Nietzsche’den insanca, pek insanca altı söz!

Nietzsche’nin (15 Ekim 1844 - 25 Ağustos 1900) felsefeyle edebiyatı harmanladığı seçkin yapıtlarından Gezgin ve Gölgesi - İnsanca, Pek İnsanca 2’den altı sözü, “insanca, pek insanca” irdelemek, gölgesinin izini gezgin bir ruhla ve düşünle sürmek, azımsanamayacak bir yolculanış olsa gerek...

Yayınlanma: 26.08.2021 - 00:02
Abone Ol google-news

Çizim: TAN DOĞAN

Haluk ve Zeyno için

Friedrich Wilhelm Nietzsche (15 Ekim 1844 - 25 Ağustos 1900) öleli yüz yirmi bir yıl olsa da, yirmi birinci yüzyılda da, ‘ölümsüz filozoflar’ arasında çoktan konumlanmıştır. Bu bağlamda, “Benim ağzım, sizin kulaklarınıza göre değil” diyen ‘ölümsüz filozof’un ağzının içine bakıp kulak kesilecek, üç yüz elli bölümceden mürekkep, nice kavramı ve olguyu karmaşık bir biçimde art arda sıraladığı “Gezgin ve Gölgesi”* adlı eserinden, ‘Edebiyat’ bağlamlı altı bölümceden altı sözünü özenle seçip, dillemeye çalışacağız.

“GÖLGE” DEYİNCE...

Platon’un (MÖ 427-347) “Düşüncecilik/Ülküsellik/İdealizm” düşününde/felsefesinde yer alan “İdealar Kuramı/Öğretisi” iki yeryuvardan/dünyadan söz açar: Özce, ilki “İdealar Dünyası”dır ki, her şeyin hakikati/gerçeği/aslı (Tanrısal olan) oradadır.

“Nesneler Dünyası” olan ikincisi ilkinin öykünmesinden (mimesis=kopya/taklit) başka bir şey olmayıp sanal (doxa=sanı/kesin olmayan “bilgi”) ve geçicidir. İnsana düşen sanallıktan hakikate/gerçeğe “yolculanmak”tır.

“Mağara Benzetmesi”ndeyse, zincirlenmiş bedenleri mağaranın duvarına dönük olanların, mağaranın kapısının aralanmasının ardından içeri sızan günışığıyla duvardaki “gölge”leri gerçek sanmaları, içlerinden birisinin zincirlerinden kurtulup yüzünü döndüğü ışığı önce yadırgaması, sonra onaması ve güneşe/aydınlığa zamanla kavuşması anlatılmaktadır Platon’ca.

“İdealar Kuramı/Öğretisi”ni destekleyen “benzetme”de, “gölgeler” sanal olan “nesneler dünyası”nı, “ışık/güneş”se gerçek olan “idealar dünyası”nı eğretilenmektedir.

Friedrich Wilhelm Nietzsche’de (1844-1900) “gölge”, onu sürekli (“atsinekli”ği yaparak) eleştiren/sorgulayan [“Eleştirilmemiş, sorgulanmamış bir yaşam yaşanmaya değmez.” / Sokrates ( MÖ 46 399)] bir filozofun, bir düşünürün, bir ekin, sanat, yazın insanının “olmazsa olmaz”ı; “biricik dost”u, “yoldaş”/-arka çıkan- “arkadaş”ıdır.

Buncası, iki “felsefe akımı babası”nın/filozofun (“Düşüncecilik/Ülküsellik/İdealizm” ve “Nihilizm/Hiççilik”) “gölge”yi anlama/algılama/adlandırma/betimleme biçimi ve biçemi.

Platon’da “gölge” bir gerçek dışılık, sanallık, öykünme, dahası bilgisizlik/cehalet olarak dışlanırken, Nietzsche’de bilginin ve bilgeliğin “yol haritası”nda “felsefe”nin [“Felsefe yolda olmaktır.” / Karl Jaspers (1883-1969)], “filozof”luğun -eşdeyişle “gezgin yaşamı”nın/gezginliğin- “içsel ses”i (Sokrates’çe daimon=bulunç/içsel-tanrısal ses; vicdan) olarak içselleşmektedir.

“GEZGİN” DEYİNCE...

“Köpeksi Yaşam”ın, Kynikler Okulu”nun kurucusu -“Kinizm”in babası- Sinoplu Diyojen -Diogenes- (MÖ 412-323), güpegündüz elinde bir fenerle sokaklarda dolaşmasının nedenini soranlara; “Adam arıyorum, adam!” deyip “iki ışık”tan yararlanırken, -öğrencisi de olan- Büyük İskender’in (MÖ 356-323) bir gün “Bir dileğin var mı?” demesi üzerine; “Gölge etme, başka ihsan/iyilik istemem.” sözünü dilleyip -bir anlamda “kötülük” olarak gördüğü “gölge” yerine- “gölge”sizliği istemesi söz konusu olmuştur.

Ne var ki Nietzsche’de “iyilik” olan “gölge”, Diyojen’de “kötülük” gibi görünse de “ışık-gölge karşıtlığının birliği” [Herakleitos’tur (MÖ 540-480) “Karşıtların Birliği”, eşdeyişle “Eytişim/Diyalektik” (sav-karşısav=bileşim/tez-antitez=sentez) süreci ortaya atan ve “Savaş/ım her şeyin babasıdır.” diyen)] bağlamında “felsefe”yi/“bilgisevgisi”ni (“phileo/philia” sevgi -seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum- “sophia” bilgi, bilgelik) imlemektedir.

“Gölge-ışık birlikteliği”dir “bilgisever”in/“filozof”un “gerçeğin yolculuğu”ndaki dilediği. Salt ve saltık ışık “aydın”lığı -ya da “bilge”liği- amaçlarken “körlük” de yaratabilir (-dışlanmaması gereğine karşın- salt ve saltık “karanlık”sa ne aydınlıkla ne de bilgelikle doğrudan ilintilidir.)

“Gezgin”in “dert” edindiği olgu “hakikati/gerçeği ele geçirmek” değil, “biricik yoldaşı ‘gölge’si”yle kavramları, olguları, olayları -“kendisiyle hesaplaşma”yı/“özeleştiri”yi de göz önünde tutarak- “eleştirmek ve sorgulamak”tır ki kişiyi (bir felsefe/düşün akımı oluşturma düşüyle/düşüklüsüyle/düşüncesiyle) “filozof” (-yersiz/yurtsuz- bir “gezgin”) kılan da bu “bilgisevgisi”nin ta kendisidir.

İmdi denebilir ki Nietzsche, yaşamı boyunca “gölge”siyle kavramları, olguları, olayları sürekli tartışan, irdeleyen, eleştiren, sorgulayan, betimleyen dur durak bilmez, iflâh olmaz/sağıltılmaz/esenliğe kavuşmaz bir “gezgin.”

Bize düşense, bir daha yeryuvara böylesi gelmeyecek bir filozofu anlamaya, betiğinde/kitabında yer verdiği bazı düşünceleri doğrultusundaki -özellikle “yazınla/edebiyatla bağı olan”/olduğunu düşündüğümüz- birkaç sözünü alıntılayarak (Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi/İnsanca, Pek İnsanca-2, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Basım, Şubat 2014, İstanbul) -kendisinin de yaptığı denli- “eleştirel ve sorgusal bir bağlamda irdeleme”ye, -‘kendi penceremizdeki görüngeden bakarak dilleme’ye- çalışmak…

(Bu bakış ve dillemede -tüm nesnel olma çabasına karşın- sonuçta özneldir ki, sürç-i lisan ettiysek -şimdiden- affola.)

DİLİN TİNSEL ÖZGÜRLÜK AÇISINDAN TEHLİKESİ!

“Her sözcük bir ön yargıdır.” (s.41)

Ön yargıyı, önceden edinilmiş olumlu ya da olumsuz düşünceler doğrultusunda bir kişi ya da bir şeyle ilgili -gerekli kanıtlara değil- koşullara, olaylara, görüntülere dayanarak -doğruluğu araştırılmaksızın- edinilmiş yargı diye tanımlamak olası.

Saltık/mutlak sığ/sınırlı ussal varlık olan insanın ben/ego konumunun önyargılardan tamamen arınmasına -şu ana dek- tanık olunmuş değil.

Yeryuvara/Dünyaya özgür istençle/irâdeyle gelmemiş, -Jean-Paul Charles Aymard Sartre’ın (1905-1980) “varoluş özden önce gelir” demesine karşın ne özünü ne varoluşunu- seçememiş, -Georg Philipp Friedrich Freiherr von Hardenberg Novalis’in (1772-1801) “yaşam bize verilen değil, bizce yaratılan bir yapıt olmalıdır” demesine karşın olamamış- yaşamını/kendini kendini belirleyememiş; veriler/verili alanlar, veriselcilik (saltık özgür istençle kendini yaratamayan/oluşturamayan/seçemeyen insanın içinde bulunduğu konumu karşılayan “düşün/felsefe”dir. / t.d.) kapsamında (ve de uzayda ve zamanda) var olmak için (Tanrıbilimsel betikler ve söylenlerce cennetten kovulmuş, yeryuvara fırlatılmış/atılmış/bırakılmış/cezalandırılmış) çırpınmış-çırpınan bir düşkün-dirim (Martin Heidegger’, “ 'dünyada-olmak', öteden beri düşkünlüktür” der) olarak insana düşen belki de evreni, yeryuvarı, kendini, yaşamı saltık sığ/sınırlı usunca -olabildiğince iyi, güzel, doğru bir biçimde ve biçemle- anlamaya çalışarak harcamak, yaşam ilenç/lanet bir iş.

“Onu, anlamaya çalışarak harcamaya karar verdim” / Arthur Schopenhauer (1788-1860).

İnsan olmanın konumu ve eldeki verilerin koşulları doğrultusunda anlayarak yaşama çabasında -ussallığın ve düşünselliğin yanı sıra- tinsel bir varlık olarak dil olgusundan yararlanarak -saltık değil, sözde; -sığ/sınırlı- özgürlüğe ulaşmakta bir tehlike/çekince söz konusudur.

Özde sorunlu bir dirim olan insan için bu sorunsalsa -Albert Einstein’ın (1879-1955) da “Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir ön yargıyı ortadan kaldırmak atomu parçalamaktan daha güç.” dediği- önyargıdır.

Dilin sözcüklerle kurgulanmış olması -insanın olduğu her yerde- her sözcüğün önyargılılığını da beraberinde getireceğinden -saltık varlıksal ve varoluşsal, eşdeyişle bedensel, ussal, düşünsel, duygusal özgürlüğün olamayışı denli-, saltık tinsel özgürlük olamayacaktır.

İmdi -söz konusu düşünmek, düşünülenlerin anlatılarak anlaşılması için anlıkta tasarlanan kavramlar ve kavramların dille gösterimi olan terimler aracılığıyla yazmak, eşdeyişle en insansal eylem olan yazınsa/edebiyatsa- denebilir ki, hiçbir yazınsal ürün ne dil ne tin ne de sözcük bağlamında özgür değildir ki, ön yargılılığı beraberinde taşıyan bu tutsaklık başlı başına bir çekince/tehlikedir.

Nietzsche’nin sözünü onamaya karşın, başlığı onamak olası değil. Saltık/mutlak sığ/sınırlı ussal varlık olan insanın değil tinsel, hiçbir özgürlüğünden söz açmak söz konusu olamaz. Bu bağlamda tehlikede olan salt dil ya da tin değil, kendini özgür istençle yaratamamış insanın ta kendisidir…

İYİ YAZMAYI ÖĞRENMEK

“İyi yazmak aynı zamanda iyi de düşünmek demektir.” (s. 56)

René Descartes’e (1596-1650) göre bir bilgi ya da olgu, kendini bize araçsız, doğrudan doğruya sunuyorsa, kavratıyorsa “açık”, onu kuran ana-öğeler birbirine karışmamışsa, ayrıysa “seçik”tir.

Var olduğumuzun ayırdında olmak, bundan kuşku duymamak, düşündüğümüzün bilincinde olmak açık-seçik ortadaysa düşünüyoruz ve varız demektir.

Burada üzerinde durulması gereken birinci kavram, düşünüyorum olmalı. “Düşünüyorum” demek, kuşku duyuyorum, usa vuruyorum, eleştiriyorum; irdeliyorum, inceliyorum, soru soruyorum; yanıt arıyorum, betimliyorum, sorguluyorum anlamını içermektedir.

Yoksa kafamı avuçlarımın içine alıp, parmaklarımı şakaklarıma dayayıp, ‘ne olacak bu memleketin, bu dünyanın hâli?’ deyip, düşünüyormuş gibi yapmak; topu topu birkaç kitap, gazete, dergi okur gibi yapıp ya da - hadi diyelim ki - okuyup, radyo-televizyon programlarının/haberlerinin, kemikleşmiş/gelenekselleşmiş inançların, öğretilerin, sözlerin... dayatmasıyla, puslu düşlere dalmak değil...

“Varım” demek, yeryüzüne fırlatılmışlığımdan/bırakılmışlığımdan düşünce yoluyla sıyrıldım, kendimi oluşturdum ve var olmaktan varoluşa dönüşme sürecimde (Sokrates’in “Kendini Bil!” sözü denli) kendimi bilme konumuna vardım, anlamını içermektedir.

Yoksa nerde akşam-orda sabah, ye-iç-yat, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, kötülük ve pislikten bana ne, ben çıkarıma bakarım, benden sonra tufan... sözlerinin gölgesinde, yokluğa sürüklenmek değil...

Düşünmenin bu denli kapsamlı/ayrıntılı bir olgu olup var olmak -Sartre’ca “varoluş”a dönüşmek- anlamına geldiği bir konumda, düşünme-yazma bağının önemi daha da artmaktadır.

Ne var ki Nietzsche’nin sözü -düşünme ve yazmanın değerini vurgulamasına karşın- her zaman ve uzamda genel geçer ya da saltık bir söz -bilgi- değildir.

İyi düşünceyle iyi yazının birbirini besleyebileceği bir yana, (her iyi yazanın iyi yazar, her iyi düşünenin iyi düşünür ya da her iyi yazanın iyi düşünür olamayacağı -tersi de geçerli- açık-seçik ortadayken) her iyi yazının aynı zamanda iyi düşünce olması söz konusu olamaz.

Burada üzerinde durulması gereken kavramlardan biri de “iyi” kavramı olmalı.

Felsefenin başlangıcından bugüne filozoflar ve düşünürler törebilim (ahlâk -özce, insanların toplum içindeki eylemlerini ve ilişkilerini düzenlemek amacıyla benimsenen ilkeler, yazılı olmayan kurallar bütünü- üzerine dizgesel/sistemli olarak düşünme, soruşturma/sorgulama, araştırma ve tartışma olan ethik/ahlâk felsefesi- “kötü” denli en temel kavramlarından bir olan “iyi” üzerinde yoğunlaşmıştır ki, bu filozofların başında gelenlerden biri de Nietzsche’dir.

“İyi yazmak” ve “iyi düşünmek” derken yazma ve düşünmenin törebilimselliğini imliyorsa Nietzsche, sözünün anlamı başka yerlere varır.

“Güzelduyusal” -estetik ve sanat felsefesi- bağlamında başlığın “güzel yazmayı öğrenmek”, sözün de “güzel yazmak aynı zamanda güzel de düşünmek demektir” biçimine dönüşmesi gerekirdi “iyi”nin bir törebilim “güzel”in de bir güzelduyu kavramı olduğu bilindiğince…

[Nietzsche’nin “Yargı Çeşitleri”ni (estetik yargılaınr güzel-çirkin, din yargılarının günah-sevap, mantık yargıların doğru-yanlış ve ahlâk yargılarının iyi-kötü olarak) bildiğinden kuşkumuzun olmaması, sözün bir çeviri yanlışına/hatasına kurban verildiğini düşündürtmüyor değil…]

GÖRKEMLİ ÜSLUP VE YÜCE OLAN

“Görkemli yazmak, hafif ve sade yazmaktan daha çabuk öğrenilir. Bunun nedenlerini ahlaksal alanda aramalı.” (s.78)

(“İyi Yazmayı Öğrenmek” başlığında yer alan “öğrenmek” olgusunu/kavramını, bu başlığın altında irdelemeyi düşündüğümüzden, erteledik -orada başlıkta yer alan burada söz içinde yer aldığından, bir taşla iki kuş vuralım dedik…)

“Yazar”lık bağlamında “yazmak” öğretilebilir bir yeti -ya da yetiler kişisel değil de öğretilir- olsaydı, herkesi yazar kılmak -ya da herkesin yazar olması- olası olurdu.

Yazarlık kursları/öğrenceleri, evleri ya da atölyeleri/işlikleri yok değil. -Belki- kimi yazma teknikleri/uygulayımları öylesi yerlerde verilebilir; yazarlık yetisi değil.

(Örneğin, bir kişinin müzik dersleri almasıyla o kişinin bir müzisyen olması aynı şey değildir. Bir müzik çalgısını -belirli oranda- çalmayı öğrenmek, o çalgının “usta”sı olunduğu anlamına gelmez. Ya da her besteci Johann Sebastian Bach (1685-1750) ya da Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791) olamaz; o düzeyde beste yapamaz -sanatın ve sanatçının tanımı gereği, her beste ve besteci tektir/biriciktir; yinelenemez.

Burada -özce- denilmek istenen, -nerede, kimden, hangi ders alınırsa alınsın- yetenek verilemez, öğrenilemez.)

“Yazar” için görkemli yazmak, kalıcılık, ün, okur sayısını artırmak benzeri beklentiler doğrultusunda istendik bir olgu olabilir; o kadar. Görkemliliği ya da yüce olanı istemek, öyle olunacağı anlamına gelmez.

“Yazın/edebiyat tarihi” irdelendiğinde, yazarlardan çok yazdıklarının -ürünlerinin/yapıtlarının/eserlerinin- kalıcılığı önemsenmektedir. Bir yazın ürününün değeri, yazarının ünüyle doğru orantılı değildir.

Her “ünlü”nün yazar olması nasıl söz konusu değilse, her “yazar”ın da ünlü olması söz konusu değildir; ün “ürün”le anlamlıdır ya da “değer” biçmede öncelik yazara değil ürüne verilir/verilmelidir, çünkü bir yazarı ünlü kılan, onun yaşamı boyunca yaptıklarının söylediklerinin, yaşadıklarının ötesinde yazdıklarıdır. Eşdeyişle -ve öncelikle- “as’lolan ürün”dür -ün değil.

“Yalın yazmak” bir yetidir ve her yazarın payına düşmez -nasip olmaz. Eşdeyişle -istese de, çok çalışsa da, emek verse de- abartısız, içten, arı yazmak her yazarın harcı değildir.

Yeğni/hafif ve gösterişsiz yazmak bir yeti olduğu denli aktörel/bireysel ahlâk sorunsalıdır da. Yazarın yazı-törebilim/ahlâk felsefesi/etik bağını nasıl kurduğu irdelenmesi gereken bir olgudur.

Yazar denli “yazının namusu” -törel dürüstlüğü, güvenirliği, onuru- vardır/olmalıdır. Çıkar, ün, konum, sevilgenlik, para-pul benzeri beklentiler doğrultusunda görkemli yazmayı iş edinen biri, belki bazı okurlara yazdıklarının değerli olduğunu yutturabilir, ne var ki bu geçici yanılsama “yazın tarihi”nin değerbilir sayfalarında asla yer almadı/almaz/alamaz -utanç sayfalarında kesin…

“Yazarlık yeti”sinin her yazanda olmamasına karşın, -ne yazık ki- “görkemli yazma hilesi”nin nice yazanda olması söz konusu.

(Yoksa bazı yazarlık öğrencelerinde, evlerinde ya da işliklerinde “görkemli yazma” adına çeşitli “hileler” mi öğretiliyor?!... “Yazar” yetiştiriliyor diye “yazın düzencileri/dolapçıları hilebazları” mı yetiştiriliyor –üç-beş kuruş için?!... Öyleyse, âh! Ne büyük kötülük hem “yazar adayları”, hem yazın hem de “insanlık” adına!...)

Zorlamayla yazar olunmaz; bu açık-seçik ortada (yeteneksizliğe karşın zorlamayla Bach, Mozart olunamayacağı denli.)

Kuş tüyü gibi hafif ve su gibi arı yazmaksa, tini, usu ve bedeni “insanlık değerleri”yle bezeli “yazar”larındır ki onların yazılarındaki biçemleri (dilsel anlatımları/söylemleri/dile getiriş yolu-yöntemleri) görkemliliği öncelemeseler de, “yazın tarihinin sayfaları”ndaki yerleri en görkemli konumda -balçıkla sıvanamayan- “güneş” denli parıldamaktadır -herhep… Yeminle.

KİTAP VE OKUMA OLGUSU!

“Artık, bir kitap yapmak istediği söylenen yazarları değil, yalnızca düşünceleri yanlışlıkla bir kitap olanları okumak istiyorum.” (s.68)

21. yüzyılda uygulayımbilim/teknoloji, insanın “gündelik yaşam”ına çeşitli kolaylıklar getirirken, “düşünerek, duyumsayarak yaşama”mızda belirgin bir üşengeçliğe/tembelliğe, eşdeyişle “düşün ve duygu/duyuş üşengeçliği”ne yol açtı/açmakta.

Söz konusu üşengeçliklerin -görece “değer”ce- başında “betik/kitap okuma üşengeçliği” gelmekte. Bu demektir ki, “az okuyor”, dolayısıyla “az duyuyor/duyumsuyor”, “az düşünüyor”, (-belki de- ve “insanca”) “az yaşıyor”uz...

Çeşitli alanlarda nice sayıda basılan kitaplarda nitelik sorununun olması, öte yandan çok basılırlıklarına karşın az okunurlukları, “kitap” ve “okuma” olgusunun gözden geçirilmesi gereğini ortaya çıkarmakta.

“Kötü Kitaplar” (sayfa:74) başlıklı yazısında Nietzsche, “Kalem, mürekkep ve yazı masası istemelidir kitap: ama genellikle kalem, mürekkep ve yazı masası kitabı isterler. Bu yüzden şimdi bu kadar az şey var kitaplarda.” derken; “Artık, aynı zamanda doğmuş ve (mürekkeple) vaftiz edilmiş hiçbir kitabı okumamak.” kararına varır “Karar” başlıklı yazısında da…

Bu iki sözden ilkinde “az şey var kitaplarda”, ikincisinde “vaftiz edilmiş hiçbir kitabı okumamak” tümceleri önemsenmeli “okur”ca ve kitap” ve “okuma” olgusu bir de bu sözler doğrultusunda gözden geçirilmeli.

Hem “az kitap okuyoruz” hem “az şey var kitaplarda” hem de “kutsanmış kitapları okumama”lı: Konum içler acısı… Ya Nietzsche’nin “İstenmeyen Okur” (s.105) başlığı altında sözünü açtığı “Nasıl da eziyet çektirirler yazara, bir şeye çarptıklarında yere de düşen ve her defasında canlarını inciten, ruhları tombul ve hantal, gözü pek okurlar”dan öte.

“Okuyarak Yaşamak” düşüncesini benimsemiş ve asla “Kitapsız” yaşamayı düşünmeyen “okur/lar”ın konumuna ne demeli? Nitelikli kitaplarla yaşam yolculuğunu derinleştiren, değerli kılan okur -sanırız- daha seçici -ya da olmak zorunda…

-Çoğun- çeşitli “çıkar”lar doğrultusunda ısmarlama ya da “nabza göre şerbet verme” durumunda olan “sözde yazar”ların yaptığı/yazdığı ya da “sözde yazın erkleri”nce ve “yayınevleri yetkilileri”nce yazdırılan kitapların okuru aldatarak “okuma sevinci”ne, “düşünsel ve duygusal haz”za, “insanca varsıllaşma”ya, “evrensel değerlerle yol alma”ya ihanet/kötülük ettiği bir çağda, “as’lolan yazmak” düşüncesi ve ilkeliliği üzre/içre erdemli, onurlu, aktörel bir tavırla “yazan yazarların yazılarını okumak en doğru yol olsa gerek.

(Nietzsche’nin “Ender Şenlikler” (sayfa:63) başlıklı yazısında “Pütürlü sıkışıklık, dinginlik ve olgunluk, bir yazarda bu nitelikleri bulursan, orada dur ve uzun bir şenlik yap çölün ortasında: daha uzunca bir süre bu kadar iyi hissetmeyeceksin kendini.” dediği denli) “Ender Şenlik Havası”nda…

Salt ve saltık -güzelduyusal/estetik bağlamda yazından/edebiyattan yana olan- “güzel yazma”yı dert edinen yazarların düşleri/düşüklüleri/düşünceleri ya da ürünleri/emekleri yanlışlıkla kitaba dönüşürse ne güzel/âlâ; bir de öyle okumak isteriz. “Gerçek yazın emekçileri”ni, “en güzel yanlışımız” diye diye, üstelik de “yeminle…” (Ah! Bir de bulabilsek -şimdilerde…)

BEĞENİNİN ‘SAĞLIKLILIĞI’!

“Nasıl oluyor da sağlıklılık durumları, hastalıklar gibi bulaşıcı olmuyor, genellikle ve özellikle de beğenide? Yoksa sağlıklılık salgınları var mı?” (s. 73)

Güzelduyu/estetik, dahası sanat felsefesi eğitimidir beğenide sağlıklılığın başlangıç imi –“sağaltımevi.” Bu imi –“sağaltımevi”ni– işlevsel kılmanın yeri “anne-baba evi”dir önce, eşdeyişle “aile ocağı.”

Maslow’un “Gereksinimler Aşaması”na göre, sırasıyla “fizyolojik”, “güvenlik”, “sevgi”, “saygınlık” gereksinimleri tamamlandıktan sonra “kendini gerçekleştirme”ye ulaşılmaktadır.

Bir başka söyleyişle “soluk alma, besin, su, cinsellik, uyku, denge”nin ardından “ilişkin/ait olma, sevecenlik”, sonra “arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık” derken “kendine ve başkalarına saygı, güven, başarı” gereksinimleri karşılanmalı ki sıra “erdem, doğallık, sorun çözme, ön yargısız olma, gerçeklerin onanması ve yaratıcılık” gereksinmesine gelsin.

Bunu şunun için diledik: Tabandan tavana doğru yol alan “Temel Gereksinimler”in karşılanması Söz konusu olursa “yaratıcılık”a, bu bağlamda “sanat”a sıra gelebilir.

Aç susuz, işsiz güçsüz, güvenlikten uzak, sevgi ve saygı yoksunu birinin “sanat”la bağı ya da “sanatsal beğeni”yle iç içeliği ne denli bir gerçekçilik taşır ya da “yaşamsal”dır?

Ancak “Temel Gereksinimler”in sağlandığı bir “aile ocağı”nda yaşam süren bir çocuğun “sanatsal beğeni”sinin başlangıç koşullarından söz açabiliriz.

Zamanla “akrabaların”, “çevre”nin, “okul”un, “toplum”un, “ulusal ve evrensel değerler”in sanat eğitimi ve öğretimiyle ilişkisini anlatabiliriz.

“İlgi”, “yetenek”, “bilinç”, “ayırdındalık”, “insan olma” benzeri olguların “Sanat”la ilintisini vurgulayabiliriz.

Yaşamı “sanatsal beğeni” penceresinden bakarak anlamlı ve değerli kılmanın “birey” için olmazsa olmazlığını dileyebiliriz.

O zaman diyebiliriz ki, “Temel Gereksinim”lerle ilgili bir sorun yaşamayan her “sağlıklı birey” için “sanatsal beğeni” yolculuğuna çıkmak ve “Sanat”la iç içe yaşamak en insanca ve insancıl duygudur ki buna herkesin tüzesi/hakkı vardır.

Dahası, bu duyguyu/beğeniyi yaygınlaştırmak/bulaşıcı kılmak “sağlıklılık salgını” bağlamında “Güzel Bir Yeryuvar” düşü, düşünü, düşüngüsü adına “İnsanlık Ülküsü”nün yaşama geçmiş/gerçekleşmiş durumu olabilir.

Ne yazık ki toplumların açlığı, savaşı/savaşırlığı, yokluğu ve yoksulluğu söz konusu bir çağda -21. Yüzyılda- yaşıyoruz “anamalcı düşüngü”nün yayılımcılığında sömürülerek.

Ne dersiniz “Sanat ve Sanatçılar” özverili çabalarıyla “sanatsal beğeni”yi yaygınlaştırıp daha insanca bir düşüngüyle “Mutlu Bir Yeryuvar ve İnsanlık” yaratabilirler mi ekmeği bölüşen, sevgiyi çoğaltan, kardeşliği ve barışı yaşama geçiren tüm gereksinimleri karşılanmış; “Nietzsche’ce sağlıklı?...”

ŞAİR DÜŞÜNCELERİ...

“Gerçek düşünceler, gerçek şairlerde hep örtülü dolaşırlar.” (s.62)

Şairin gerçeği-sahtesi olmaz; kişi ya şairdir ya değil. Ne var ki “düşünceler”in gerçeği ve sahtesi olabilmekte.

Öykünme/taklit içeren, gerçekten uzak, aldatıcı ya da yalan dolu düşüncelerin varlığını yadsımak olası değil. “Sahte şair” diye bir niteleme baştan yanlıştır.

Bir kişinin, bir şairin şiirine öykünmesi, düzmece bir şiir yazdığı anlamını taşır, şair olduğunu değil. -Özce- “Sanat Eserinin Özellikleri”ni kişiseldir/özneldir, yaratıcılık gerektirir, güzelduyusal/estetik kaygı taşır, özgündür/tektir, kalıcıdır, evrenseldir diye sıralarsak, aynı özelliklerin bir sanat yapıtında/eserinde, bu bağlamda bir şiirde olması kaçınılmazdır.

Şairi şair kılan da -kendi- “şiiri”nin olmasıdır; öykünmesiz, düzmecesiz, özgün. Bunun ayırdında olan kişinin “gerçek düşünceler”den öte durması, bir başka şaire öykünmesi -onun gibi yazması- “kendi olma”nın uzağına düşmesi, şair olmadığını dilemesi anlamına geleceğinden göze alınır bir durum değildir.

Bir şiirin bir şairce yazılmış olması, o şiirin bir başkasınca öykünülerek –değiştirilerek, bozuntuya uğratılarak, sözcükler ve dizeler eklemlenip-çıkartılarak– yinelenmesi/yeniden yazılması anlamsız ve değersizdir; çünkü o şiir söz konusu şairce yazılmıştır bir kez.

[“Örneğin, Federico García Lorca (1898-1936), Louis Aragon (1897-1982) ya da Nâzım Hikmet Ran (1902-1963) benzeri/gibi –şiire başlamanın ilk yılları dışında– şiir yazmak “değer”sizdir; çünkü bir Lorca, bir Aragon, bir Nâzım varken ikincileri hem olamaz hem de gereği yoktur böylesi bir öykünmenin. Diyelim ki yazıldı, yazan kişi en fazla “Nâzım”olur; bir “Nâzım” ve “Nâzım”ın şiirleri varken o kişi neden okunsun ki “Nâzım” yerine?!...]

“Gerçek düşünceler”e dönersek hem “gerçek” hem de “düşünce” olgusunu edinmek irdelemekten daha güçtür ve emek ve de bedel ister. Her “gerçek”ten söz açanın gerçeğe ulaşmışlığı –ya da ermişliği– nasıl söz konusu değilse her “düşünce”den söz açanın da düşünceye ulaşmışlığı –ya da düşünürlüğü– söz konusu değildir Sıradanlığın/yüzeyselliğin olduğu yere gerçeklik de gelmez düşünce(ler) de…

Şair olunmaz, doğulur. Yetenek/yeti doğuştanlıkla ilintilidir (“Bir kişi şair değilse en fazla ‘şairimsi’, ‘şaircik’, ‘şair öykünmesi’ olur” desek, doğru bir tümce kurmuş sayılır mıyız?... Bu soruyu sormak yerine, böylesi bir tümce kurmamak en iyisi sanırız…)

“Gerçek düşünceler”in ardına düşen şair, yeteneğinin üzerine yatmak, onu geliştirmemek yerine, yaşam boyu sürdüreceği çabayla, uğraşla, emekle şiirini sürekli yenilemeyi, geliştirmeyi yeğler.

Salt “esin”le değil, esine eklemlediği “emek”le “gerçek düşünceler”e, düşlere, imgelere; eğretilemelere, simgelemelere, dillemelere –özgün bir “dil”e– ulaşır ki, bu “emek”tir “gizilgüc”üyle/yetisiyle “gerçek düşünceler”in sırlandığı “örtü”yü sıyıran ve kendinde bir “biricik tohum” denli değerli kılıp tomurcuklandıran, çiçeklendiren, ağaçlandıran…

(Gerçeğin tözüdür özündeki “sır-tohum”; ne var ki dize dize paylaşır “şiir ağacı”nın bin bir hâlli çiçeklerini, çiçeklensin diye insan/insanlık, yeryuvar ve evren tüm renkleriyle, kokularıyla, tatlarıyla –acı ve tatlı…)

‘SON SÖZ’ YERİNE...

Nietzsche kendi çağında nasıl tam olarak anlaşılamadıysa, şimdilerde ve gelecekte de tam olarak anlaşılamayacak –sanırız… Saltık “Nietzschecilik” ne denli bir sakınca/tehlikeyse “Karşı-Nietzschecilik” de o denli sakıncalık –salt Nietzsche adına değil, düşün/felsefe, insanlık, yeryuvar ve evrensellik adına…

En ilk ve son imde derdimiz -çoğun- gerçeği aramak olduğunda, –Tanrıbilimsel söylemler ya da “inanç” olgusu yoğunluğunca– felsefesel ya da “düşünce” olgusu ve işlevlerine başvurmak kaçınılmaz oluyor.

“Gerçek”le “gölge” –“hakikat”le “sanı/sanal”– arasındaki gelgitler, düşünceyle inanç arasındaki “gezgin”likle kimi zaman iç içe geçebilmekte kimi zaman da karşı karşıya durabilmektedir.

Aynı konum “Nietzsche’yi Anlamak” için de –bire bir olmasa da– geçerli sayılabilir. Gerçeğine söz geçiremeyen bir filiozoflukla gölgesine bağımlı bir gezginlik arasındaki ince sınır neyse, “Nietzschecilik”le “Karşı-Nietzschecilik” arasındaki sınır da öyle…

Tüm düşünceler bir yana, katılalım ya da katılmayalım, “Nietzsche’yle Yolculanmak” –sanırız– “İnsanca, Pek İnsanca” yolculanışlardan biri olsa gerek. Sınırını baştan koyduğumuz “düşünsel yolculuğumuz” “Nietzsche-Edebiyat Bağı Bağlamında”ydı “Gezgin ve Gölgesi” kapsamında…

Sonrası ve dahası mı? Şimdi de sıra sizde…

* Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi / İnsanca, Pek İnsanca-2, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Basım, Şubat 2014, İstanbul


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon