Yetkin Dikinciler: Görünenin ardıyla ilgiliyim
Yeşilçam’da canlandırdığım Reha Esmer karakteri tutunmaya ve konforunu kaybetmemeye çalışan biri Yetkin Dikinciler: Göründüğü gibi değil. Ben o görünenin ardındakiyle ilgileniyorum.
Fotoğraf: Vedat Arık
Muhterislerin en büyük özelliği kendilerini bile başarmak istedikleri şey için çöpe atabilecekleri, feda edebilecekleri gerçeği.
Bizim yaptığımız Yeşilçam, yeşilçam filmlerinin benzeri bir proje değil. O filmleri üreten sinemanın, nasıl bir dünyada, iklimde o filmleri ürettiğini anlatmaya çalışan bir iş, başka bir hikâye. Bir yeşilçam filmi bekleyenler bu anlamda bir hayal kırıklığına uğramasın. Yeşilçam hakkında bir iştir.
- Tek çocuksunuz, kalabalık bir ailede büyüyorsunuz, İstanbul Aksaray’da. Ne yaparsam yapayım, dönüp dolaşıp o evde, o kanepede olmayı istiyorum diyorsunuz. Biraz anlatır mısınız o kanapede aklınızdan geçenleri, kimler var evde, size huzurlu hissettiren nasıl bir ortam var?
Benim içine doğduğum ailenin bana yarattığı bir konfor alanı bu. Memur ailesi çocuğuyum. Anneciğim rahmetli hemşireydi, anneannem de ebe hemşireydi. Şifa verenler ailesinden geliyorum. Konu komşuma anneannem şırıngalarını kaynatır gider, doğumlara beni de götürürdü eteğinde. Kocaman aile ortamında doğup büyüdüm. Bu benim için gürültülü bir huzur ortamıydı, her kafadan bir ses çıkıyordu ve gürültü büyük bir huzur veriyordu. Çünkü herkes kendince şakıyor evin içinde, kuşlar senfonisi gibi. Mahalle ortamında rüya gibi bir çocukluk. Öyle olunca da insan dönüp dolaşıp bu hayatın telaşlarında, hem coğrafyamızın hem dünyanın dertlerinde tasalarında, o korunaklı dertsiz ortamı özlüyor. Bu özlem de hiç ulaşılmayacak bir şey değil, aslında tam tersi artık peşinen ulaştığımız, dünyada başımıza ne gelirse gelsin böyle bir şefkat ve huzur ortamı mümkün dedirten bir koruyucu aynı zamanda.
- Çocukken de düşünen bir çocuk muydunuz, aklınızdan neler geçerdi? Üniversitede de felsefe eğitimi alıyorsunuz...
Orası çok enteresan. Derslerde başarısız bir çocuktum, hep ite kaka okudum. Lise biri tekrar ettim. Herhalde bir tornacıya girerim diyordum. Yaz tatillerinde de çalışıyordum. Üniversite falan okuyacağımı hayal etmiyordum... Ama onun da bir kader olduğunu düşünüyorum, okuduğum devlet okulları itibarıyla, son okuduğum Şehremini Lisesi öyle yabana atılır bir okul değildi, ama çok kalabalıktı. Bazen 60 kişilik sınıflarda, boyum gereği sınıfın en arkasına atılıp dersi takip edememe gibi fiziki bir sorunla da boğuştum. Kendimi aptal sanıyordum, aptal olmadığımı, hayatın bana aptalmışım gibi davrandığını bir ara anladım. Lise sondan itibaren farklı bir duyguya geçtim. Okumak ve öğrenmenin pasif birşey olmadığını anladım.
Siz felsefe deyince aklıma geldi, ilkçağ felsefesi tarihi hocamız Teoman Duralı bize "Kendinize öğrenci demeyin, talebe deyin. Çünkü öğrenici olmak bir öğretici olmasıyla mümkündür. Çünkü pasif bir durumdur. Ama talep etmek kökünden gelir talebe sözcüğü, ne talep ederseniz hayattan ve bizden, onu alırsınız derdi. Bu söz benim için bir dönüm noktası oldu.
"Yeryüzünde ne kadar çok insan var. Hepsi benim gibi huzurlu ve mutlu mu acaba" diye düşünürdüm çocukken. Çünkü dudağımda bir gülümsemeyle uyuyakalırdım hep. Bu benim minnettar olduğum bir geçmiş. Ama düşünme sözcüğünün gerçek anlamda ortaya çıkışı şöyle... Hayat sadece mutlulukla geçmiyor. 70 muhtırasının içine gelmişim. İnsanoğlu aya, ben dünyaya.. 69 doğumluyum ben. Küçük küçük haberler, radyodan, televizyondan, mahallemizdeki üniversite ortamı, çatışmalar, dertler tasalar var, ailemizde anarşist öğrenciler de var, bizde gelip okuyanlar da var. Ailemizden polis de çıkıyor, babam emekli subay, bir Türkiye mozayiğiyiz zaten. Bunlarla büyüdüm. Benim için gürültünün çoksesliliğe dönüşmesi de böyle birşey.
En çok da sonsuzluğun anlamını bulmaya çalışan bir çocukluk geçirdim. Yani sonlu bir bedende sonsuzluğu anlamlandırmaya çalışmak paradoksunu yaşayan biri olarak büyüdüm. O da beni sanıyorum, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne yönlendirmiş.
- Sonra oyunculuğa geçiyorsunuz...
Oradaki hızlı dönüşümüm de, onun da yetmediğini, felsefenin çok hayatın içinde bir şey olduğunu farkediyorum ama dışardan bakıldığında "Ne o filozof mu olacaksın?", "Düşün düşün nereye kadar?" kalıplarıyla karşılaştım. Aslında yaşadığı hakkında, kendi hakkında soru soran herkes küçük küçük filozoflardır. Abartacak birşey yok. Çünkü zaten felsefe soru sorup yanıt aramakla başlar, yanıt aramak da bilimi beraberinde getiriyor. Söylenenlere inanmak ya da biat etmek yerine, deneyebilecek bir akıl ve bedeniniz var. Bunun peşinde olmak... Bütün bunların bilincindeyken tiyatro kurslarına giden Yetkin, o kursları veren Yıldız Kenter'le tanışıyor. Ve o da diyor ki, "Yetkin sende bir cevher var." Ben de diyorum ki "Hocam ben okuduğum okuldan memnunum". "Ne okuyorsun" diyor, "Felsefe" diyorum. Espiriyle karışık "Felsefeyi evinde de yaparsın" diyor. İlk biraz yabancı geliyor ama sonra oyunculuk elimi kaşındırıyor. Biraz daha bedenimi harekete geçirmem gerekiyor, hissediyorum. Sınavlara giriyorum, kazanıyorum ve oyuncu oluyorum. Felsefeden uzak bir şey yapmıyoruz, çünkü oyun oynamak sadece oyunculara mahsus birşey değil, herkes oynuyor çünkü. Gelişimin, insan bünyesinin bir parçası. Kendi bedenimde hiç deneyemeceğim hayatları deneyimliyorum. Bu da ne demek: Empati, yani onun yerinde olmak. Empatiyi küçüklüğümüzden beri biz yanlış anladık. Sen benim yerimde olsan ne yapardın diye sormayı biz empati sandık. Halbuki hiç bu sorulara gerek kalmaksızın, karşımızdaki kişinin de bir özbenliği olduğunu, ve ona oradan yaklaşmak gerektiğini bilmek aynı zamanda.
Tiyatro ve oyunculuk benim için kutsal bir şey değil, hayat ve yaşamak kutsal olduğu için, tiyatro ve oyunculuk da insanı ve hayatı konu ettiği için çok değerli. Hala en çok önemsediğim şey insan olabilmek ve kalabilmek, insani kalabilmek belki de.
- Nasıl insanı kalacağız bu dünyada?
Bu da mış gibi yapmamak benim için. Tiyatroculara hep mış gibi yapıyor derler. Doğru, biraz da öyledir, bir benzerini yapmak. Bir katili oynamak için cinayet işlemek gerekmez. Ama cinayet işleme, ya da birini öldürmek hissiyatını içselleştirmek gerekir. Biraz uç bir örnek oldu. Ama bir iyilik yaparken de öyle. Belki o kadar iyi bir insan değiliz, ama o iyiliğin yapılabilirliğine dair kendi içimizi keşfetmekle ilgili oyunculuk yolculuğu. İnsan herşey için bir olanaklar varlığı. Bugün, şu ana kadar yaşadığımız hayat, nasıl bir insan olduğumu göstermiyor bana. Eski tragedyadan ödünç alarak her zaman paylaştığım bir cümle: "İnsan kendi son gününü görmeden nasıl bir hayat yaşadığına hüküm vermemeli" diyor eski bir tragedya. Ben de bu sözü çok önemsiyorum. Hayat her gün yeniden... Günaydın insan olmak diye başlıyorum. Böyle de insan kalmaya çalışıyorum.
- Nâzım Hikmet, kariyenizin dönüm noktalarından biri. Mavi Gözlü Dev ve Merhaba Güzel Vatanım. Sizi nasıl değiştirdi Nâzım?
Nâzım, okudukça hayranlık duyduğum, beni iyice içine alan, hainliği nerede bunun dedirten biri. En büyük "ihaneti" çoğunluğun dışında kalması. Ölümüne, kendi düşündüğünü söylemesi. Benim çocukluğumda düşündüğüm gibi "Bu kadar insan var yeryüzünde, hepsi ne düşünüyorsa o doğru mudur" sorusuna yanıtlardan biri bütün hayatıyla. Üniversite yıllarında onun "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı okulda oyun parçası olarak çalışarak iyice içine girdim. Diğer bütün eserlerine göz atmaya başladım ve hayatımın bir döneminde Metin Belgin'in senaryosunu yazdığı, Biket İlhan'ın da yönettiği flmin teklifinin gelmesiyle, hayatımın artık demirbaşlarından biri haline geldi Nâzım Hikmet. Onunla yaşadıkça, izini sürdükçe ve tabii ki onun zaaflarını da gördükçe.. "1902'de doğdum" diye başlayan otobiyografisinde de "Aldattım kadınlarımı, ama konuşmadım arkasından dostlarımın" cümlesini bile alsak.. insan hatalarıyla ve deneyimleriyle bir bütün. O da bu yolculuğunu bizimle paylaşımıyla bir ışık tutuyor. Hem onu oynayan Yetkin'e, hem insan kalmaya çalışan Yetkin'e de bir ışık tutuyor, hem de onu izleyen herkese.
Benzerliğimiz çok konuşuldu, ama benim peşine düştüğüm şeş, onunla duygudaşlık olmalıydı. Hemdert olmaya çalıştım Nazım'la. Bazısının kafasında çok ötekileştirdiği, bazısının benimsediği, efsaneleştirdiği bir Nazım vardı. Bu sorumluluğu üstlenmek, sonradan farkettim ki çok ağırmış, ama ben bunun hiçbir ağırlığını yaşamadım, çünkü benim rehberim Nazım'ın kendisiydi. O her zamanki özgürlükçü tavrıyla benden yine ben olmamı istedi. Yani ben nasıl istiyorsam onu öyle oynamamı istedi. Ya da ben öyle vehmettim diyelim. Sanrılar da görür oyuncular bazen, rüyalar görür, dalar gündüz düşleri görür. O düşlerde bir Nazım'la uzlaştık anlaştık. Ben en çok ona layık olmaya çalıştım.
- Sizce şu andaki Türkiye hakkında ne düşünürdü?
Haddimi aşmak istemem ama şöyle düşüneceğini hissediyorum: Ne kadar doğru bir mücadele vermişim hayatımda. Çünkü hala kendinden olmayana "Bu doğru bir yaşam değil" diye bakan insanlar var. Bugün hâlâ insanların bizim istediğimiz gibi yaşamazsan bu memleket senin değil deme cüretini gösterdiği bir iklimde yaşamanın acılarını çekiyoruz. Bunun da şablonları bugünden yarına çok hızlı değişiyor. Gücü olan ne derse doğru o gün onun doğrusu oluyor. Artık üçüncü bir faza geçmemiz gerekiyor. Üçüncü evrede nasıl buluşabiliriz. Ben senin varlığını kabul ediyorum çünkü ben, benimi önemsediğim kadar karşımdakinin benini de önemsiyorum. Ama inanın biz olabilmek için, önce benlerimizi inşa etmeliyiz. Bence hayatta inşa edilebilecek en önemli şey özbenliktir. Ne kariyer, ne para pul, şan şöhret, ne de iktidardır. Kendiniz olarak gidebiliyorsanız bu dünyadan, yaşamışsınızdır. Yoksa biryerlerde metabolizma olarak nefes almışsınızdır. Buna da yaşama denirse. Sen varsın, sen varsan ben de varım. Benimkini yok sayma. Bu evreye geçmedikten sonra bitip tükenmek bilmeyen bir kavganın içinde olacağız. Bu vatan, kendisinden olmayana da merhaba diyebildiği zaman güzel bir vatan olur. O zaman Merhaba Güzel Vatanım diyebiliriz. Çünkü "Beğenmiyorsan git"lerle, "Burası Türkiye" ezberleriyle hiçbir yere varılmıyor. Birlikte olmayı göze almalıyız artık.
- Gençlerden umutlu musunuz peki?
Her zaman. Hayal kırıklığına uğradığım da oluyor ama, belki ben de uğratıyorumdur bu arada. İnsanların öğretildiği kadarıyla konuştuğunu gördükçe... En son, Storytel'de 1984'ü okudum, tüylerim diken diken olarak yüzleştim onunla. Çünkü, dil insanda yaşar, ama bir süre sonra insan dilde yaşamaya başlıyor. Yani aklı, zekası ve davranışları, konuştuğu kadarıyla sınırlı kalıyor. Bu büyük bir tehlike. Ağzımıza ne verirlerse onunla konuşuyoruz ve bunu konuşmak, tartışmak sanıyoruz. Hayır, bu bizim prangamız. Birazcık susmayı ve başka diller ve araçlar bulmayı becerebilmeliyiz. Çünkü bu yeni söylem, Orwel'in deyimiyle, birşey söylememe üzerine bir güdümleme aslında. Benim diyeceğim kelimeler tarif eder senin dediğini, sen anlamını arama. Bir buyurganlık var, dayatmadır bu. Bunu aşmak için de gençlere yine güveniyorum. Çünkü öyle ya da böyle, bu dijital dünyada da, sosyal medyada da, hoşumuza giden zeka parıltılarıyla bunun araçlarını bulduklarını görebildiğim zaman da umutlanıyorum.
Hamlet'in oyunculara bir tiradı vardır, orada der ki, "Bilgili bir tek kişinin beğenisi, bilgisiz bütün bir yığına bedel olmalı sizin için. O bir kişi için anlatmaya değer yine de, o bir kişi varsa umut var demektir.
- Kitabı siz mi seçtiniz?
Talep onlardan geldi, ben de "memnuniyetle" dedim. 1984 başlıbaşına zor ve müthiş bir öngörü. Okurken bu yaşımda bile yeniden yüzleştiğim için kendimi yalnız hissettirmedi Orwel. Umarım dinleyenlerde de aynı etkiyi yaratır. Ya da bakalım aslı neymiş diye okumak isteyenlerde de...
- O zaman kitaptan sorayım: Cahillik güç müdür, ya da ne zaman güçtür?
Büyük bir denkleme inanmak, çoğunluğun konuştuğuna inanmak ve o sürünün dışına çıkmamak konfordur. Dert etmezsiniz, zaten o akımın içerisinde herkes zaten yuvarlanıp gidiyordur. Nedir cahillik, "Bilmene gerek yok"çuluk, "Bu kadarı sana yeter"cilik. Bir bireyin kendi başına seçtiği bir şey değil, bir bırakılma durumu aslında. Neden güçtür? Çünkü bir gücün içerisindesinizdir. Güç de o çoğunlukta olduğu için siz de aykırı ses olmazsanız yeni bir fikirle icat çıkarmazsanız, o gücün içerisindesinizdir. Onun da tadını çıkarırsınız. Umurunuzda olmaz, kıyıda köşede size sesi ulaşmasın diye ağzı kapatılan, ya da başına gelen şeyin haberini almamanızı isteyen o sistem, umurunuzda olmaz. Bir titreşim gibi gelir belki de.. keyfiniz de yerindedir. Ama sıra size gelene kadar. Ne zaman ki başınıza gelir, o "cahillik güçtür" sözünün zora evrildiğini görürsünüz. Tüh be dersiniz, ben de sesimi çıkarmamıştım. İnsandır, başına gelir, ne oldum dememeli.
REHA GİBİLER HEP VAR
- Yeşilçam sizin için nasıl başladı? Çağan Irmak'la daha önce de çalışmıştınız...
Çağan'dan bir gün telefon geldi, şu dönemlerde ne yapıyorsun diye. Yetkin kokusunu aldı tabii. Sen birşey yapıyorsan ben hiçbirşey yapmıyorum dedim. Çağan'la böyle bir içsel hukukumuz var. Proje geldiğinde de, böyle bir 10 bölümü önümüze kırmızı halı gibi serilen bir projeyle karşılaşmamıştım. Hem çalışma koşulları açısından, hem de hikayeyi anlatabilmek için bir konfor alanıydı. BluTV'nin hem Yeşilçam'ın perde arkasını, hem o dönemki Türkiye'yi projelendirmeleri çok hoşuma gitti. Oynadığım karakter de Reha Esmer, bir yapımcı. 10 bölümü bitirdik, ikinci sezonun da çalışmaları başladı. Keşke hep böyle başı sonu belli çalışmalar olsa da biz de ne yapacağımızı çok iyi bilerek çalışabilsek dedirten bir proje oldu.
- Karakterin nesini sevdiniz, elinizi kaşındıran karakterlerden hoşlanıyorsunuz?
Reha, karmaşık zor bir adam. Belki de tam da az önce konuştuğumuz gibi, kendi konfor alanını bozmak istemeyen bir adam. Yaptığı evlilikte de böyle, içgüveysi girdiği için... Sonra seçtiği yaşam biçiminde de, kurduğu ilişkilerde de böyle... Dolayısıyla tutunmaya ve var olan konforunu kaybetmemeye çalışan biri. Bu çok problematik bir şey. Çünkü insan hergün yastığa başını koyar ve aramaya çalışır. Espiriyi şöyle yapmıştım: Reha Esmer adı soyadı, ama o kadar da esmer değil. Göründüğü gibi değil aslında. Ben o görünenin ardındakiyle ilgileniyorum, ne mutlu ki senaristlerimiz, dehlizler yaratmışlar, Reha'nın oyuncu olarak peşinden koşulası anları ve bir yaşamı var. Elimden geldiğinde Çağan Irmak'la birlikte çok eğlenerek çıkardığımız bir karakter oldu. Reha her zaman, bugün dahi karşımıza çıkabilecek ihtirasta bir adam. İhtiras sözcüğüne gelince de herşey gözlerimizin önüne seriliyor zaten. Muhterislerin en büyük özellikleri kendilerini bile bu başarmak istedikleri şey için çöpe atabilecekleri, feda edebilecekleri gerçeği. Bu gerçek benim için ipucu oldu diyebilirim Reha karakteri için.
- Türkiye'nin yakın tarihini de izliyoruz dizide, dönemin siyasi atmosferini de soluyoruz. Semih şöyle bir cümle kuruyor: Siyaset tıkanınca tıngırtı artar. Bu tıngırtının kurbanları mıyız hepimiz?
Vatandaşın ayrışan ihtiyaçlarına da dönüp bakabilmek, siyaseti, insanları tıngırdatmayacak hale getirebilir. Yoksa siyaset tıkandığında hep tıngırdatır zaten. Dünya savaşları sonrası yenilenen akımlar, bir yandan doğu blokunun oluşması, sertleşmeye başlaması ve karşıtlıkların artması... Renklerin de belirmeye başladığı bir zaman dilimi. Tabii ki siyasi infazlara kadar, ya da yargısız infazların da başladığı yıllardır aynı zamanda. Ya da manüpülasyonlarla bir Türk bayrağı açtırıp, bu toprakların insanları, bu topraklarda yaşayan gayrimüslimlere zulmedebilen insanlardır görüntüsünü oluşturabilecek kadar, çokuluslu ajanların da karıştırdığı bir döneme de tanıklık eder. Çok karışık bir dönem. Bütün iç ve dış unsurlarla insanlar acı çekti. Yüzleşilmesi gereken bir dönem. Bu yüzleşmeyi yapmadıkça hep başımıza işler geliyor zaten. Üstünü örtmeye çalıştıkça... Gerçekten bunların yaşandığına dair bir yüzleşme yaşamadıkça yenilerini yaşatmama imkanımız yok.
- Geçen yılkı bir söyleşinizde okudum, Brecht’ten alıntı yaparak diyorsunuz ki; “Haksızlığa karşı bağırmak yüzünü çirkinleştirir insanın, öfke sesini bedleştirir; kötü bir sesle ve çirkin bir yüzle derdinizi anlatamazsınız.” Haksızlığa karşı ne yapacağız?
Gırtlağınızı parçaladığınızda dediğiniz anlaşılmıyor. Yeni bir yol bulmalı, buldurmalısınız. Bu kendimden başlayan bir sükunet, sağduyu tavsiyesi. Ailemin birçoğu Egeli. Trafikte karşıdan karşıya geçiyor adam salına salına. Bizim şoför de çıkıyor: Oooo keyifler yerinde, çay da koyuverem mi? diyor. Bunu diyebilmek. Meramınızı yine anlattınız. Belki bu örnekle biraz temellendirebilirim. Hayat bu kadar naif değil biliyorum ama denemeye değer. Deneyip de başaramadıkça sonunda yapacağınız tabii ki yine çığlık atmaktır. Bu benim kapıma dayanana kadar ben ne yaptım, hep onu sorgulamak için bunu hatırlatırım kendine. Yapılabilecek birşey varsa, sonunu beklemeden, şimdiden öngörüp yapabilmenin sükunetinden bahsediyorum. Bu ayarları kaybettiğimizde bir şeyin kavgasını vermekten çok kavga eder durumuna dönüşüyoruz. Kavganın işe yaramadığını söylemek için bu aslında...
AŞI SETLERE DE GELSİN
İnsanların en çok bir arada olduğu bir iş kolundayız. Setlerde de insanları hem durdurmayıp hem aşısız bırakmak doğru değil gibi geliyor bana. Millet evinde oturuyor bari eğlencelerini kesmeyelim diyoruz, ama o eğlence devam ederken de bir dönüp onun çalışma koşullarına da bir bakmak lazım diyorum haliyle...
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza