Yaşanmışlıktan yansıyanlar...

Oya Baydar ve Melek Ulagay... Dünyanın ve Türkiye'nin, 1940'lardan günümüze uzanan macerasına tanıklık etmiş, tanıklıkla kalmayıp olayların içinde yaşamış iki kadın.

Yaşanmışlıktan yansıyanlar...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.02.2011 - 08:48

Gençliği, umudu, devrimci mücadeleyi, sol örgütleri, hapishaneleri, işkenceleri, sevdiklerini yitirmenin acısını, mülteciliği, sürgünü, eve dönüşleri, İstanbul'dan Filistin kamplarına, Güneydoğu'dan Avrupa kentlerine savrulan yaşamlarını anlatıyorlar. 27 Mayıs'a, 68 olaylarına, solun yükselişine, 1 Mayıs'lara, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, katliamlara, Kürt hareketinin başlangıç günlerine, kontrgerillaya, Ortadoğu'da Amerika ve İsrail'in Filistin halkını yok etme planlarına, Doğu Bloku'ndaki yaşama, Berlin Duvarı'nın yıkılışına, sosyalist sistemin çöküşüne, yakın tarihin daha nice olayına tanıklık etmişler. Günümüz Türkiyesi'nde ve dünyada adları bilinen, bugün hâlâ önemli konumlarda, siyaset sahnesinde ya da yaşamın türlü alanlarında karar noktalarında olan pek çok insanı yakından tanımışlar. Dostluğu, yoldaşlığı, sevgiyi, aşkı, örgüt ve parti içi sorunları yoğun duygularla yaşamışlar. Ve şimdi kendileriyle, geçmişle, tarihle hesaplaşarak o günleri anlatırken, geleceğe sesleniyorlar. 'Umarız devamı gelir, başkaları da kendi aynalarını tutarlar tarihimize' diyorlar. Oya Baydar ve Melek Ulagay 'Bir Dönem İki Kadın-Birbirimizin Aynasında' kitabını anlattılar.

-'Bir Dönem, İki Kadın-Birbirimizin Aynasında' sadece son altmış yıla tanıklık etmiş iki kadının birbirleriyle yaptıkları bir nehir söyleşi değil. Aynı zamanda, devrimci mücadelenin, sol hareketin, yakın tarihteki ayrışmaların, buluşmaların da birlikte hatırlanması değil mi?

BAYDAR- Çok doğru ama bir ek yaparsak; aynı zamanda geçmişin bizim gözümüzden, bizim aynamızdan sorgulanması, o geçmişle yüzleşmek... Farklı duygular ve dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam, iki kadın hikâyesi bizimki.

- Böyle bir kitap yapma fikri kimden çıktı?

ULAGAY- Proje Oya'nın fikriydi, ben hatta bir süre direndim. Yıllar sonra karşılaştığımızda -birbirimizi çok uzaktan izlediğimiz uzunca bir dönem vardı- aradaki açığı geçmişi konuşarak kapatmaya çalıştığımızı fark ettik. Bir gün Oya bu konuşmalarımızı, öyle olduğu gibi, en içten halimizle kitaplaştırırsak özellikle gençlere yararlı olabileceğini söyledi. Gençler, geçmişin nasıl yaşandığını bilmedikleri için bugünü de anlamıyorlar ya da yanlış anlıyorlar. Darbeden darbeye savrulan bizim nesildekiler çeşitli nedenlerle sustular ya da hep iktidar konumlarından konuştular. İnsanı değil, siyaseti anlattılar.

BAYDAR- Bir de şu vardı kafamda: Melek'le ben, sınıf, eğitim, çevre, sol hareket içindeki yerlerimiz açısından çok farklıydık. İçinde yer aldığımız sol partiler, örgütler, birbirinin neredeyse düşmanıydı. Ama sonra bir yerde buluştuk, birleştik. Yıllar yıllar sonra, kendi içimizdeki o kıyasıya mücadelenin anlamsız olduğunu, bir sürü yanılgıdan kaynaklandığını fark ediyorsun. Yaşlandıkça değil ama yaşadıkça, bir sürü badirelerden geçtikten sonra... Kitap ortaya çıkınca, iyi ki yapmışız dedim.

ULAGAY-
Her ikimiz de 'kendi gerçeğimizi'; yaşadıklarımızdan, duygularımızdan, anılarımızdan oluşan öznel gerçeği aktardık birbirimize. Yaşadığımız bir dönemi, kendi aynalarımıza yansıyan yüzüyle anlattık. Bazen güldük, bazen hüzünlendik, çokça düşündük, kendimizi sorguladık. Bizim yaşadıklarımıza benzer şeyler; hatta çok daha ağırlarını ya da çok daha ilginçlerini yaşamış binlerce, on binlerce insan var bu ülkede. Biz 'Birbirimizin Aynasında' konuşurken, bir yolu da açmak istedik.

BAYDAR- Türkiye'de ve dünyada solun durumu, bölünmüşlüğü, geniş kitlelerden kopukluğu, kimilerine göre de yenilgisi üzerine çok yazılıp çizildi. Ama bunların çoğu iktidar konumundan bakan erkek egemen gözün gördükleriydi. Tarihi sadece erkekler yazmamalı; tarih, erkeklerin insandan çok siyasete odaklı resmi tarihi olmamalı, diye düşündük.

- İlk karşılaşmanızdan başlayalım. Doğu Perinçek sizinle Ulagayların evinde görüşmek istiyor. Melek Hanım'la ilk orada karşılaşıyorsunuz.


BAYDAR- Evet, 1968'in son günleri, 'Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu' konulu, doktora tezimin siyasi kimliğim nedeniyle iki kez reddedildiği günlerdi. Aynı zamanda da gençlik hareketinin, devrimci hareketin en heyecanlı günleri. Deniz Gezmiş'in başını çektiği öğrenciler doktoramın reddini protesto için rektörlüğü işgal ettiler, ben de üniversiteden ayrılmak zorunda kaldım. Sol harekette ayrışmaların, bölünmelerin, kavga gürültünün ayyuka çıktığı bir dönemdi. O sırada işte Doğu Perinçek benimle görüşmek istemiş. Buluşma da galiba Melek'in annesinin evinde ayarlanmıştı. Melek'i ilk o gün sadece birkaç dakika gördüm. Çok güzel bir genç kızdı. O buluşmadan aklımda tek kalan Melek'in güzelliği.

ULAGAY-
Rektörlüğü işgal eden öğrenciler arasında ben de vardım, İngiliz Filolojisi'nde okuyordum. Başımızda Deniz, yürüyün dedi, yürüdük! Bir heyecan, bir coşku, bir de komik olaylar yani film gibiydi gerçekten.

- Kitapta, çocukluğunuzdan başlayarak ailelerinizi de anlatıyorsunuz. Türkiye'nin toplumsal çeşitliliğini, bir göç ülkesi olduğunu, farklı sınıfların ve katmanların yaşamını da izliyoruz bir yandan. Böyle bakınca ikiniz arasında temel farklılıklar çıkıyor ortaya.

BAYDAR- Melek, Cumhuriyet burjuvazisinden Ulagayların kızı. Benim babam subay, o zamanlar subaylar ekonomik olarak orta-alt katmanlarda yer alırlardı. Melek'inki geniş bir aile, benimki ise tipik çekirdek aileydi. Üstelik tek çocuktum. Melek'in aksine yalnız bir çocukluk geçirdim. İkide bir babamın tayini çıkıyor; orada burada, Anadolu'da gezip duruyoruz. Daha çok köylerde, küçük kasabalarda, askeri garnizonların çevresinde yaşardık. Eğitimlerimiz de farklı. O kolejli, yani Anglo-Sakson eğitimi; ben Dame de Sion'lu, yani dinsel anlamda olmasa da davranış olarak katı Katolik eğitimi: 'Başkaldırma, otoriteye itaat et ve 'önce vazife'.

- Ailelerinizin siyasal eğilimleri de farklı kitaptan çıkardığım kadarıyla. Sizin babanız Demokrat Parti eğilimli galiba, Melek Hanım'ın ailesi CHP'li.

BAYDAR- Babamın DP'li olduğunu söyleyemem; karşı olduğu Halk Partisi'nin o yıllardaki tek parti yarı dikta rejimi ve vesayetçilikti. 1950 seçimlerinde DP'nin 'Yeter! Söz Milletindir' afişini çok sevdiğini hatırlıyorum. İnönü'den hiç hoşlanmazdı; neden diye sorulduğunda, 'Şeflerden hazzetmem, hele de millilerinden ve ebedilerinden hiç,' derdi. Atatürk'ün askeri deha olduğunu, çevresindekilere birkaç numara büyük geldiğini kabul ederdi. Ama mesela Mustafa Kemal'den, 'Kemal de o işleri öyle yapmasaydı, etrafındaki dalkavuklara kapılmasaydı keşke; adamı çevresi diktatör yaptı,' gibi eşitlik ilişkisi çerçevesinde söz ederdi. Anneme gelince, Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerindendi, 93 yaşında ölene kadar koyu, hatta bağnaz bir laik-cumhuriyetçi olarak kaldı.

ULAGAY-
Bizimkiler hep CHP'liydiler. Cumhuriyet burjuvazisi: Batılı değerler, Batılı yaşam biçimi... Annemle babamı balolarla, uzun tuvaletler ve smokinlerle, eğlencelerle, rahat, zengin bir ortamda hatırlıyorum. Cumhuriyetin yetiştirdiği bir nesil onlar, işlerin büyümesi, o küçük laboratuvardan büyük bir ilaç fabrikasına geçilmesi de Cumhuriyet döneminde.

- İki aileyi de kitapta kökenleriyle anlatıyorsunuz...

BAYDAR-
Evet, bunu özellikle yaptık. Türkiye'nin çeşitli kökenlerden, çeşitli yerlerden gelmiş insanların ortak toprağı olduğunu göstermeye çalıştık. Fırça darbeleriyle de olsa, toplumsal-sınıfsal ortamı yansıtmak istedik.

ULAGAY-
Bir de, siyasal olaylarla yetinmeyip gerçek insan hikâyeleri anlatmak istiyorduk. O zaman da çocukluk, aile ortamı, arkadaş çevresi önemli oluyor tabii.

- Yakın tarihin bütün önemli dönüm noktalarını konuşuyorsunuz. Mesela 6-7 Eylül olayları... 6-7 Eylül'ün Oya Hanım için çok daha acı bir anlamı var, babanızı alıyor elinizden.

BAYDAR-
6-7 Eylül olayları 1955'tedir, babam ise 1956 Martı'nda öldü ama ikinci beyin kanamasını geçirip sonra da ölmesinin nedenidir o vahşet. 6-7 Eylül olaylarından bir gün sonra, babamla Taksim'e gittik. O korkunç manzarayı, Taksim'in halini, yanmış, ters çevrilmiş otomobilleri, sokaklara yayılmış kırık dökük malları, top top kumaşları, ara sokaklardaki talan edilmiş, camları kırılmış, yakılıp yıkılmış evleri görünce, zaten yüksek tansiyonu olan babam, birden fenalaştı. Özgürlükçü bir adamdı babam, o kuşağın kentli aydın kesimleri azınlık kültürüne daha yakındı, İstanbul'un kozmopolit ortamında yetişmişlerdi, aynı ortamlarda birlikte yaşamışlardı. Babam o manzaraya dayanamadı. Bir taksiyle eve geldik, daha da fenalaştı, hastaneye kaldırıldı, felç geldi, bir daha da düzelmedi.

- Melek Hanım o dönemde daha 9 yaşında.

ULAGAY-
Evet, Çubuklu'da yalıdaydık. Çubuklu, Müslüman bir semt o zamanlar. Karşımız Yeniköy, Çubuklu'dan görüyoruz; yer yer yangınlar var. Sahildeki gazinolardan, meyhanelerden, evlerden piyanoların, eşyaların denize atıldığını karşı taraftan dürbünle izleyebiliyorduk. Bende çocukluktan kalan en ürkütücü anılardan biridir bu. Babamın, annemin, ailenin tepkisini hatırlıyorum; çok büyük bir şoktu, çünkü bizim ailede de azınlıklarla dostluk vardı. Ailedeki hava, tüm bu olayların iktidardaki Demokrat Parti'nin tertibi olduğuydu. Ama Çubuklu ne de olsa olayların kalbine uzaktı. Babamlar şehre inip de manzarayı gördükten sonra evde bir matem havası estiğini; babamla amcalarımın, zarara uğramış, işyerleri yakılıp yıkılmış gayrimüslim arkadaşlarını ziyarete gittiklerini hatırlıyorum.

- 68 öncesi Paris ve İstanbul dönemlerinizi konuşalım şimdi de' İkinizin de bir Paris'i var.


BAYDAR- Benim Paris'im 59-60, Melek'in ki 66-67. Benimki daha bohem bir Paris; egzistansiyalizmin, Sartre'ın Paris'i. Meleğinki ise 68 olaylarının hazırlandığı devrimci Paris. Ama o kentteki günlerimiz, ikimizde de sonraki yaşamımızı etkileyecek izler bıraktı.

- Ne gibi izler?

BAYDAR-
Fransa'dayken sol bir çevreye düşmüştüm. O çevrede duyup da hoşuma giden, 'işte budur' dediğim sosyalizmi sosyoloji okuyarak öğrenebileceğimi düşündüğümden, Paris dönüşü 1960 Ocak sonunda ayağımın tozuyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'ne atmıştım kapağı. Böylece sonradan yürüyeceğim yolu çizmiş oldum.

ULAGAY- Ben de devrimci hareketle Paris'te tanıştım. Düşün ki 68 Mayıs'ı hazırlanıyor. Kadın erkek eşitliği, cinsel özgürlük, yasak yasaktır sloganları. Bizim Türkiyeli öğrencilerin bir derneği vardı, onlar da solcuydu. Böylece ilk adımları attım harekete.

- 68 olaylarını değerlendirirken ilginç tespitler yapıyorsunuz kitapta. Bugün de tartışılan tespitler bunlar.

BAYDAR- Bizim 68'imizin özü ve hedefi Fransa 68'inin tersidir diye düşünüyorum. Batı gençliği sağ veya sol her türlü statükoyu yıkmak için; burjuva partileri ve kurumları kadar, statükodan beslenen bütün yapıları sarsmak, yani 'devrimde devrim yapmak' için ayaklanırken, Türkiye 68'i ordunun, zinde güçler denilen asker-sivil aydın zümrenin ve gençliğin öncülük edeceği bir devrim amaçlıyordu. Has 68'lilerin bugün de süren çizgisinin kökleri o günlerdedir. Batı 68'inin aksine, bizde bireyin özgürlükleri vurgusu yerine, Leninist partilere ya da silahlı gerilla savaşına, fokoculuğa özlem dile getiriliyordu.

ULAGAY-
Fransa'daki gençlik hareketinde bizimkinden farklı olarak çok sayıda kadın vardı bir de. 68 Paris olaylarında da gösterilere katılanların çoğu neredeyse kadındı. 1968 öncesinde de Katolik Fransa'nın burjuva ahlak değerlerini sorgulayan, sarsan bir yanı vardı gençlik hareketinin. Fransız 68'i her türlü baskıya, muhafazakârlığa karşıydı.

O günlerin sloganları ilginçtir. Fransız Devrimi'nin ünlü 'Egalité, Liberté, Fraternité' (Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik) sloganı Eşitlik, Özgürlük, Cinsellik olarak değiştirilmişti. Unutmadığım diğer bir slogan da, 'Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin, arzularınızı gerçekleştirin'dir. Paris 68'inin, kadın erkek eşitliğini, cinsel özgürlüğü savunan ve burjuva ahlakını sorgulayan yanı çok öndeydi, bunun farkındaydım. Ama talepler sadece bundan ibaret değildi. 68 baharına doğru giden günlerin Parisi, devrimci ruh taşıyordu, asıl bundan etkilendim.

- Her ikinize de sormak istiyorum: Türkiye'de sol harekete nasıl girdiniz?


ULAGAY-
Orada politize olmaya başlayınca, devrim olacaksa bunun Türkiye'de olması lazım, benim yerim oradadır düşüncesi sardı beni. Döndüm, 1968'de İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne kaydımı yaptırdım. Bizim bölümde, kolejlerden, özel okullardan gelmiş, orta ve üst sınıflardan öğrenciler çoğunluktaydı. Ama fakülte kantinine gittiğimizde farklı bir çevreyle karşılaşıyorduk. Anadolu'dan gelen öğrenciler yoksul halk çocuklarıydı. 68 sürecinde onlar daha aktifti. Ben de işte, öğrenci olaylarına karıştım, bir yandan da Türk Solu dergisinde çalışmaya başladım.

BAYDAR-
Melek'le o sıralarda karşıt ideolojik hatlardayız. O Milli Demokratik Devrim çizgisinde, Doğu Perinçek grubuyla beraber. Ben TİP çizgisindeyim. Bu tercihler her zaman ciddi ideolojik-siyasal bilgilenme ve muhasebe sonucunda oluşmuyor. Biraz çevre etkiliyor, kimlere kulak verdiğinize, kimlerin etkisi altında kaldığınıza bağlı. Ama ben kendi hesabıma darbeci-vesayetçi yapılara ve uygulamalara yatkın olmadığımdan, demokratik mücadeleye inandığımdan TİP çizgisinde yer aldım.

- Ama, TİP deneyimini kötü harcadık, diyorsunuz bir yerde.


BAYDAR -
Şimdiki kafamla, hele de sosyalizm tarihin sınavından geçip özgürlükler meselesinde sınıfta kalınca, silahlı devrim uğruna veya sekter Leninist parti özlemleri uğruna TİP deneyimini kötü harcadığımızı düşünmeye başladım. Maksimalist (aşırı) devrimci hayallere ve zorlamalara, devrim ille de Bolşevik Devrimi modeline uygun olacak ya da Latin Amerika modeliyle, silahlı gerilla savaşıyla kazanılacak diye işin özünü kaybetmeseydik; devrimi, devrimciliği kendimiz için değil, gerçekten dünyayı ve ülkeyi değiştirmek için isteseydik belki de farklı olabilirdi. Yine de bütün bunları kırk yıl sonra söylüyorum, o zamanlar tabii ki bu akıllarda değildim.

- Melek Hanım siz MDD'cilerin Aydınlık dergisi bölünmesinde Doğu Perinçek'in Beyaz Aydınlık kanadındaydınız. Proleter Devrimci Aydınlık'ta yani...


ULAGAY- Ben TİP'e hiç üye olmadım. Daha önce 66'da, 67'de MDD çizgisi TİP'ten kopmuştu. Aydınlık dergisi çıkmaya başlamıştı. Sonra dergi çevreleri de Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık diye ayrıştı. Çok ilginç; geçen gün gençliğimde bu mesele üzerine tuttuğum notlar geçti elime. Aybar'ın Çekoslovakya'nın işgaline karşı çıkışı üzerine... Ben o zaman Aybar'ı destekliyorum. Çekoslovakya'nın Sovyet ordusunca işgalini sosyalizmle bağdaştıramıyorum. Benim o sıralar Oya gibi bir donanımım yok, işin teorik yanını filan bilecek durumda değilim. Ama 'sol' benim için hep özgürlükle iç içe bir kavramdı. Belki de Aybar'ın aile dostumuz olmasının da etkisiyle, bir yığın şeyin bir araya gelmesi bana sorular sordurmuş işte.

- Özellikle sizin Melek Hanım, 1970-73 arasında öyle maceralarınız, öyle bir yaşamınız var ki, ancak filmlerde, romanlarda olur.

ULAGAY-
Galiba doğru, çok yoğun yaşanmış bir dönem. Kürecik kırsalı, Söke'de Beşparmak Dağları, Güneydoğu günleri, oradan Bora (Gözen) ile birlikte sınırı geçip Şam'a, sonra Beyrut'taki Filistin kamplarına gidişimiz. Kamptan çıkıp Avrupa'ya geçmem ve Bora'nın kampta bir İsrail saldırısında ölümü... Anlatırken çok zorlandığım bölümlerdi bunlar. Acısı hâlâ sönmemiş anılar.

- Ya siz Oya Hanım, önce 12 Mart'ta tutuklanma, on yıla varmadan 12 Eylül'den sonra 12 yıl süren mültecilik yaşamı, sürgün. Moskova günleri, üyesi bulunduğunuz Türkiye Komünist Partisi içindeki sıkıntılarınız, daha neler neler... Geriye baktığınızda pişmanlık duydunuz mu hiç.

BAYDAR-
Ne münasebet! Aksine, iyi ki yaşamışım bunları diyorum. Bütün bu acı tatlı deneyimlerle, başarılar kadar yenilgilerle de zenginleştiğimi, insan olduğumu düşünüyorum. İnsan daha iyi bir dünya istediği için, eşitlik, adalet, barış istediği için pişman olur mu hiç!

ULAGAY- Benim için de öyle. Kimsenin zoruyla seçmemiştim ki gittiğim yolları. Kendi seçimimdi. Maceralara gelince, benim öyle bir maceracı tarafım var zaten.

- Bütün bu süreç boyunca, siyasal olarak solda düşman kamplarda yer alan Oya ile Melek uzun yıllar sonra Barış Girişimi'nde buluşuyor.

BAYDAR-
Evet barışta buluştuk. 11 Eylül'den hemen sonra, ABD Afganistan'ı bombalamaya başladığında 'Terörün gücüne de, gücün terörüne de hayır' diyerek Barış Girişimi'ni kurmuştuk. Irak Savaşı'nın eli kulağındaydı, savaşa karşıydık. İdeolojik, siyasal hiçbir ayrım gözetmeden en geniş kesimleri toplayacak bir hareket hayal ediyorduk. Gerçekten de barışçı, demokrat kimlikli pek çok aydın, kurucu olarak ya da eylemlerinde yer alarak katılmıştı Barış Girişimi'ne. Melek de katıldı, sonra hep birlikte çalıştık.

ULAGAY-
Ben o sırada Helsinki Yurttaşlar Derneği'ndeydim. 11 Eylül ikiz kuleler saldırısından sonra dünyanın çok daha vahşi olaylara sahne olacağı belliydi. Eski iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle yeni bir barış arayışı ortaya çıkmıştı. ABD saldırısı ve işgal süresince bu işgalin Irak halkı ve bütün bölge için bir yıkım olacağını kamuoyuna anlatmak için çok yoğun bir çalışma içine girdik.

- İki kadının hikâyesinde dostluklar, aşklar, evlilikler, yani insana dair başka şeyler de var. Bunları konuşmakta, yazmakta zorlanmadınız mı? Bir de tabii tepkiler gelebilir, hesaba kattınız mı?


ULAGAY-
Evet, tabii ki sadece siyasal olayları, sol harekette yaşadıklarımızı anlatmakla kalmadık. Biz aslında iki kadının, nasıl yaşamışlarsa öyle, gerçek hikâyelerini anlatmak istiyorduk. Ve gerçek hayat hikâyelerinde bunların hepsi vardır. Açık yüreklilikle konuştuk ve süslemeden, doğal halimizle anlattık kendimizi. Ama başkalarının mahremine saygılı davranmaya özen gösterdik tabii. Adı geçenlere kendileriyle ilgili bölümleri okuttuk, istemeyenlerin adını anmadık. Özellikle artık aramızdan ayrılmış olan insanlarla ilgiliydi bu dikkatimiz.

BAYDAR- Soyunmak, ne kadar cesur olursak olalım, bir noktaya kadardır. Hepimizin mahremi vardır. Tepkiler meselesine gelince, insan kendisiyle ve yaşadıklarıyla barışıksa, kendisiyle hesaplaşmasından yüz akıyla çıkıyorsa tepkiler çok da önemli olmaz. Ayrıca da, biz nasıl yaşadıysak, nasıl hissettiysek öyle yazdık. Bir başkasının anlatısı farklı da olabilir. Kitabın asıl önemi, bence samimiyetinde. Bu samimiyeti, hatta hesapsızlığı ancak iki kadın becerebilirdi.

- Son soru: Uyum içinde çalışabildiniz mi?Yani iki yıla yayıldığını düşünürseniz bu çalışmanın, hiç sorun olmadı mı aranızda?

ULAGAY- Belki inanmayacaksınız ama olmadı. Oya'nın söylediği gibi, iki erkek yapmaya kalksaydı bu işi, kavga demeyeyim ama en azından biraz burukluk ve soğukluk olabilirdi.

BAYDAR-
Ben bazen Melek'i daha fazla anlatması için zorluyordum galiba, ama huzursuz olduğunu, anlatmak istemediğini fark edince hemen geri çekiliyordum. Başkalarının mahremine gösterdiğimiz saygıyı birbirimize de göstermeliydik.

-Son olarak bir şey söylemek ister miydiniz?


İKİSİ BİRDEN- Ne diyelim? Yaşadık işte...

Bir Dönem İki Kadın-Birbirimizin Aynasında/ Oya Baydar, Melek Ulagay/ Can Yayınları/ 435 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler