Öyküde ilk kitaplılar... M. Sadık Aslankara’nın yazısı...
Hikâyesi olmayan, hikâye taşımayan biri var mı; herkes ille hikâyeyle yaşıyor değil mi, hatta hikâyelerle, yaşamı boyunca besleyip büyüttüğü. İşte hikâye, uydurduğumuz, bizde doğan bir nahif yaratı alevi, ama bunu anlatı olarak kurup yazmaya geldiğinde iş, orada durmalı. Hikâyeden “öyküleme sanatı”na geçilmiştir artık; öykü laf dinlemez, sahibinin sesi değildir çünkü.
“Öykü”, “hikâye” sözcüğünün karşılığı kuşkusuz. Ancak yine de dilimizin olanakları çerçevesinde bunları ince bir çizgiyle birbirine yaklaşan, bu arada birbirinden uzaklaşan anlam ağlarıyla buluşturabiliriz pekâlâ. Nasıl mı?
“Hikâye etmek” deriz örneğin, “öykülemek” diye karşılarız bunu. Ne var ki hikâye etmek istediğimiz her neyse, bunu metne dönüştürmek için kalemi alıp da masaya oturduğumuzda işin rengi değişir bir çabuk. Hadi buyurun, yazın. Öyle ya, yazmaya yöneldiğinizde hikâye, her seferinde özel anlatı kurulmasını gerektirecektir.
Neden peki? Zihinde geliştirilen hikâyeye yaslansanız bile bir küçük kıvılcımla yola çıkıp da anlatı kurmaya kalktığınızda bunun yazıya dönüşümü, sizi, hikâyenin aklınızdaki geçmişiyle yazacağınız gelecekteki hikâye arasında alabildiğine sıkıştıracaktır.
Kabaca söylersem hikâye, zihninizde giderek puslanırken öyküleme bilinci sizi bunun evrilişi yönünde etkileyecektir.
Öykünün şiirle buluşan yanları üzerinde durulur da hikâye-öykü ikizlerine pek girilmez. Bu tartışmadan ben de uzak duracağım, geçmişte yeterince yer açtım çünkü buna.
Pek çok ilk öykü kitabını ele alırken bu bağlamda dil, biçem, kurgu, yapı vb. özelliklerini, yazarların zihinlerinde geliştirdiği hikâyeyi, bundaki öykülemeyi dikkate alarak değerlendirmeye çabaladım. Aşağıda üç öykü kitabına daha bu açıdan yaklaşıp birer örneklem anlamında yazarların işleyimlerine göz atalım.
ÖZNUR YALGIN; ‘AĞIRKÜRE’
Öznur Yalgın, Ağırküre (Everest, 2020) adlı ilk öykü kitabında söyleyiverme tuzağına kendini kaptırmadan, anlamsal yoğunluğu okurun tamamlamasına bırakan bir yazınsal tutum sergiliyor. Böylelikle olguları, olayları, ilişkilenişleri bize yeniden kurdurmanın önünü açıp yolunu hazırlıyor her öyküsünde. Bunu, sözdizimleriyle tümce kuruluşlarına gösterdiği özenle de gözler önüne seriyor.
Öznur’un anlatısında, suluboyanın birbirine girişerek oluşturduğu büyülü yoğrulmayla okur, yaratıcılığını kullanma fırsatı yakalıyor, bu durum, öykü kişilerinin okurda ete kemiğe bürünmesini kolaylaştırıp bunu pekiştiriyor da.
“Acıda hepimizi eşitleyen böyle garip bir ülke”nin (55) öyküleri olarak farklı toplum kesimlerinden küçük insanların hikâyeleri önümüze gelirken bunları zihnimizde yeniden kuruyoruz. Güncel yaşananları bile, ortalama bakışa dayalı bir iletişim diliyle işlemek yerine yazınsal temelde kalıcılaştırmak için çabalıyor yazar.
Toplumsal, sınıfsal, ekonomik, kültürel vb. açılımlarıyla ülkemizin bu ağır küredeki yuvarlanışı gerçektenlik temelinde yeniden okura akıyor. Yazınsal dille kurulmuş ilk kitap Ağırküre, başarıyla öykücülüğümüze katılırken Öznur da göz doldurmayı başarıyor sonuçta.
MÜGE KOÇAK; ‘YANKI’
Müge Koçak, ilk öykü kitabı Yankı’da (Can, 2020), yıllar önce Şebnem İşigüzel’in öyküye getirdiği farklı bir tazelik havasında başlangıç seğirtmesi yansıtıyor sanki, ancak öyküyü, yazınsal yanından çok biçimsel farklı açılımlar, sıçramalar eşliğinde yapılandırdığını ele veren tutum sergiliyor.
Bunlarda “yaşamı israf etme potansiyel(i)” (42) taşıyan öykü kişileriyle bizi tanıştırırken yazarın, farklı damarlara yasladığı öyküleri biçimsel oynayışlar, biçemsel menevişler eşliğinde renklendirmeyi önemsediğini ilk bakışta görebiliyoruz.
Bu doğrultuda olgunun trajiğini vurgulamak adına farklı bir alaysama temelinde adeta komiğini çıkarırcasına grotesk, hatta uyumsuz bir evren açılımı getiriyor yazar. Yer yer gizemle örülü, büyülü kılınmaya çalışılan anlatıda kirli ya da aykırı gerçeklik algısına açık öykülemeyle karşılaşıyor okur.
Bu çerçevede ilginç evren açılımıyla, buna koşut farklı yapıda, adeta cambazlık yapıp kendi yazgılarına dönük müdahale girişimi olan kişileriyle Müge, bu öykülerde birbirinden ayrılan biçemleri, biçimsel oyunlar eşliğinde okur önüne adeta boca ediyor.
CAN BİNALİ AYDIN; ‘YALNIZIM İNSANLA GEÇMİYOR’
Can Binali Aydın, Yalnızım İnsanla Geçmiyor (Everest, 2020) başlıklı ilk öykü kitabındaki tüm öykülerinde yeni bir dil kurma çabası sergilediğini ortaya koyuyor.
Raymond Carver benzeri bir yaklaşım içeren, bir açıdan Zafer Doruk, Barış Bıçakçı, Murat Uyurkulak, Murat Çelik vb. yazarların öykülemesiyle örtüşen dil, anlatım parıltısı diyebiliriz bunun için.
Gerçekten de yeni bir anlatım yolu arayan, bunun için çabalayan, kanımca bu bağlamda yol aldığı apaçık ortada bir yazar Can Binali, ilk öykü kitabında.
Kıyılara çekilmiş ya da itilmiş, gerek kendisiyle gerekse toplumla inatlaşma sınırlarında gezinen yoksul, seçeneksiz kişilerin öyküleri bunlar.
Ölmek isterken her kezinde bunu engelleyen nesnel durum kadar kişilerin kendi yürek burkan yaşamına karşın ötekine hayat vermek için çabalayışı, böylece tersinlemeye dayalı eğretilemeyle okuru farklı bir anlam ağına taşıma, yazarın başarısı işte burada; kara anlatıya gitmeden bizi hüzünle buluşturan acı bir alaysama getirmesinde. Sonuç: “yalnız kalmak bir haktır, bırakılmaksa haksızlık.” (34)
Özetle… Yukarıda tanıttığım ilk öykü kitaplarındaki örneklerden kalkarak bir ön değerlendirmeye giriştiğimizde, yazarların, hikâye anlatırken bunu okurun kendi imgeleminde kurup canlandırmasına yönelmekle birlikte metinlerini özgün, biricik kılmaya dönük farklı yollardan yoğun çaba sergilediği söylenebilir.
Bu çerçevede birer tümceyle özetleyecek olursam Öznur Yalgın, öyküyü Türkçenin standart yapısına dayalı ancak zengin bir yelpazeye yaydığı dilsel işçilikle anlamsal yoğunluğu koyultarak yazınsal kılıyor.
Müge Koçak, dilde seçiciliğe dayalı, anlamsal artalan yoğunluklu bir yazınsallık yerine biçemsel hatta biçimsel köpürtmelerle öyküde yol almak isteyen tutuma sahip.
Can Binali Aydın, kendine özgü dille kurup yapılandırmaya çalıştığı bir öykülemeyle ama belirgin kavramsallığa dayalı örüntüleme getirmeye girişiyor.
Üç yazar, bu hikâyelerle yola çıktı, ama öyküleştirip yazmak yerine anlatmaya girişselerdi nasıl öykülerle karşılaşırdık dersiniz peki? Yoksa “hikâyenin büyük bir yalan olduğu” (Müge Koçak; 65) söylenirken aslolan, bu tür yalanlarla gerçekliğin yeniden kurulması, böylece gerçeğin daha sahici kılınması eylemi olmasın sakın?
www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Restoranlarda 'harcama limiti' uygulaması başladı
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Colani’nin arabası
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması