Bu yıl 80'inci kez düzenlenen Yunus Nadi Ödülleri sahiplerini buldu. “Roman” dalında 58 yapıtın değerlendirildiği ve seçici kurulu Konur Ertop, Asuman Kafaoğlu Büke, Zeynep Aliye, Öner Yağcı, Gamze Akdemir’den oluşan 80’inci Yunus Nadi Roman Ödülü, Abdullah Ataşçı’nın Meryem’in Çiçekleri (Everest Yayınları) adlı yapıtına verildi. Yapıt, 1915 Anadolu’sunda geçen olayları genç hâkim Sinan’ın gözünden aktarıyor. Ermeni tehcirini tüm tarafların bakış açısıyla yaklaşarak bireylerin iç dünyası üzerinden yalın bir dille anlatmayı başarıyor. Güçlü doğa betimlemelerine sahip Meryem’in Çiçekleri, insan vicdanına seslenen anlatısıyla iyilik ve kötülük kavramlarını bir kez daha sorgulatıyor.
ACILARIN METAFORU: TERS LALE!
- Romana adını veren “Meryem’in Çiçekleri”nden başlamak isterim "Ters Lale" neyi simgeliyor?
Ters lalelerin boynu bükük duruşunun büyük acılara maruz kalmış insanları çağrıştırmasından yola çıkarak 1915 yılının Anadolu’sunda toplumun her kesiminden yurdunu terk etmek zorunda kalan, yollarda perişan olan ve hastalık, şiddet ya da açlık yüzünden ölen insanlar için ters lalelerin iyi bir metafor olacağını düşündüm.
- Toplumsal açıdan zorlu bir konuyu işliyor; halkın dönüşümü, kolektif kötülüğün tehlikesi, kadınlık ve hafıza gibi derin temalara yer veriyorsunuz. Sizce edebiyat toplumsal hafıza ile ne derece ilişkilidir?
Edebiyat bütün sanat dalları içerisinde geçmişi görünür kılmak adına büyük bir güce sahip. Aslında geçmiş sadece geçmiş değildir tabii ki. Roman, yüzyıllar önce yaşanmış olayları konu edinirken bile günümüzü hatta geleceği bile anlatmak gibi yazarına büyük bir olanak sunuyor. Homeros’u, Cervantes’i ya da diğer klasikleri dönüp dönüp okumamız boşuna değil. Yazarın toplumsal hafızayı diri tutma, geleceğe taşıma gibi kendiliğinden doğan bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Geçmişin karanlık odalarını aydınlatmak için tarihçilerin yazdıkları asla yeterli olmamıştır. Edebiyat tarihteki herhangi bir olay, kahraman, küçücük bir zaman dilimi üzerinden bütün insanlığı anlatacak kadar güçlüdür.
- Kitabınızda doğa ve mitolojik unsurlar önemli bir yere sahip ve anlatı yer yer gerçeküstü öğelerle bezenmiş. Bu anlatım dili bilinçli bir tercih miydi?
Bu, öncelikle romandaki olayların geçtiği dönemle ilgili. Doğanın insana karşı hakimiyetini güçlü bir şekilde koruduğu bir dönem çünkü anlatılan. İkincisi de günde bir kez geçen bir trenin uğraması dışında modern dünyayla bağını koparan bir dağ köyünde doğmuş olmam ve kulağıma yaşlı kadınların büyülü hikâyeler fısıldamasıyla ilgilidir sanırım. Romandaki gerçeküstü öğeler hem planlı hem de kendiliğinden.

- Sinan ve Adis karakterleri toplumsal bir temsil de taşıyor. Bu karakterleri kurgularken onları nasıl bir arketip olarak düşündünüz?
Romanı yazmaya başlamadan önce aklımdaki iki ana karakterdi Adis ile Sinan. Adis, kardeşiyle kuzeni dışındaki bütün yakınlarını Hamidiye Alayları’nın saldırısı sonucunda kaybetmiş bir Ermeni genci. Dolayısıyla intikam duygusuyla dolu. Bu duygu onu güçlü kılıyor. Zulme uğrayan bütün toplulukların mücadeleci ruhunu temsil ediyor.
Sinan’ı ise vicdanlı bürokratların bir temsilcisi. Sadece onlar değil, Mecit Ağa’dan Diyarbekir Valisine, Abdo’dan Yüzbaşı Davut’a kadar romandaki bütün önemli kahramanlarımı, olayların cereyan ettiği dönemin toplumsal tabakalarını temsil etmesi için kurguladım.
‘KADINLAR BU ROMANIN VİCDANIDIR’
- Kitaptaki kadın karakterler genellikle güçlü, dirençli ve vicdanlı. Anadolu’nun bilge kadınlarının bir temsili midir bu?
Geçmişten günümüze neredeyse bütün savaşların, çatışmaların temelinde asıl sorumluluğun erkeklere ait olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Gerçekte olduğu gibi romanda da erkekler yıkarken kadınlar onarıyor, yeniden var etmeye çalışıyor. İstanbul’daki aydın kadınlar da Diyarbekir’in bir köyündeki yaşlı kadınlar da bunu yapıyor. Kadınlar, bu romanın vicdanıdır diyebilirim.
DEVLET VE TOPLUMUN GÜCÜ!
- Romanda devlet, toplum ve geleneklerin sesi çoğu zaman bireyin vicdanıyla çatışıyor. İnsan bunca ağır baskının altında hâlâ doğruyu yapma cesaretini nasıl bulabilir? “Doğru”nun kaynağı nedir?
Devlet ve toplum gücü temsil ederler. Bu gücü korumak için gelenekleri, dini hatta bilimi bile kullandıklarına tanıklık ediyoruz. Doğrunun sözü hiç edilmezse var olduğunu da rahatlıkla unutabiliriz. Edebiyat, olaylara farklı da bakarak doğruyu pek çok yönden görünür kılabildiği için değerlidir. Doğru dediğimiz şeyi görmenin tek kaynağı vardır: vicdan. Bana göre her iyi edebiyat ürünü, okuyucunun farklı duyarlılıklarını görebilme, geliştirebilme özelliğine sahiptir.
- Ülkemizde özellikle feodal düzenle halk yıllarca sömürüldü. Meryem’in Çiçekleri’nde bunun çarpıcı bir temsilini görüyoruz. Neler söylersiniz?
Geri kalmış bütün toplumların kaderidir bu. Oligarşik yapılar içerisinde küçük bir azınlık her türlü olanağa sahipken büyük kitleler sömürüye açıktır. Meryem’in Çiçekleri’ndeki olayların öncesini anlattığım Heder Ağacı’nın ana meselesi de buydu. Orada Hamidiye Alayları’na katılan aşiretlerin başta Ermeniler ve Kızılbaşlar olmak üzere kendilerinden olmayanlar üzerinde kurduğu tahakkümü karakterlerimin üzerinden anlatmaya çalıştım. Bana göre yazar, kendi ülkesinin temel sorunları üzerine düşünmeli ve bunları anlatmanın yollarını aramalıdır.
