşta girdiği bu sektördeki yerli ve yabancı oyuncu ve yönetmenlerle yaptığı sohbetleri de kaleme alan bir çalışma içinde olduğunu dile getirdi.
Eskiden çok disiplinli bir şekilde 09.00-13.00, 16.00-19.00 saatleri arasında çalıştığını belirten başarılı yazar, ''Ben hiçbir zaman kitap yazarken ilham beklemedim. Bence öyle bir şey yok aslında. Oturuyorum bilgisayarın karşısına yazmaya başlıyorum. Belki ilk yazdıklarım hoşuma gitmiyor yeniden yazıyorum. Ama başka bir etkenden yararlanmıyorum. Bazen de bir öykünün başlangıcı ya da sonu yok'' şeklinde konuştu.
'Sorun çok boyutlu'
Araştırmacı-yazar Fatih Danacı, vampir edebiyatının kitleleri, özellikle de gençleri olumsuz etkilediğini söylemenin sığ bir bakış açısı olacağını ancak 'olumlu etkiliyor' demenin de optimist bir yaklaşımın ötesine geçmeyeceğini söyledi. Vampir kitapları ya da sinemasını takip eden kitleler arasında aşırı uçlarda dolaşanların mevcut olabileceğini aktaran Danacı, ''Ancak bu gibi gençler için vampir imgesi yalnızca bir araçtır. Bu pekala başka bir imge de olabilir. Bu durumda işin içine yayıncılık sektörü ve özellikle Hollywood girer. Bunlar aslında talebi belirlerler. Vampirleri arz ettiklerinde ise talep edenler ya vardır, ya da yaratılır. Bu kitle arasında aşırı uçlara yatkın olanlar da tüketim nesnesini, yani vampirleri kullanır'' dedi. Böyle bir durumda vampir edebiyatı ya da korku edebiyatının kötü etkileşim yapan bir yazılı iletişim biçimine dönüşeceğini ve bunun da çok büyük bir yanlış olacağına dikkati çeken Danacı, ''Zaten kötü etkileşime yatkın olan insanlar üzerinde neden olduğu davranış değişikliklerini gözlemleyerek 'vampir edebiyatı genç nesli kötü etkiliyor' demek azınlığın tutumunu, genele yansıtmak olur'' diye konuştu.
Bu sorunun çok boyutlu olduğunun altını çizen Fatih Danacı, şöyle devam etti: ''Vampir edebiyatının artması ile kendini vampir sananların sayısının arttığı muhakkaktır. Peki zombi edebiyatı diye bir akım yükselseydi, kendini zombi sananların sayısı artar mıydı diye düşünmemek elde değil. İşte bu durumda vampir kavramının anlamı ve önemi devreye giriyor. Vampirin tanımını yinelemeye gerek yok. Ancak Voltaire'in de dediği gibi kabul edilen en yaygın batıl inançtır. Hala bile vampir avcılığı bir meslektir. Gerek kültürlerinde ve inançlarında yer verenler, gerekse popüler akımlardan etkilenenler olsun, vampirlerin bir kitle üzerinde varlığı tartışılamazdır. İşin içine efsaneler, söylenceler girince de olayın boyutu büyür ve vampirler popüler bir kavram olmaktan çıkar; hayalet, cin, hatta şeytan ile aynı gerçekliğe dönüşür. Bu kapsamda düşününce de vampir kitaplarının artması ile kendisini vampirler ile özdeşleştirenlerin artması doğaldır. Ancak vampirler bu durumda bir araçtır. Konu olumsuz etki olunca bir diğer husus da vampir aşıklardır. Arkadaşlıkların, alışverişin, paranın, iletişimin, hatta seksin bile sanal ortamda gerçekleştiği bir dönemde aşk da sanal alemlerde aranmaya çalışılıyor. Bunun için her türlü kesime hitap eden siteler bile var. Ancak sıcak dostlukların ve arkadaşlıkların giderek sosyal ortamlardan sanal ortamlara kayması, özelikle daha duygusal bir kimliğe sahip kadınlar üzerinde daha farklı bir sorunu ortaya çıkarıyor. Bu durumda beyaz atlı prens daha da bulunmaz hale geliyor. Sanal ortamın samimiyetine güvenmediğimiz durumda ise, ki bu da çok farklı bir vakadır, aşkı ya da sevgiyi arayan insanların bakacağı tek bir yer kalır. Gerçek hayatta bulamadığını, sanal ortamda bulamadığını, kurgu dünyasında arar. İşte bu durumda beyaz atlı prens, romantik ve ölümsüz bir vampire dönüşür. Twilight ile tavan yapan Edward karakteri bu durumu resmetmiyor mu?''
Vampir yerine hortlak, İncil yerine Kuran-ı Kerim
Türkiye'de vampir edebiyatı ya da genel hatlarıyla korku ve fantastik edebiyatın yerinin yok denecek kadar az olduğunu belirten Danacı, ''İlginçtir ki Ali Rıza Seyfi 1928 yılında Bram Stoker'ın Dracula romanının ilk uyarlamalarından birini yazmıştır. Orijinal kitapta yer alan karakterlerin isimlerini Türkçeleştirip, hikayeyi İstanbul'a taşımış; romanda vampir yerine hortlak kelimesini, kötülükten korunmak için ise İncil yeine Kuran-ı Kerim'i kullanmıştır. Stoker, Dracula karakterini yaratırken Vlad Dracula'dan esinlenmiştir. Ali Rıza Seyfi ise Vlad Dracula'dan esinlenmeyip, direkt olarak Vlad Dracula'yı, bildiğimiz adıyla Kazıklı Voyvoda'yı hikayesinde kullanmıştır. Kitabın adı da zaten Kazıklı Voyvoda'dır ve ilk baskısını 1928 yılında Osmanlıca olarak yapmıştır'' şeklinde konuştu.
Aynı kitabın 1997 yılında, yani Stoker'ın Dracula kitabının yayımlanmasının 100. yılında, Giovanni Scognamillo'nun girişimiyle yeniden basıldığını anlatan Danacı, kitabın adının ise ''Drakula İstanbul'da'' olarak değiştirildiğini ifade etti. Drakula İstanbul'da isminin Kazıklı Voyvoda kitabının 1953 tarihli sinema uyarlamasından geldiğini hatırlatan yazar Danacı, Mehmet Muhtar'ın yönettiği ''Drakula İstanbul'da'' adlı filmin İslami ülkelerde yapılan ilk Dracula uyarlaması olduğunu dile getirdi.
Türkiye'deki bir diğer örneğin de Kerime Nadir'in Dehşet Gecesi (1958) kitabı olduğundan bahseden Danacı, ''Nadir, Karpatlar yerine Cilo dağlarını seçmiş, Kont Dracula yerine Prenses Ruzihayal'ı kullanmıştır. Yine bu dönemde çok popüler olan Mayk Hammer polisiye maceraları içinde vampirlerin bulunduğu hikayeler de vardır. Başta Kemal Tahir ve Afif Yesari olmak üzere bazı yazarlar Mayk Hammer serüvenleri yazmıştır. Bu kitaplarda da doğaüstü değil de mantıksal polisiye çözümlemeler vardır. Bundan sonra ise üretim yok diyebiliriz'' ifadelerini kullandı. Bu dönemden sonra çoğunlukla bu tür üzerinde çeviriler yapıldığını söyleyen Danacı, onların da Twilight'a kadar iki elin on parmağını geçmediğini ancak bu dönemde yerli ve genç yazarların vampir kitapları ürettiklerini vurguladı.
Dünyada vampir edebiyatı
Vampir edebiyatına ilginin Amerika'da 1990'ların ortasında ''Vampire Romance'' adı altında başladığına değinen Danacı, şunları söyledi: ''Romantik vampirler, aşk imgesi vampirler, fantastik ve korku kitapları içine girerek bu türü romantik bir boyuta soktu. Yalnızca vampirler değil, onlarla birlikte kurt adamlar, şekil değiştirenler de birer aşk imgesi oldular. Twilight bu zeminin üzerine kuruldu. Ülkemize ise ilk başta tutmaz diye çevrilmek istenmedi ancak basıldığında bir efsane haline geldi. Hikayenin gerisini ise biliyorsunuz ve pek çok benzer türde kitap dilimize çevrilmeye başlandı. Hatta bir edebiyat klasiği olan Dracula romanı bile çıplak bir erkek bedenini içeren kapak tasarımı ile tekrar basıldı. Çünkü niyet vampirleri beyaz atlı prensler haline getirmek, böylece çok satmasını sağlamaktır. Vampirler artık aradığımız, hiç bitmeyecek aşkı sağlayacak varlıklardır.''
Danacı, Türkiye'de korku edebiyatında olduğu gibi sinemada da korku öğelerinin yok denecek kadar az olduğuna işaret ederek, ''Korku filmi ya da edebiyatının Amerikan orijinli olduğunu varsayarsak, çoğu önemli eserde Hıristiyanlık olgusunu görürüz. Bu olgu ise film ya da kitapların dinamizmini sağlar. Bizim gibi İslamiyeti benimsemiş bir ülkede bu olgu alınıp İslamlaştırılırsa bu dinamizm kaybolur. Bu yüzden ortaya Metin Erksan'ın 'Şeytan' filmi gibi başarısız örnekler çıkar. Son yıllarda 'Büyü' ve 'Dabbe' filmleri ile başlayan örnekler İslami motifleri içeren korku filmleri furyasının haberini verse de bir gelenek kuramadı'' dedi. Araştırmacı-yazar Fatih Danacı, günümüzde aynı durumun korku edebiyatı için de geçerli olduğunu, dergi ve internet üzerinde çok sayıda korku öyküleri ya da romanları yazan genç yetenekler olsa da, basılmış kitapların sınırlı olduğunu aktardı.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama
- ‘Hepinize test yapalım, bakalım kim ne kadar geçiyor!’
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt