Afro-Amerikan yazının ikonu: Toni Morrison!
Tüm yapıtlarında “karanlık” diye betimlediği siyah toplumun Birleşik Devletler’de yaşadığı çileleri dile getiren 1931 doğumlu Nobel Edebiyat Ödüllü ilk Afrikalı-Amerikalı kadın yazar Toni Morrison kapağımızda. Yapıtlarında belli ırkların, belli ırklara üstünlüğünün savunulduğu, etnik kökenlerin soylulukla ilintisinin savlandığı, her türlü insanlık dışı muamelenin yaşatıldığı dönemde, tarihin çileli Afrika topluluğu ve kültürünü konuşturur, söz hakkı verilmeyen insanların özgül tarihine ışık tutar Morrison. 88 yıllık yaşamı 2019’da “Everybody’s somebody” (Herkes, biridir!) diye diye sonlandığında usta yapıtlarını ve “Siyahlar ve beyazlar, kadınlar ve erkekler; bu dünya sizin, bizim, hepimizin!” sloganını miras bırakır insanlığa.
BABASI KİNDAR BİR IRKÇIYDI!
Nobel Edebiyat Ödüllü ilk siyahi kadın yazar Toni Morrison’un pek çok yapıtının esin kaynağı çocukluk ve gençlik dönemlerinde bizzat deneyimlediği ırkçı baskılar ve kronikleşen sorunlardır.
Irkçılık, kölelik, sınıf bilinci, bireysel ve toplumsal kimlik bunalımı, marjinalleşme, kadın-erkek ilişkileri, ataerkil düzende kadınlara verilen roller, cinsiyetçilik, geleneksel yaşam biçimleri, geçmiş arayışı ve ailesinden dinlediği Afro-Amerikan folklorik öyküler yazınsal kimliğinin temel taşlarıdır.
“Beyazların çocuğundan hoşlanmazdı.” dediği babası kindar bir ırkçıdır. Ömrünce insanları parçaladığını ve kimliklerini yitirttiğini vurguladığı insanları birbirinden ayıran ırk, sınıf, renk, din, cinsiyet gibi unsurlara karşı çıkan yazar; insanlığın kirli ve vahşi yüzünü, canavarlaşan ırkçı kapitalist sermayenin karanlık ve suçlu geçmişini deşifre eder.
Görülmek, bilinmek, tanınmak istenmeyen “ötekinin”, atalarının köle olarak zorla getirildiği topraklarda toplumsal zorbalıklara uğrayan siyahilerin sesi olur.
Kitaplarında insan yaşamını en ince ayrıntılarına kadar deşer ve “gerçek” olarak iddia edilen bilgileri kitlelerle paylaşmanın etik boyutlarını da sorgulatır. Hemen tüm yapıtlarında insanlar yersiz yurtsuzdur ve mağdurdur. Bu yönüyle toplumdan ve dönemin şartlarından sıyrılamadığı için politik niteliktedir yazdıkları.
Fotoğraf: Olivier Douliery / Toni Morrison 29 Mayıs 2012 de Başkan Barack Obama’dan Başkanlık Özgürlük Madalyasını aldı.
BAŞKANLIK ÖZGÜRLÜK MADALYASI’NI OBAMA’NIN ELİNDEN ALIR: ‘İLK KEZ BU ÜLKEYE AİT HİSSETTİM’
Amerikan toplumundaki en yaralayıcı sorunların dünya medyasında görünürlüğünü sağladığı ve ezilenlerin mücadelesini duyurduğu için 2012’de dönemin ABD Başkanı Barack Obama tarafından “Başkanlık Özgürlük Madalyası”na değer görülür. Ayrıca Obama başkan seçilince büyük bir sevinçle “İlk kez bu ülkeye ait olduğumu hissettim, ilk kez burası benim ülkem oldu” der.
Sanatçı ırkçılığı sadece ten rengi kaygısıyla değil, cinsiyetçilik, inançlar ve kuşaklar arası anlaşmazlıklar gibi farklı bakış açılarıyla da ele alır. Ona göre saplantıya dönüşen cinsiyet kavramı, sonuçta kişinin benlik yitimiyle noktalanır.
YIKIM VE ACININ SESİ; ‘CENNET’...
Erillik, ataerkillik ve ırkçılık kavramlarının canlı bir resmini sunduğu Cennet (Sel Yay. / Çev. Püren Özgören) romanında insanın insana üstün gelme çabasından, özlem duyulan özgürlük olgusundan ve organize kötülüğün soyağacından bahseder.
Şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen erkeklerin dünyasında kendi kimliğinin peşinden koşan kadınların sesi olur anlattıkları. Cennet, üzerinde kafa yorulacak, değişik yönlerine vurgular yapılacak pek çok veriyle okur karşısına çıkar.
Olaylar, Oklahoma yakınlarında Ruby adlı ütopik bir köyde geçer. Köleliğin paslı prangalarından kurtulup özgür ve huzurlu bir yaşama kavuşma umuduyla kurdukları, kendilerini dış dünyadan tamamen soyutladıkları bu köyde yeni bir iktidar biçimi geliştiren siyahi erkekler, kontrolsüz gücün tutkusuyla önce kendi kadınlarına, sonra da yakınlardaki manastırda yaşayan beyaz kadınlara tıpkı on beşinci yüzyıl Avrupa’sında başlayan cadı avları gibi dünyayı dar eder.
Haven (cennet) dedikleri köyü, cehenneme çevirirler. Manastırda yaşayan ve hayatları boyunca itilmiş, aşağılanmış rahibe kadınların bir erkeğe ihtiyaç duymaksızın rahat ve dayanışma içinde yaşamaları, siyahi erkeklerin kadınlara karşı nefretini ve öfkesini tetikler.
Eşlerini kontrol ettikleri gibi buradaki kadınları kontrol edemeyen erkekler bu kadınları cadılık ve doğaüstü güçlere sahip olmakla suçlayıp her türlü felaket ve belanın sebebi olarak günah keçisi ilan ederler. Uygulanan kolektif işkenceler, ürkütücü ve sarsıcı sahnelerle tam bir yıkım ve acıyı doğurur.
Fotoğraf: Timothy Greenfield-Sanders
KİM SİYAH, KİM BEYAZ? ‘RESİTATİF’...
Aslında yoksulluk, zenginlik, dışlanma, aşağılanma, ötekileştirme ne siyaha ne de beyaza özgüdür. Her türlü ırksal kodlamanın silinmesini amaçladığı Resitatif (Sel Yay. / Çev. Seda Çıngay Mellor) adlı novellada tüm bunları tekrar tekrar perçinler Morrison.
Yetiştirme yurdunda kalan farklı ırklardan iki ana karakterin yaşadıklarıyla ilgili anlatıda okuyucuyu karmaşık bir bulmacanın içine düşür. Twyla ve Roberta adlı karakterlerin renklerini gizler, hangisinin siyah, hangisinin beyaz olduğunu sezdirmez. Novella aslında Twyla’nın gözünden yazılır; ancak ırk renklerini operadaki resitatifte olduğu gibi bir Twyla konuşur, bir Roberta. Yetiştirme yurdunda yemek yapan, parantez bacaklı dilsiz siyahi hizmetçi Maggie de vardır öyküde. Maggie’ye yurttaki çocuklar çok kötü davranır hatta bir gün yere yuvarlayıp tekmelemeye başlarlar. Twyla da Roberta da tekmelemek ister ama bunu yapmazlar.
Öyleyse hangisi siyah hangisi beyazdır? Bu ve benzeri sorular sürekli meşgul eder okuru. Ötekileştirmenin kimin üzerinden verildiği asla ortaya konmaz. Resitatif’te insanın evrimsel tabanı olan kalıtımsal birikim ya yok sayılarak ya da önemsiz kılınarak aktarılır.
İllüstrasyon: Leo ve Diane Dillon
KÖLELİK VE ÖZGÜRLÜK! ‘YUVA’...
Kölelik ve özgürlük kavramlarını aidiyet duygusu ve kadın erkek varoluşları ekseninde incelediği Yuva’da (Sel Yay. / Çev. Püren Özgören) ise Morrison, Georgia’daki Lotus kasabasının boğucu atmosferinden kaçıp orduya yazılan ve Kore Savaşı’na katılan Frank’in dramını işler. Romanda Lotus kasabasının boğuculuğuna alternatif bir seçeneğin bir savaş ortamı olması, Frank’in yaşadığı baskının büyüklüğünü gösterir.
Lotus, dünyanın en berbat yeridir. Burada herkes köledir. İnsanlar izbe evlerde yaşamaya çalışıp tarlalarda çalışırlar. “Lotus’ta yaşamaktansa savaşta ölmek daha iyidir” düşüncesiyle savaşa katılan Frank’i giderken düşündüren tek kişi, arkasında bıraktığı kardeşi Cee’dir.
Üvey büyük annenin eziyetlerine dayanamayan Cee ise “iş tulumuyla değil de kemerli bir pantolonla” gördüğü ilk kişiye âşık olup onunla Atlanta’ya gider ancak bu kişiyle mutlu olamaz ve ayrılır. Çeşitli ağır işlerde çalışır. Son iş yeri olan, bilimsel araştırmalar yapan bir doktorun evinde çok hasta olur, ölmeye yaklaşır.
‘KİM OLDUĞUNA KİMSE KARAR VEREMEZ. BUNA KÖLELİK DENİR!’
Kitapta ırkçılık, her ne kadar ana konu olarak işlenmese de satır aralarına inceden işlenir. Cee’nin ölümle burun buruna gelme nedeni, yanında çalıştığı doktorun araştırmasında kobay olarak kullanılmasıdır. Bu dönem, beyazların siyahlar üzerinde, onların hayatlarını tehlikeye atarak deneyler yaptığı ellili yıllardır.
Frank, zorlu bir yolculuğun ardından kardeşine ulaşınca onu iyileştirmeleri için Lotus’un bilge kadınlarına götürür. Bu bilgelerin, özellikle de Ethel’in Cee’ye “Senin kim olduğuna kimse karar veremez. Buna izin verme. Buna kölelik denir. Sen, özgürsün. İçinde bir yerde özgür birey yatıyor.” seslenişi polifonik bir özgürlük mottosu yaratır.
Kitapta bir yandan Frank’in yazdığı mektuplar da okunur; itirafları, anıları, çocukluğu, kaçışı, bir “yuva” sıcaklığı arayışı... Hepsi iç konuşmalar şeklinde sıralanır. Yuva, bu iki kardeşin yaşadıkları ağır şartlardan kurtulmak ve yeni yuvalar aramak için çıktıkları yolculukta yenilerek ve yara alarak döndükleri yer değildir. Yuva aslında iki kardeşin birbirlerine kavuşabilmesi, kucaklaşabilmesi ve kölelik aidiyetsizliklerini birlikte aşabilmesidir.
IRKÇILIĞI TERSİNDEN İŞLEDİĞİ YAPITI; ‘TANRI ÇOCUĞU KORUSUN’
Irkçılığı tersten işlediği ve siyahlar arasındaki renk farklılıklarının yansımalarını anlattığı Tanrı Çocuğu Korusun’da (Sel Yay. / Çev. Elif Ersavcı) ırkının yaşadığı acıları bir çocuğun doğumundan yetişkin bir kadın oluncaya kadarki sürecinde ele alır Morrison.
Tamamen yaşanılan ve çoğu zaman kayıtsız kalınan çocuk istismarı, çocukluk travmalarının yetişkinlikte ilişkilere nasıl yansıdığı, çocukluk döneminin bütün bir yaşamın kilidi konumunda olduğu gözler önüne serilir.
Lula Ann, genlerinin küçük bir bölümünde zenci geni taşıyan bir anne ile tüm ailesi beyaz olan babadan doğan bir kız çocuğudur. Katran karası rengi ve yemyeşil gözleriyle dünyaya umutla merhaba der. Ancak bu durum, ailesi için büyük bir şoka sebep olur. Lula Ann, doğarken lanetini de teninde getirir.
Anne Sweetness ve beyaz babası, onu teninin renginden dolayı reddeder. Üstelik babası, Sweetness’i suçlayarak evden ayrılır. Çocuğun yetiştirilmesinde kendi bakış açısıyla doğru yaptığını düşünen anne, Lula’dan utanç duyar ve ona asla dokunmaz. Lula Ann ya da yetişkinlikte tercih ettiği adıyla Bride, birçok kısıtlama ile büyür. Bu kısıtlamalardan en önemlisi de “sevgi”dir.
Çocuk, öz annesine “anne” diye seslenemez. Özellikle yaramazlık yapar; çünkü annesi ona tokat atarsa bir kerecik anne elini teninde hissedebilecektir. Böylece Lula, annesinin tokadındaki acıda dahi şefkat arar.
BATILI GÜZELLİK STANDARTLARI, IRKÇILIĞIN AÇTIĞI YARALAR, TOKSİK EBEVEYNLİK VE ÇOCUK İSTİSMARI!
Bride, zorluklara inat, mücadeleden asla vazgeçmez. Başarılı, öz güvenli ve sadece beyaz ve onun tonlarını giyerek ten rengini lehine kullanmış ve kozmetik dünyasında yıldızlı bir kariyer yapmış genç bir kadındır artık. Ne var ki sevdiği adamla yaşadığı ayrılık, onu çocuklukta yaşadığı olaylarla yüzleştirirken bir taraftan da varoluşunu sorgulatarak gerçek benliğini bulmasının yolunu açar.
Romanda Batılı güzellik standartları, ırkçılığın açtığı yaralar, toksik ebeveynlik ve çocuk istismarı öne çıkarılır. Irksal adaletsizliğin siyah çocukları nasıl travmalara sürüklediği işlenir. Yine sadece derisi siyah olan bir kızın trajedisi değil, istismara uğrayan çocukların da ele alınışı, anlatı boyunca “Tanrı çocuğu korusun!” yakarışına ortak eder.
MORRISON: ‘SİYAHLAR VE BEYAZLAR, KADINLAR VE ERKEKLER; BU DÜNYA SİZİN, BİZİM, HEPİMİZİN!’
Ana karakter üzerinden bakılacak olursa siyah ya da beyaz yoktur aslında. İyi insan ve kötü insan vardır. Çocuklar kime emanet? Çocuklar küçük yaşlarda nelere maruz kalıyor? Tüm bu sorularla baş başa bırakır yazar, okuru.
Derisinin rengi nedeniyle dışlanmak, aşağılanmak, insan olarak kabul edilmemek sosyolojik bir farkındalık olarak yansır Toni Morrison yapıtlarında. Seksen sekiz yıllık yaşamı Ağustos 2019’da “Everybody’s somebody” (Herkes, biridir!) diye diye sonlandığında “Siyahlar ve beyazlar, kadınlar ve erkekler; bu dünya sizin, bizim, hepimizin!” sloganını miras bırakır insanlığa.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke