Sanatçılar örgütlenmeyi bilmiyor

Kamera karşısında yaşamın kıyısında gezinen karakterlere can veren Mert Fırat, bu sezon bir rock yıldızı olarak karşımızda. Örgütlenmeye inanan sanatçılar gibi onun da derdi bunun tam anlamıyla hayata geçirilemeyişi. "Sınıfsal mücadeleye inanmadan bir sendika nasıl var olabilir?" diyor.

Yayınlanma: 20.09.2014 - 21:48
Abone Ol google-news

Moda’da bir sokak arasına kurulmuş oturma yerlerinde genç bir grup dinleniyor. Onların pazar gününü dışarda geçirmek isteyen bir grup arkadaş olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa bu insanlar yeni oyunlarının provasında kısa dinlenme sürelerinin tadını çıkaran Moda Sahnesi’nin oyuncuları. İçlerinde belki de en bilindik olanı Mert Fırat, ama mütevazı tavırları, yeni filmindeki karakteri Ozan için uzattığı saçları ve küpesiyle onu diğerlerinden ayırt etmek mümkün değil. Zaten onu farklı kılan biraz da ister film olsun isten oyun, hikâyesinden canlandırmaya kadar her yerinde, her aşamasında parmağının olması. Bu aralar da bir hayli yoğun. Hem yeni filmi hem de tiyatro oyunu için mesai harcıyor. Yine bu temposu içinde bize zaman ayırdı...

- Bir Varmış Bir Yokmuş sizin de katkınızın olduğu bir hikâye...

- Evet İlksen Başarır’la birlikte kurduk hikâyeyi. Uzun zamandır üzerinde konuşuyorduk. Bir türlü anlaşamayan çiftlerin hikâyesini, herkesi yaalayabilecek mevzuların da kavgaların da olduğu bir aşkı tercih ettik. Ozan karakterinin bir grubu var. Biraz da çaptan düşmüş. Üç yıldır da albüm yapamıyorlar. Tam o dönemde de Nehir’le (Melisa Sözen) karşılaşıyorlar. Aslında tutkulu güzel ve bol tartışmalı bir hikâyeleri var ve kamerada buna yakından şahit oluyor.

- Bu karakter sizin fikriniz miydi?

- Daha ilkeleri, ilişki üzerinde bir felsefesi olan, kolay kolay kendisine gem vurmdurmayan bir karakter olarak kurgulamıştım. Bir yandan da egosu yüksek. İlk başta ismi “Tersine Aşk”tı. Çevrenin de “ne olur ayrılın” dediği, ama kimsenin de anlayamadığı bir aşk vardır ya. İki taraf da bir türlü kopamaz. Bir yandan da masallara gönderme var. Nehir anaokulu öğretmeni ve masallara çok ilgili. Grup da masallarla ilgili bir albüm yapıyor. Zaten tanıştıkları nokta da o masal teması. Tema olarak masalı seçmemizin sebebi, sürekli birşeylerin tekrar edilmesi. Biri ölür, yine dirilir. Bir döngü vardır ya. Kimi zaman hayattan da daha nettir.

- Rock müzisyenleri farklı tipler olarak algılanır ama, anaokulu öğretmenleri de aynı derecede değişiktir.

- Aslında her meslek bir karakter yaratıyor. Buradaki avantaj, Nehir’in pedagojik formasyon biliyor olması. Bir erkeğe nasıl yaklaşacağını biliyor. Bilgilerini pratiğe döktüğü için, en azından daha az zarar görerek ilişki yaşayabiliyor.

- Ozan biraz daha çocuksu bir karakter mi?

- Erkeklerin çoğu, ergenlikten çıkış sürecini bir türlü tamamlıyamıyor ya. Ozan da öyle bir karater. Ancak “Nehir de onu büyütüp, olgunlaştırıyor” demek istemiyorum. Tam olarak öyle değil. Tersine, ne büyütmek, ne geliştirmek derdinde. O açıdan biraz şaşırtan bir karakter olacak. Kadınlara atfedilen anaç görevler vardır ya, Nehir öyle değil. “Ben almayayım” diyor.

- Rol aldığınız filmlerde aşkın hep farklı yönlerini görüyoruz. Uç noktalarda geziniyorsunuz.

- Çok az filmde aşk teması yoktur zaten. Bana da denk geliyor, ama dediğin gibi farklı bir şey anlatanı tercih etmeye çalışıyorum. Başka derdi olan filmlerde oynamaya çalışıyorum, ama işte Türkiye’de galiba filmler, pazarlanırken, aşk teması öne çıkarılıyor. Mesela “Gece” bir roman uyarlaması ve bambaşka bir derdi var. Fakat basın onu “Nurgül Yeşilçay’la Mert Fırat’ın büyük aşkı” diye sunuyor. Aşk orada derdi anlatmak için bir yol belki. Nedense asıl fikirden uzaklaşıp popüler kültürü işaret ediyorlar.

- Bu imajın üstünüze yapışmasında korkuyor musunuz?

- Hayır, hiçbir kaygım yok. Çünkü dünyada da bu böyle. İçinde bulunduğumuz eserleri, farklı biçimlerde okuyan insanlar var. Bir kısım buna aşk filmi olarak bakar, bir kısmı duruşunu görür. Temelde söylemek istediğim, bir kitabı 20 kişi okur ve hepsi bambaşka şeyler anlar. Aslında her projede aynı durumu yaşıyoruz.

 

Jön olmayıp dünyayı sarsan bir sürü oyuncu var

- Bu, biraz da hep ısıtılıp ısıtılıp önümüze sunulan jön tartışması yüzünden olmuyor mu? Siz de bazen jön adayı olarak sunuluyorsunuz. Bu kafanıza taktığınız bir mesele mi?

- Hiç taktığım bir mesele değil; jön neymiş? Oyuncu oyuncudur! Jön olmayıp dünyayı sarsan bir sürü oyuncu vardır. Phillippe Seymour Hoffmann, sağ cebinden 20, sol cebinden 30 jön çıkarır. Ayrıca bir sürü jönden de daha yakışıklıdır. Tabii ki, James Dean diye bir gerçek var ama, aynı zamanda iyi bir oyucudur. Galiba mesele de bu. Her insana, karaktere göre rol vardır. Doğru hikâyenin doğru biçimde aktarılmasıyla o oyuncu yerini bulur. İnsanlar, güzel kızlar ve erkekler izlemeye gidiyor tamam, ama bir yere kadar. Hollywood ve Bollywood’u bir kenara koyarsak, isme giden seyirci yok. “Mert Fırat film çekti” bir PR konusu olabilir ama artık bu formül işlemiyor. Türkiye’de seyircisi olan çok az oyuncu var. Recep İvedik, Cem Yılmaz ve Ata Demirer. Bunlar da komedi dalında. Onun dışında şöhretin bir önemi yok.

- Jön argümanı sizce çökmüş bir argüman mı?

- Bence öyle. Bir araştırma yapsak da görsek aslında. Issız Adam’dan önce Cemal’i kim tanıyordu? Ama iki buçuk milyon seyirci izledi. Tam tersini de çok gördük. Milyonlarca dolar harcanan, çok yakışıklı ve güzel oyuncuların olduğu ama kimsenin izlemediği yüzlerce film vardır.

 

Kürk Mantolu Madonna beni heyecanlandırıyor

- Moda Sahnesi’nde yeni bir oyununuz çıkıyor. Parkta Güzel Bir Gün... Didem Balçın’la birlikte rol alıyorsunuz.

- Birgün parka giden bir çiftin, bir duruma maruz kalmasıyla, güzel günlerinin kötüye gitmesi, başlayan tartışmalar, yasaklar, birbirlerine koyulan sınırların ortaya çıktığı bir İskoç oyunu. Yazarı Kieran Lynn de çok evrensel bir yerden yakalamış hikayeyi. O mesele bize de dokundu. Sağlam bir metafor olsa da, gerçek bir şeyden bahsediyor. Sulu zırtlak bir komedi değil de, hem sınıfsal bazda, hem hayattaki farkındalık anlamında, dahiliyetin ne olduğu hakkında tartışmalar içeriyor.

- Sizi en çok heyecanlandıran projelerden biri heralde Kürk mantolu Madonna...

- Bir buçuk yıl sonra başlayacak çekimler. Çok yapmak istediğimiz eserlerden biriydi, İlksen’in de benim de. Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali de, bunun iznini kimseye vermiyordu, ama biz fırsat bulunca yapılan çalışma sonucunda, senaryo beğenildi ve çekmek istedik.

- Peki Filiz Ali nelere hasasiyet gösteriyordu?

- Galiba genel meselenin derinliğini kaybetmemesi gerektiğini düşünüyordu. Temeldeki şey aslı gibi olması değildi. Biz Türkiye’de romandan uyarlamayı atlayıp, roman gibi algılıyoruz ya, roman çekmek yoktur; roman okunur. Roman uyarlamak bir yorumdur. Bu yüzden Machbet’in yedi tane filmi var. Galiba o noktada doğru bir perspektif yakaladık. Kesinlikle romana kutsal bir metin muamelesi yapmıyor. O yüzden iyi anlaşıyoruz. Yabancı ortaklarımız ve kültür bakanlığının desteği var...

 

Sanatçılar örgütlenmeyi bilmiyor

- Kültür Bakanlığı’nın kendine muhalif isimlere ödenek ayırmadığı söylemleri var. Bu konuda neler söylersiniz?

- Daha önce gönderdiğimiz ve destek almayan projemiz oldu. Sizden “Küçük Bir Ricamız Var” diye bir projeydi. Üç hacker’ın hikâyesini anlatıyordu. Sonunda da bir sokak örgütlenmesi ortaya çıkıyordu. Fakat biz bunu 2011’de yazmıştık. Gezi olaylarından çok önce. Bunun gibi eserlere vermiyorlar. İyi ki de vermemişler, yoksa zan altında kalmamız içten değildi. Bir komite vardı, onlar insanların kasetlerini kanal patronlarına peşkeş çekiyorlardı, kareli gömlek giyen sivil polisler vardı ve onlar aslında başka bir örgüttendi. Bunların hepsini yazdık. Niye yazdıysak... Hâlâ da Kültür Bakanlığı’nın elinde. Akabinde de bu projeye ödenek verdiler. Neye göre karar verdikleri hakkında hiç fikrim yok. Çünkü o da Kürk Mantolu Madonna kadar hazır bir projeydi. Devletin ve medyasının bize gösterdiği siyaset ve politik hayatta var olan arasında bir dağ var ve biz o dağı göremiyoruz. Devletin sözde desteklediği şey, kapalı kapılar ardında bir yasakla karşı karşıya kalıyor.

- Bu durumda işiniz çok zor sanırım, çünkü projeleriniz belli maliyetler de gerektiriyor. Bu yüzden devlet mekanizmaları önemli bir yerde duruyor.

- Kültür Bakanlığı’nın bize verdiği, aslında kendi paramız. Çünkü her biletten yüzde 18 KDV alıyorlar. Yüzde 25 de gelir vergisi ödüyoruz. Dolayısıyla, neredeyse bütün gelirimiz Kültür Bakanlığı’na gidiyor. Aslında geri alma hakkımız olan meblağlar bunlar. Sanki bu onların bize bahşettiği bir şey, “para çıktı” filan. Ne çıktı ya? O parayla gidip yat filan da almıyoruz, yine filme yatırıyoruz. Bakanlıktan destek alanlara “tu kaka” deniliyor. Şimdilerde devlet aklının çalışması, politikasını ürettiği yer farklılaştı. “Bizim kültür politikamız yok” deniliyor, ama var. Bu da üretmemek, önünü kesmek üzerine. Bu da başlı başına program gerektiren bir niyet. Zaten kültür-sanat başlı başına bir politikadır. “Kardeşim, sanatçılar siyaset yapmasın” tarzı bir söylem, ancak düşünemeyen birinin üretebileceği bir cümledir. Biz sanatçılar olarak da yeterince örgütlü olarak bu işlerde yer alamadık. Sendikalarımız hâlâ yeni oluşuyor. Sınıfsal mücadeleye inanmadan bir sendikanın nasıl varolabileceğinin sorusu hâlâ ortada yok. “Ben bir set işçisinin hakkını savunmadan kendi hakkımı nasıl savunabilirim”e inanmayan bazı sanatçılar gidip başka bir sendika kuruyor. Tabii ki o tiyatrolar bizim, gerekirse oraları işgal edeceğiz, insanlara gün verip oynayacağız. Çünkü zaten insanların hayatından bir buçuk, iki saati işgal edip, “bir dakka burada göstereceğimiz şey sizin bir yerinize dokunacak” diyoruz. Kimbilir belki de bize dokunacak. Çünkü kimseye dokunmadığımızı göreceğiz... O yüzden “bakanlıktan para çıktı, ona verdiler buna verdiler” filan, bu hep böyle oldu zaten. “Bu yüzden AKP’yi eleştirmemek lazım” demiyorum. Bu sadece doğru örgütlenmemizle ilgili bir şey.

 

Hayatımızı senaryolaştırıyoruz

- Oynadığnız ve yarattığınız karakterlerinizden, hayatınızda geliştirici etkisi olanları var mıydı?

- Ozan karakteri beni geliştirdi. Müzikle, edebiyat veya tiyatroyla olduğu kadar ilgi değilim. Hep kendimi eksik görmüşümdür, hele bir müzisyen çocuğu olarak. Ozan’ın şarkı söyleme, bir grupta yer alma gibi konularda kısmında katkısı oldu. Aslında her karakterin bir etkisi oluyor. Bunlardan en önemlileri de Atlı Karınca ve Başka Dilde Aşk. Bir başkası, Kelebeğin Rüyası. Şiirle de çok ilgiliydim, ama Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyib’i bu kadar tanımıyordum, derinlemesine okumamıştım. Garip akımı şairlerini hepimiz biliriz, tamam, ama bir şairi anlamaya bu kadar yaklaşmamıştım.

- Aynı soruyu ilişkiler açısından sorsam...

- Uygulamada oluyordur herhalde. Aslında tersi oluyor. Hayatta yaşadığım ilişkilerin senaryoya katkısı çok. Diyaloglar ve sohbet detayları; insanların dille, birbirleri üstünde nasıl bir iktidar oluşturmaya çalıştıkları, erkek-kadın, kadın-erkek farketmez nasıl iktidarlar kurma çabası içinde olduklarını hep gözlemlerim. Yazdıktan sonra bu sefer hayattaki örnekleriyle karşılaşıyorum. Zaten büyük bir senaryonun içinde yaşıyoruz. Bazen orada gördüklerimizi senaryolaştırıyoruz. Mesele de biraz bu.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler