Murat Uyurkulak: ‘Bir kıyamet arifesi görüyorum’
Her kitabıyla büyük ilgi gören yazarlardan Murat Uyurkulak yeni romanı Delibo üstüne sorularımızı yanıtladı.
- İlk kitabınız Tol’dan bu yana öncelikle roman diline getirdiğiniz yenilikler, çarpıcı, özgün anlatım biçiminizle anılıyorsunuz. Anlatım diliniz, sanki roman kişilerinin ve olayların içinde soluk alıp verdikleri, canlı olduklarını hissettiğimiz bir atmosfer yaratıyor. Yeni kitabınız Delibo’da da kapıp götüren böylesi bir dil fırtınası bekliyor okurları. Bir romana başlarken hangi etkenler sizi yönlendiriyor? Yeni bir dil bulma heyecanı mı, yeni olaylar, dünyalar anlatma tutkusu mu?
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Her ikisi de yönlendiriyor aslında. Yeni bir dil arayışıyla, yeni olaylar, dünyalar, karakterler anlatma niyeti birbirine eşlik ediyor, birbirini biçimlendiriyor. En başta, neredeyse bir çocuğun zihnine yansıyan tamamlanmamış, tanımlanmamış kelimeler, fragmanlar, sesler şeklinde başlıyor her şey. Bir dürtü, bir sezgi gibi gelişiyor. Doğayı, insanları, hayatı anlamaya, öğrenmeye çalışan, takip eden, seyreden bir çocuk gibi...
Yavaş yavaş beliriyor, açılıyor hikâye ile dil. Sonra bir okuma, düşünme, deneme süreci başlıyor. Orasından burasından dürtmeye, yoklamaya başlıyor insan hikâyeyi, tekrar tekrar yazıyor. O tekrarlar ve denemeler sırasında dil de kendini inşa ediyor, biçimlendiriyor. Öte yandan her zaman tamama ermiyor bu çaba. Başarısızlıkla sonuçlanıp çöpe atılan veya bilgisayarda bir klasöre konup belki vaktini beklemeye terk edilen hikâye veya kitap girişimleri de oluyor. Hem ıstıraplı hem haz veren bir mesai oluyor yazmak.
DERİN YARALAR AÇAN BİR DÜNYA BU
- Romana adını veren Delibo, ana kahraman gibi görünse de temel olaylar Yusuf, Yasemin ve Yusuf’un babası Sefer Kavala arasında geçiyor. Üçü de hayat karşısında yenik ama özel insanlar. Roman kahramanları ve çevrelerindeki insanlarda temel özellik bir yanlarıyla “göçmen” oluşları. Böylesi “tutunamayan”, yenik kahramanlar roman atmosferi kurmada yazara daha mı yardımcı oluyor?
“Etrafınıza bir bakın, sizce de kıyamet kopmuyor mu?” diye sormuştum vaktiyle. Hayatın ve dünyanın cilvesine bakınız ki, son dönemde daha bir ete kemiğe bürünmüş oldu bu soru. Tabiata ve insana düşman, kapitalizm dediğimiz korkunç bir sistemin sultasında yaşıyoruz. Ben dünyaya baktığımda her daim olağanüstü bir durum, bir kıyamet arifesi görüyorum. Bir aşırılık hali görüyorum.
Kapitalizme, çürümüş ahlak, nefes aldırmayan gelenekler, zalim iktidarlar, yok edilemeyen önyargılar da eklendiğinde, insanların hayatlarını darmadağın eden, ruhlarında derin yaralar açan bir dünya bu... Sadece mekânsal, coğrafi anlamda değil, ruhani varlıklar olarak kendi içimizde de sürekli bir göç halindeyiz.
Böyle algıladığım bir dünyanın karakterlerini anlatmaya oturduğumda da ortaya yenik, sınırda, “tutunamamış” insanlar çıkıyor sanırım. Her şey bir yana, edebiyat dediğimiz şey biraz da aşırılığın, eşikte olmanın, olağanüstülüğün mesaisi değil midir?
- Delibo Bornova’nın Erzene mahallesinde başlıyor, sonra da İzmir’in başka köşelerine yayılıyor. İzmir ve Bornova’nın çeşitli mekânlarını neredeyse birer roman kahramanı gibi anlatıyorsunuz. Bu yanıyla Yaşar Kemal’e bir gönderme yaparsak İzmir sizin “Çukurova”nız sayılır mı?
Yaşar Kemal’in Çukurova’yı anlatışındaki kuvvet, maharet, kabiliyet ve bilgeliğin onda birine sahip olsaydım herhalde dünyanın en mutlu insanı olurdum. Bende öyle bir güç yok. Hayatım iki şehir arasında keskin bir kronolojik ayrımla şekillendi. 27 yaşıma kadar sürekli İzmir’de, yani Bornova’da yaşadım, orada büyüdüm. Yirmi bir yıldır da sürekli İstanbul’da yaşıyorum.
Elbet zihnimde, belleğimde, ruhumda bir İzmir ve Bornova vardı, ama aradan çok zaman geçmişti. O yüzden İzmir’i ve Bornova’yı hatırlayıp yazmak için biraz çaba harcamam, okuma yapmam, gidip şehri dolaşmam gerekti.
‘ŞİİRLE BAĞIMI HİÇ KOPARMADIM’
- Romanda ilginç bir sahnede üç ana kahramanın Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever şiiri üstüne tartışmaları. Bir başka bölümde de Yusuf babasının şiir kitabı üstüne değme eleştirmene taş çıkaracak düşünceler ortaya koyuyor. Şiir dünyasına bu denli yakın olup, şiir yazmaya uzak durmayı nasıl başarıyorsunuz?
Kitaplara, okumaya ve yazmaya meraklı çoğu genç gibi ben de şiirle başladım. 17 ile 24 yaşlarım arasında sürekli şiir yazdım. İzmir’de fanzinler çıkardım. Şiir kitapları ve şairler hep başucumda oldu, özetle ilkin şiire gönlümü kaptırdım. Fakat yaşım ilerledikçe, şiire dair zevklerim biraz olsun geliştikçe, yazdığım şiirlerin bir şeye benzemediğini gördüm. Fazla öfkeli, sabırsız ve çapaklıydılar. İzmir’deki bazı edebiyatçı abilerimin, ablalarımın da katkısı oldu bu aymada. Şiir yazmak için gereken asil ruhtan yoksun olduğumu erken idrak etmemi sağladılar.
Romana geçişim ise şöyle oldu: 1990’ların ortalarında, Yeşim Ustaoğlu’nun bir kısa filminin ismi çalınmıştı kulağıma: Magna Fantagna. Büyük Fantezi. Filmi izlememiştim, ama ismi tuhaf bir şekilde büyülemişti beni. Oturdum, aynı isimde neredeyse 30 sayfalık bir şiir yazdım. Yine beceremedim tabii.
Sıcak bir yaz akşamı, annemin evinin balkonunda otururken, o şiirin dizelerini yan yana yazmaya koyuldum. Ortaya çıkan şey hoşuma gitti. Devam ettim. İlk romanım Tol’un “O” isimli orta bölümü, esasen o şiirden çıkmadır. Sonra gerisi geldi. Şiirle bağımı hiç koparmadım, şiirin edebiyatın şahı olduğunu düşündüm hep, şairlere haset etmekten hiç vazgeçmedim.
‘YAZARLAR GÜVEN VERDİ BANA’
- Edebiyatın en başta özgün bir dil yaratma sanatı olduğunu gösteren yazarlardansınız. Bu bağlamda sizden önceki kuşaktan özgün örnekler vermiş Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar gibi yazarlarla kendi yazarlık dünyanız arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
Genç bir edebiyat heveslisi olarak böyle yazarlara tesadüf etmek büyük şanstı. Sevgili Arsız Ölüm’ü, Sonsuzluğa Nokta’yı, Kitap-ül Hiyel’i, Kara Kitap’ı, daha sayamadığım başka kitapları okurken hazla ürperdiğimi, büyük bir şeyle karşı karşıya olduğumu hissettim.
İyi yazarların en mühim yanı, edebiyata güven duymamızı sağlamalarıdır bence. Saydığınız ve sayamadığım iyi yazarlar işte o güveni verdi bana. Hem kendi hayatımın gidişatı hem içine doğmuş olduğum “geveze ve bulanık” dönem sebebiyle onlar kadar güçlü, soylu, güven verici metinler yazamadım, edebiyata karşı kuvvetli bir tutku geliştiremedim, onunla yeterince dürüst bir bağ kuramadım belki. Ama o yazarların var olduğunu ve yazdığını bilmek, her şeye rağmen devam etmemi, ısrar etmemi, sebat etmemi sağladı.
- Sadık okurlarınız Delibo’yu da coşkuyla okuyacaklar. İnsanları bu denli etkileyebilen edebiyat sanatının insanı ve dünyayı değiştirme gücü olduğuna inanıyor musunuz?
Umarım. Ben dünyayı örgütlü siyasi eylemin değiştirebileceğine inananlardanım. Edebiyatın sırtına dünyayı değiştirmek gibi ağır bir yük vuramayız bence. Konu “insanı” değiştirmekse, orada edebiyatın önemli bir işlevi olabilir. Çünkü ruhumuzun karanlık mıntıkalarını, yüzleşemediğimiz irili ufaklı suçları, hesaplaşamadığımız sorunları, yani hayatımızın loş ve tekinsiz diyarlarını edebiyatla keşfetmemiz mümkündür. Dahası, hayatın kendimizden ibaret olmadığını, bizden başka nadir kuşların da yaşadığını anlamamızı, başka insanların hikâyelerine ve dünyaya açılmamızı, onlarla empati kurmamızı sağlayabilir.
Delibo / Murat Uyurkulak / Can Yay. / 200 s. / Haziran 2020.
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev