Yaşamı ve edebiyatıyla Ayla Kutlu

Ayla Kutlu, çağdaş Türk edebiyatının en verimli, en yetkin kalemlerinden biri. İmzasını taşıyan on romanı, dört öykü kitabı, iki destan, yirmi iki çocuk, bir de anı kitabı var. Okurlarının, gerek yapıtlarından gerek birçok mecrada yer alan söyleşilerinden yazar profiliyle onu yeterince tanıdıklarını düşünüyorum. Ben ağırlıklı olarak insan yönünden söz etmek istiyorum Ayla Kutlu’nun.

Yayınlanma: 03.11.2017 - 22:06
Abone Ol google-news

Ayla Kutlu’nun ayak izi

Ayla Kutlu, önce yazar olarak hayranlık duyduğum, tanıdıktan sonra da hayatımda dost olarak iz bırakmış bir insan. Bizi edebiyat buluşturdu, mektuplar yakınlaştırdı. Onunla yakınsanız, sadece hoşgörülü, anlayışlı, sizi daima yüreklendiren eşsiz bir dostunuz yoktur.

Geniş ufku, derin birikimiyle gerçek bir entelektüel, yurtsever bir aydın; sivri dilli bir mizah erbabı, zengin repertuvarıyla güzel sesli bir hanende, düşünceli ve becerisi yüksek bir ev sahibi, eğlenceli bir yol arkadaşı, tatlı utangaçlıklarıyla bir çocuk ve sonsuz şefkatiyle bir büyüğünüz de katılmıştır hayatınıza.

Yaşarken de yazarken de cömert bir insan Ayla Kutlu. Yaşarken paylaştıklarıyla, yazarken okura yaşattığı hazla ve yapıt verimiyle. Her yapıtının öncesinde uzun, zahmetli, çileli, ağır bir ön hazırlık dönemi olduğunu bilenleriniz vardır. Son yapıtı Yedinci Bayrak’ta buna ben de tanık oldum. Bu hazırlığa aklıyla, ruhuyla, bedeniyle ve olanca birikimiyle katıldığını yakından izledim. Bu onun hem edebiyata, hem okuruna saygısının bir gereği. Onu üzmek istiyorsanız, “Kitabınızı bir solukta okudum!” deyin.

Yaşarkenki cömertliğine gelince... Çocukluk ve ilkgençlik yıllarının sıkıntı içinde geçtiğini Zaman da Eskir’den biliyoruz. Liseye, halasına gidene kadar tek bir ders kitabı olmayan, arkadaşlarından aldığı kitaplarla ödev yetiştiren bir çocuk; ama son derece başarılı bir öğrenci... Kimilerini çok cimri kılabilecek o yoksunluklar, onda tersine bir etki yaratmış. Vermeye doyamaz, kendi deyimiyle; “saçar.” Şöyle anlatmıştı bir seferinde: “Bir insanın bir şeye iştahla bakması, ödünç istemesi, bana neredeyse sevinç verir. Çünkü onun hoşuna gidecek bir armağanı verme fırsatıdır bu. Uzun yıllar süren amirliğimde en kötü niyetli olduğunu bildiğim memuruma bile izin verirken, yahut yapılabilir bir dilekte bulunmuşsa, yerine getirirken hiç soru sormamam bu yüzdendir. Bir insanın yüzünü kızdırıp istemesi, bence yeterli bir şeydir. İstediğini hak ettiği anlamına gelir kanımca.”
 
YAZMAYA BİR BAŞLASAM...”

Haksızlık yapmamak, onun önemli değerlerinden. Bunun en etkileyici örneklerinden biri, birçok ödülle taçlanan yazarlığının onuncu yılında aldığı karar olsa gerek: Ödüllere katılmamak; “kendisinden daha iyi olabilecek bir genç kaleme” yer açma düşüncesi...

Ayla Kutlu, sanatı tüm dallarıyla bütüncül olarak ve doğallıkla yaşamına almış bir insan. Edebiyatın yanında etkileyici bir müzik ve resim bilgisine sahip. Müthiş bir gözü var. Resim, obje, fotoğraf ya da hayat... Baktığı şeyde çoğu insanın fark etmediği ayrıntıları o görür. Sanatın birçok dalına köklü bir ilgi duyar; ama şiir ve müzik, beslendikleridir. Bir mektubunda, “Dünyadaki her şeye iki tür yaratıcı mutlaka ses ve ruh verebilir: Şairler ile müzisyenler,” demişti.

Füruğ Ferruhzad, Ayla Kutlu için özel anlam taşıyan bir şair. Söylediğine göre Füruğ şiirlerindeki çocuksu gizem, onu ince yerinden yakalayacak kadar güçlüdür. Elbet bu kadar değil. Bir mektubunda şöyle anlatıyordu: “Benim yazarken hep yanıbaşımda olan birkaç yazarım, şairim vardır: Borges’tir, Füruğ’dur. Ritsos’tur. Edip Cansever’dir, Şükrü Erbaş’tır, Seferis’tir, El Greco’ya Mektuplar ile Kazancakis, her zaman Panait Istrati gibi sıcak yürekliler yanı başımda durarak bana sürekli güç iyonları salar.”

Her yazar gibi Ayla Kutlu da yazma sürecinde güç iyonlarına ihtiyaç duyar. Daha doğrusu “yazıya başlama” sürecinde... Yayımlanan son romanı Yedinci Bayrak için bu sıkıntı yaklaşık beş yıl sürdü. Bu süre içinde araştırmalar, ön okumalar, taslak çalışmaları yapıyordu. Ama yazdıkları istediği akıcılığı kazanmamıştı. Yaptığı işe saygısından doğan kaygıları vardı. “Yapıt sayısının artması başlamayı çok zorlaştırıyor,” diyordu. “En baştan beri korktuğum şeyi yoğun biçimde yaşıyorum. Yazdıklarınız artınca anlatım tekniğinde ustalaşıyorsunuz, buna karşılık tekrarı önlemek zorlaşıyor ya da ben bunu çok önemsiyorum. Yazmaya bir başlasam... O zaman, beynimin alıcıları nasıl bir güç kazanıyorlar. Yüreğim, nasıl da coşkulu çarpıyor. Önceleri zayıf ve ilkel sesler gibi çıkan sözcükler giderek olayla bütünleşmeyi nasıl başarabiliyorlar. Kendini bir mucizenin içinde buluyor insan.”
O mucize elbette gerçekleşti ve okurları özledikleri yazarlarına bir kez daha kavuştu.
 
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YOKSUNLUĞU

Müziksiz çalışmaz. Müthiş bir birikim sahibi olduğu Klasik Batı Müziği ona çalışma gücü verir. Her kitabının bir bestecisi vardır, en çok da Beethoven. Söylediğine göre Ateş Üstünde Yürümek’in (Tutsaklar) çok zor bir bölümüne Schumann, Kaçış ve Islak Güneş’e Schubert eşlik etmiştir. Mozart ise çocuk kitaplarının eşlikçisidir. Yedinci Bayrak’ı yazarken Itri, Dede Efendi, Abdülkadir Meragi, Sadullah Ağa, Zekai Dede gibi ağır klasikler dinlediğini biliyorum. Bunun romanın atmosferini kurarken onu beslediği kuşkusuz. Klasik Türk Müziği ve Türk Halk Müziği ile yakından ilgili. Yıllarca Kadri Şarman korosunda yer aldı, konserlere çıktı. Sesinin güzelliği ve meşke hâkimiyeti sanırım biliniyor.

O ayrıca yazmalar ve oyalar üzerine bir uzmandır. Sayıca ve değerce müze oluşturabilecek bir koleksiyonu var. Yöreleriyle, yüklendikleri mesajlarla her birinin hikâyesini anlatabilir. Folklorik anlamda önemli bir dağarcık bu.

Aynı zamanda bir kaplumbağa koleksiyoncusudur. Evinin her köşesinde kaplumbağa formunda irili ufaklı birçok obje görmek mümkün. Son dönemde kirpilere de ilgi duymaya başladı. Bir keresinde kendisine armağan olarak bir poşet dolusu minik plastik hayvanlar almış ve bunu şöyle gerekçelendirmişti: “Bizim kuşak İkinci Dünya Savaşı’nın yoksunlukları ile göz açan bir kuşak olduğundan bu yaşımda bile içimde oyuncaksız büyümenin açlığı vardır. Kemal için pahalı ve çok orijinal oyuncaklar alırdım. Kocam bu tutumumu sürekli eleştirirdi. Ama ben oğlumun mutlu yüzünde benim hastalıklı ve oyuncaksız çocukluğumun rengini canlandırıyordum. Oğlum benimle oynamaktan çok hoşlanırdı. Ben de onunla oynadığımdan daha çok, oyuncakla oynuyor olmaktan dolayı mutluluk duyardım.”
 
BENİ HATAY OLUŞTURDU”

Burada çocukluğuna biraz daha değinmenin tam sırası...
İkinci Dünya Savaşı başladığında, Ayla Kutlu henüz bir yaşında. Savaşın karanlığı, savaş sonrası yoksulluk ve zorluklar... Yiyecek alabilmek için eski gazeteleri satıyorlar. Olanakları çok iyi olmayan bir evdeler. Yine de bin kadar kitap var evlerinde, bir sandık dolusu Karagöz takımı, Avrupa boyalar, kâğıtlar... Resim yapan, keman çalan, şiir yazan, edebiyat ve folklorla uğraşan, iyi eğitimli babası, fazla okuyamamış ama çok zeki annesi ile dönüyor dünya. Her akşam babalarının bestesi ninniyi, yine onun kemanından dinleyerek uyuyan kardeşler... Köpek isteyince köpek, kedi isteyince kedi, kuş isteyince kuş getiren bir baba. Ayla Kutlu’ya göre tüm bunlar “insan ilişkilerinde kavgayı, hırçınlığı yazmama” nedeni. Evet, çok acı öyküler okuyoruz kaleminden. Ancak kimi öykülerinde hiç beklemediğimiz noktalarda öyle şeyler yaptırıyor ki öykü kişilerine, bir iyicillik kaplıyor içimizi. Örneğin ‘Mercan’a Güzelleme’nin finalinde yaşlı koca Ağa Maruf’un karısına tavrı; örneğin ‘Bir Varmış...’taki babaanne Bahubike’nin eski gelini Mücevher’e ve onun kocası Sefer’e tavrı... ‘Gitmeyi Bilmek’teki gazetecinin karısı ile Nesim arasındaki vefa ilişkisi...

Bunlar hemen aklıma gelenler. Bu iyicillikte bir zamanlarki Hatay’ın insan dokusunun da payı olmalı. Edebiyatını çok etkileyen bölge, Hatay. “Beni orası oluşturdu,” diyebileceği kadar. Şöyle anlatmış Ayla Kutlu: “İnsanlarının birbirlerinin inançlarına ve haklarına saygılı oldukları, birbirlerini anladıkları, birbirlerinin iyi yanlarına açık oldukları yerlerde büyüdüm. Irklar, dinler, uluslar, diller, kültürler burada karmakarışık olmuştu. Bu karışım hem yaşam biçimi olarak güzellikler çıkarmıştı hem de insanların birbirlerine neredeyse sonsuz hoşgörülü davranmalarını sağlamıştı.”
 
1984 AYDINLAR DİLEKÇESİ...

Saygısızlık, samimiyetsizlik gibi şeyler olmadığı sürece Ayla Kutlu’nun özelliklerinden biri de hoşgörüdür. Hem de sadece insanlara karşı değil. O büyük bir hayvansever. Meşhur kedilerinden, bir kitabını ithaf ettiği Abbas'a yetişemedim ama son kedisi İğde Zarif Hanımefendi’yle tanıştım. Onun kaprislerini nasıl hoşgörüyle karşıladığına tanık oldum. Kediciğin marka tercihleri vardı! Tavukta şu, hindide ille bu marka olmalıydı. Aksi hâlde ağzına lokma koymuyor, gece gündüz Ayla annesine bağırıyordu. Ayla Kutlu kedisinin tercihlerine saygılıydı. Şöyle diyordu: “Ona sevgimi verme imtiyazını bana lütfetti. Sırtımda taşısam hakkıdır...” İğde’nin vadesi dolduğunda, tüm üzüntüsüne karşın, son dakikaya kadar kucağında tutarak ölümüne eşlik etti. Ölümler karşısında büyük bir metaneti var Ayla Kutlu’nun, bunu dost kayıplarında da gördüm. Gereğini yapıyor, dimdik duruyor; fırlamış tansiyonu, içine akıttığı gözyaşları dışarıdan fark edilmiyor.

Ayla Kutlu’nun, hayatın en acımasız sahnelerindeki dimdik duruşunu da anımsatmak isterim. Yıllar önce, 15 Mayıs 1984’te yargı önüne çıkan Aydınlar Dilekçesi davasında, mahkeme heyetine tanık olarak verdiği ifadeler akılda tutulmalı: Dilekçenin bir imza gününde önüne geldiğini, okuduğunu ve onaylayarak imzaladığını belirterek, "Dilekçenin gideceği makam belliydi, ülkemizdeki insanların daha iyi yaşaması için tedbirler alınması gerektiği belirtiliyordu. Kendim imzaladıktan sonra on arkadaşıma da imzalattım," dedi. Bu arada, söz alan Avukat Olcay Mis, tanık Ayla Kutlu'ya, "Kendi ifadesiyle sanık durumuna düşebileceğini," hatırlatarak, "bundan çekinip çekinmediğinin" sorulmasını istedi. Ayla Kutlu, "Dilekçeyi korkmadan imzaladım. Arkadaşlarıma da iyice okutup imzalattım," dedi ve ekledi: “Bu davada sanık olmayarak haksızlığa uğramak istemem. Çünkü dilekçedeki gerekçeleri ben de savunuyorum…”

Yaşam boyu sürdürdüğü bu yürekliliğin, basın yoluyla yurt çapında duyurulduğu benzer bir örneğini, 10 Şubat 2017 tarihli eylemde de gördük kendisinden. Ayla Kutlu, Ankara Üniversitesi’nde akademisyenlerin görevden alınmasından sonra Mülkiye rozetini takıp Cebeci Kampüsü’ne dayanışmaya gitmişti. “Burayı boşaltın,” diyen polislere, “Ben fakülteme geldim, neden gideyim? Siz gidin,” karşılığını verdi. “Benim de herkes gibi, yetiştiğim eğitim kurumuma borcum var. Ne gibi bir yasal gerekçeleri olduğunu bilmeden yaşamları karartılan öğretim üyelerinin yanında olmak, yurduna hizmet etmiş, hem de hizmetinin on bir yılını İçişleri merkez örgütünde geçirmiş bir kişi olarak hakkımdır. Uzak durup bir şey olmuyormuş gibi yapamam…”

İtilip çekildiği, gaz yediği o günün akşamı telefonlaştık. Gözleri, boğazı yanmıştı. Ama öyle bir enerjiyle konuşuyordu ki!..

Evet, o şahane bir eylemcidir, aynı zamanda şahane bir ev kadınıdır! Ayla Kutlu’nun sofraları süzülmüş bir zevkin ürünüdür. Ne pişirse lezzetli olur. Yalnız bir seferinde fena yanılmış, hem de Salâh Birsel yüzünden! Salâh Birsel bir kitabında yer yer meze tarifleri vermiş. Ayla Hanım da hevesle, gözüne kestirdiği bir tarifi uygulamaya girişmiş. Sonuç: Felaket! Belki Salâh Birsel’in muzipliğiydi. Ya da gün gelip bir meraklısının denemek isteyeceğini hiç düşünmemişti Birsel...
 
İNSANCA OLAN KÜÇÜK ŞEYLERİ, BÜTÜN METİNLERİMDE ÖNEMSEDİM”

Ayla Kutlu ile zaman zaman yapıtları üzerine konuşuruz. Bu konuşmalarda yapıtları hakkında “kendisinde saklı” bazı noktalara değinmiştir. Bunlardan biri, yazarların kurguladıkları unsurları farklı yapıtlarında tekrar kullanabilmeleri üzerineydi. Ayla Kutlu’ya göre bu durumu “ancak çok dikkatli okurlar” saptayabilirdi. Triyandafilis’teki ‘Bütün Yeşiller Bütün Maviler’ öyküsünde ormana inen ve bir daha çıkmayan Suzan için şöyle yazmıştı: “Suzan karakteri bende gerçek. O kadar gerçekmiş gibi geliyor ki, Asi… Asi’deki Altınyaz’ın ölümü de aynı ormanda gerçekleşir. Öyküde yazdıklarım yetersiz miydi ki, tekrar aynı mekânı aklımdan geçirerek bir roman kişisine benzer bir ölümü yaşattım? Gerçekte, duyduğum, bir biçimde tanık olduğum böyle bir olayı hatırlamıyorum üstelik. Benzer bir yinelemeyi bir kez daha yaptım. İlk öykü kitabım Hüsnüyusuf Güzellemesi’ndeki Mikail Usta ile Islak Güneş romanımdaki Cebrail Usta aynı kişidir. Bunu sezmek daha kolay. Romandaki Cebrail tipi huysuz, alkolik, dayakçı, acımasız bir erkekken, öyküdeki Mikail de içkicidir ama onun yumuşaklığı ve yardımseverliği öne çıkarılır. Üstelik asıl gerçek de şudur: Sokaktaki Cebrail, bu iki karakterin toplamı olan bir insandı.”

‘Sen de Gitme Triyandafilis’, onun Sait Faik Armağanı’na değer görülen yapıtına isim veren öyküsü. Doğal olarak o öne çıktı. Ancak Ayla Kutlu’da, aynı kitaptaki bir başka öykünün, Triyandafilis’in gölgesinde kaldığına ilişkin bir hüzün vardır. Şöyle anlatmıştı: “ (...) ’Triyandafilis’ öyküsü için çok çalıştım. Ben de çok severim, ama ‘Gitmeyi Bilmek’ öykümdeki erkek karakter Nesim, eşcinsel eğilimleri olan biriydi. Onun çözümlemesi ve aldığı karar, ‘Triyandafilis’ öyküsündeki kadar güçlü bir çözümlemeydi. Ama herkes Triyandafilis’ten söz etti.”

Birbirini tamamlayan Bir Göçmen Kuştu O ve Emir Bey’in Kızları romanları, on üç yıl arayla yayımlandı. Toplam çalışmaları on altı yıl süren bu iki roman için Ayla Kutlu, “O kadar çok şeyi düşünmek ve kotarmak zorunda kaldım ki...” demişti.

“Beni zorlayan hiçbir şey yoktu, ama sorunum zorlamadan daha önemliydi. Burjuvaziyi yeni yeni özümlemeye başlamış bir ülkede, geniş zamanlar içeren bir tür destansı romanlardı, göze aldığım. Gerçekte, derinliğine irdelense, iki romanda yaşanmış aynı olayların farklı anlatıldığı görülür. Bunu yapmamın özel bir nedeni vardı. Zaman farklılaştıkça ayrı kişilerin gözünde, olaylar değişik algılanır. Tabii aktarımları da farklı olur. Bu, çok insanca bir şeydir. Yine küçük ama beni çok etkileyen bir şey daha yaptım. Kimse sözünü etmedi; bu kadar önemsiz miydi? Çocuk Emir Bey, ansızın kaybettiği annesinin kırda bir yere gömülmüş bedenini saklayan mezarın çevresine taşlar dizer. Sonra çocuk aklıyla, annesinin kendisinde bıraktığı izlenime göre, küçük gördüğü o mezarın çevresindeki taşları giderek daha geniş mekânlara kadar uzatır. Böylece mezar, bir yandan çocuğun iradesiyle annesinin büyüklüğüne orantılı olarak büyürken, Emir, bir gün gerçek mezarın yerini kaybetmiş olduğunu anlar. Bakın, hiç kimsenin gözüne çarpmamış olan ama çok insanca olan küçük şeyleri, bütün metinlerimde çok önemsedim.”
 
KARANLIKTAN UMUT DEVŞİRTEN KAYNAK”

Ayla Kutlu metinlerinde sadece insanca küçük şeyler değil, insan elinden çıkma büyük şeyler de çok önemsenerek yer bulur.

Tarihsel arka plan gibi... Tarihsel gerçeklik, özellikle romancılığının önemli bir damarıdır. Fon olarak, özelliği olan zaman parçalarını kullanır. Böylece yazdıkları, edebi değerlerinin yanı sıra belgesel değeri de taşır. Belgesel derken o derin araştırma sürecine işaret ediyorum. Amacı, resmî tarih yerine bir alternatif sunmaktır. Çünkü ona göre, Cumhuriyet rejimi bile, resmî tarih sorununu çözememiştir. Yanlı aktarmacılık nedeniyle Türk tarihini yabancı kaynaklardan da izlemek, çoklu ve karşılaştırmalı okumalar yapmak gerekir. Yapıtlarından yansıyan dönemlere bakacak olursak şunları sayabiliriz: Kaçış – DP baskı dönemi -1950’li yıllar... Islak Güneş – Çok partili dönem, Marshall Yardımı, artan ABD etkisi, değişim... Cadı Ağacı – 12 Mart 1971 öncesi Türkiye... Tutsaklar –1971 rejiminin karanlığı, mahkemeler... Bir Göçmen Kuştu O – Osmanlı’nın son Cumhuriyet’in ilk yılları, Kafkas göçleri... Emir Bey’in Kızları - 2. Dünya Savaşı’nın üçüncü yılından 1991’e kadar Türkiye... Hoşça Kal Umut – 12 Eylül arifesi... Kadın Destanı – Gılgameş’e alternatif. MÖ 3000’den alarak... Asi... Asi... Antakya’nın tarihsel ve toplumsal değişimini üç kuşak üzerinden aktaran yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimi... Yedinci Bayrak- Osmanlı’nın parçalanması, Balkan Göçleri...
Bunlar romanları.

Siz bakmayın Ayla Kutlu’nun öyküden çok roman yayımlamış olmasına. Onun için iki tür de vazgeçilmez. Birini yazarken diğerini özler. Başlangıçta, yazma eyleminin birincil tercihi roman türüydü. Kendisini romancı olarak tanımlıyordu. Peş peşe dört romandan sonra, ilk öykü kitabı Hüsnüyusuf Güzellemesi yayımlandı. Ancak 1999’da Feridun Andaç’a şöyle diyecekti: “Şimdi bazı söyleyeceklerimi en özgün ve etkili söyleme biçimi olarak gördüğümden, öykü yazmayı daha çok seviyorum.”

Öyküye bağlandıkça bu türle anlatacağı şeylerin çokluğu karşısında şaşkınlık duyduğunu söyler. Bu nedenle de, “Artık romanlara girmeyenler öykü olmaz...” Öyküyü uzun soluklu bir şiir gibi algılar. “Okuru düşündürmek, anlatılanları unutturmamak, onu tutup sarsmak olanağını” verdiğini düşündüğünden, klasik öyküye yakındır.
Öykü ya da roman...

Ne yazarsa yazsın, yarattığı/yaşattığı etki unutulur gibi değil. Bir yerde “yüreği yakalamak”tan söz etmişti; “Benim istediğim bu,” diyerek... “Yüreği yakalamak... Anlattığım şey bittikten sonra da yankılanarak bellekte kalmak istiyorum.”

Bunun gerçekleşmemesi olanaksız. Hayat bilgisiyle, yapıtlarıyla, bütün aydınlığı ve güzelliğiyle ışık saçan bir kaynak o. İçinden geçtiğimiz günlerde çok ihtiyacımız olan dayanma, direnme gücümüzü edebiyatının gücüyle besleyen... Yapıtlarını okudukça bu topraklarda neler atlatılmış, bunlar da atlatılır dedirten, karanlıktan umut devşirten bir kaynak.

Bin yaşasın Ayla Kutlu!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler