Başkaldıran aydın: Albert Camus! Ferda Fidan’ın yazısı...

Albert Camus’nün 7 Kasım 1913-4 Ocak 1960) tüm yaşamı ve eserleri Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan adlı denemelerinde betimlediği “saçma” ve “başkaldırı” izlekleri üzerine kuruludur. Camus’ye göre her şeye rağmen yaşamak ve başkaldırmak gereklidir; insan yeryüzündeki kötülüğü yok edemez ama azaltmak için mücadele etmelidir. Bu nedenle insanlığın tüm sorunlarıyla ilgilenmiş, dönemin çoğu yazarından farklı olarak doğruları tam zamanında öngörerek tüm aydınlara örnek bir çizgi izlemiştir. Cezayirli Albert Camus, bir entelektüel olarak değil sanatçı olarak tanınmak istemiş tiyatroya olan özel tutkusuyla da sıra dışı bir aydın olarak kendini kabul ettirmiştir. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldükten üç yıl sonra, 46 yaşında bir trafik kazasında can veren Camus, erken ölümüyle bile “saçma felsefesine” bir örnek teşkil etmiş gibidir. Güçlüklerle kuşatılmış dünyamızı daha iyi anlamamıza, her şeye rağmen yaşama sarılmamıza yardımcı olan yazarların başında gelir.

Yayınlanma: 04.11.2022 - 00:02
Abone Ol google-news

CAMUS’NÜN ‘SAÇMA’ KAVRAMI: BAŞKALDIRI, ÖZGÜRLÜK, TUTKU!

“Saçma kavramından üç sonuç çıkarıyorum: Başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum. Ölüme daveti, bilincim sayesinde bir yaşam kuralına dönüştürüyor ve intiharı reddediyorum.” Albert Camus’nün tüm yaşamı ve eserleri bu temel ilke üzerine kuruludur.

Sisifos Söyleni (Çeviren: Tahsin Yücel / Can Yayınları) adlı denemesinde saçma kavramını irdeler: Tanrılar, kendilerine karşı gelen Sisifos’u koca bir kayayı bir dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûm etmişti. Taş kendi ağırlığıyla aşağıya yuvarlandığında, Sisifos da aşağı inerek yeniden başlamak zorundaydı.

Sisifos, tüm çabalarımızın boş olduğunu, hayatın bir anlamı olmadığını gösterir. Ancak, yaşadığı yerden başka bir dünya olmadığını, “mutluluk ve absürt kavramlarının aynı toprağın iki oğlu” olduğunu öğrenmiştir. Kan ter içinde ama sızlanmadan yuvarlar önündeki koca taşı.

İşte bu nedenle dünyayla uzlaşabilir, çünkü tepeye ulaşmak imkansız olsa bile, “salt zirvelere doğru mücadelenin insan kalbini doldurmaya yeter olduğunu” kavramıştır. Bu yüzden evren her ne kadar anlamsız olsa da, intihar bir çözüm değildir.

İNTİHARI ÖVEN FİLOZOFLARLA ALAY EDER!

Bu noktada Camus muhteşem ziyafetler çekerken intiharı öven filozoflarla alay eder (İntihara övgüler düzerek bunu bir sermaye haline getiren Cioran’ın Camus’yü neden sevmediğini bir de bu açıdan kurcalamak gerekir).

Yaşamın anlamsızlığının bilincine varan insan, artık “saçma insan” statüsüne girdiğinden, özgür yaşamaya ve tüm olasılıkları tüketmeye mahkûmdur ve Camus, İsa’nın tam tersine “Benim krallığım bu dünyaya aittir” diyerek insanın dopdolu yaşamasını savunur.

Esas ilke şudur: Her şeye rağmen yaşamak, yoldan çıkmadan, kayamızı yuvarlamaktan korkmadan, sonuna kadar yaşayabildiğimiz kadar yaşamak. İşte bu yüzden “Sisifos’u mutlu hayal etmeliyiz”.

CAMUS: ‘ROMAN İMGELERE DÖKÜLMÜŞ BİR FELSEFEDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!’

Camus bu kavramı 1942’de yazdığı Yabancı (Çeviren: Ayça Sezen / Can Yayınları) adlı romanında uygulamaya koyar, çünkü “Roman imgelere dökülmüş bir felsefeden başka bir şey değildir”.

Fransa’da 20. yüzyılın en iyi romanı seçilen bu eşsiz yapıtın kahramanı Meursault, “tatlı kayıtsızlığını” gözlemlediği dünyaya ve içinde yaşadığı ama suçlamakta ve sorgulamakta ısrar eden topluma yabancıdır. Hiçbir neden yokken, tesadüfen katil olsa da kendini masum hissetmeye devam ederek, geleceği bugünün aleyhine tasarlamaktan kaçınır.

Yalın dili ve kâh şiirsel kâh monoton gözlemleriyle Yabancı, edebi açıdan modern duyarlılığın oluşumunda önemli bir aşamayı oluşturur.

İNSAN CAMUS!

“Saçma” kavramı Camus’yü ikinci temel kuralına yöneltir; başkaldırı. 1945’te yazdığı Düğün-Bir Alman Dosta Mektuplar’da (Çeviren: Tahsin Yücel / Can Yayınları) şöyle der: “Hâlâ bu dünyanın üstün bir anlamı olmadığına inanıyorum. Ama bu dünyada anlamı olan bir şey olduğunu da biliyorum, ki bu insandır çünkü anlam arayışında olan tek varlık odur.”

İnsan hayatının en tartışılmaz değer olarak ortaya çıktığı bu hümanizmi Covid-19 salgını sırasında milyonlarca okurun yeniden keşfettiği 1947 tarihli Veba (Çeviren: Tahsin Yücel / Can Yayınları) romanında geliştirdikten sonra, 1951 tarihli Başkaldıran İnsan (Çeviren: Nedret Tanyolaç Öztokat / Can Yayınları) adlı denemesinde felsefi anlamda gerekçelendirir.

İNSANLARIN TÜM SORUNLARIYLA İLGİLENMİŞ ANGAJE BİR AYDIN!

İnsan yeryüzündeki kötülüğü yok edemez, ama azaltmak için mücadele edebilir… Bu yüzden, hayatı boyunca insanlığın tüm sorunlarıyla ilgilenmiş, gerektiğinde savaşıma katılmaktan çekinmemiş, tam anlamıyla angaje bir aydın profili çizmiştir.

Dönemin çoğu yazarından farklı olarak savaşımlarında hiç yanılmamış, doğruları tam zamanında öngörerek, tüm aydınlara örnek olması gereken bir çizgi izlemiştir:

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak, gençliğinde Komünist Parti’sine üye olmuş ama Stalinist çizgisine ayak uyduramadığı için kısa zamanda ayrılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı savaşmak için orduya katılmak istediğinde verem olduğu gerekçesiyle ordudan muaf tutulur ama onun direniş arzusunu kırmak mümkün değildir.

TÜFEĞİYLE YAPAMAYACAĞI DİRENİŞİ COMBAT (KAVGA) GAZETESİNDE KALEMİYLE YAPTI!

Tüfeğiyle yapamayacağı direnişi, illegal Combat (Kavga) gazetesinde kalemiyle yapmaya girişir. Bu gazeteyi yazanlar ve dağıtanlar Gestapo’nın eline düşerlerse cezalarının idam olacağının bilincindedir…

Hiroşima’ya atılan atom bombasının hemen ertesinde tüm Batı dünyası kutlamalarda bulunurken, Camus bu olayı gazetesinde şiddetle kınayarak gerçek bir katliamdan farkı olmadığını ifade etmiş ve herkes vebanın sona erişini coşkuyla kutlarken ölenleri düşünerek hüzne boğulan, zaferlerin geçici olduğunu ve kötülüğe karşı verilen zorunlu savaşın aslında “sonu gelmez bir yenilgi” olacağını öngören Doktor Rieux gibi dünyanın çok korkunç bir döneme girdiğini anlatarak insanlığı uyarmayı görev bilmiştir.

‘BAŞKALDIRIYORUM, O HALDE VARIZ!’

Başkaldıran İnsan’da, devrimlerin neden soysuzlaşarak nihilizm çukuruna düştüğünü, cinayeti rasyonelleştirerek, başkaldırmayı dezpotizme dönüştürdüğünü de sorgular. Ama yine de Camus’ye göre başkaldırmayan insan, insan olamaz.

Bize şu örneği sunar: efendisine başkaldıran köle sonuçta canından da üstün tuttuğu bir değere gönderme yapmaktadır ve bu değer tüm insanlar için ortaktır. “Başkaldırıyorum, o halde varız” diyen Camus, işte bu noktada kendini varoluşçulardan ayırır çünkü bu düşünceden şu sonuç çıkar: İnsan doğası diye bir kavram vardır ve uğruna ölünebilir.

Aynı yapıtında, Stalinizmin aslında bir diktatörlük olduğunu çarpıcı argümanlarla ortaya koyduğu için küçük burjuvalıkla suçlanarak Jean-Paul Sartre ve arkadaşları tarafından ağır eleştirilere maruz kalmış adeta aforoz edilmişti.

Ortaya çıkan amansız polemik sonucunda Paris’in edebiyat çevrelerinden epey uzaklaşmak zorunda kaldı. Fakat yine bu açıdan da, o dönemin aydınları tarafından pek de desteklenmeyen Camus’yü geçen zamanın Sartre’a karşı haklı çıkardığını gözlemliyoruz.

Kısmen bu polemikten de esinlerek 1955 yılında uzun bir monolog şeklinde kaleme aldığı son romanı Düşüş’ü yayınlar. Camus’nün ikizi gibi olan roman kahramanı Clamence toplum hayatından elini eteğini çekmiş eski bir avukattır ve metin boyunca “hem yargıç hem de tövbekâr” rolüne bürünerek, geçmiş yaşamını acımasızca yargılar. Ama “Parisli meslektaşlarından” ve “profesyonel hümanistler”den de aynı itirafları beklemektedir. Düşüş Camus’nün kendi deyişiyle varoluşçulara karşı yazılmış bir romandır.

FRANSA’DA HEP SÜRGÜNDE HİSSETMİŞ CEZAYİR DOĞUMLU SANATÇI!

Cezayir doğumlu Camus aslında metropolitan Fransa’da her zaman sürgünde hissetmiş, entelektüel çevrelere tam olarak uyum sağlayamamıştı. Doğrusu kendini bir entelektüel olarak görmüyor, sanatçı olarak tanınmak istiyordu. Sıra dışı özellikleri olan bir aydın olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.

Felsefe ve roman alanında dünya çapında eserler vermiş olmasına rağmen aslında tiyatroyu engin bir tutkuyla seviyor ve tüm etkinliklerinin en önemlisi sayıyordu. Günümüzde, Camus’nün romanlarını iyi bilen okurlar bile genellikle önemli bir oyun yazarı olduğunu unutur ya da tiyatro eserlerinin ikinci planda kaldığını düşünür.

CAMUS: ‘TİYATRO EDEBİ TÜRLERİN EN ÜSTÜNÜDÜR!’

En etkileyici oyunları olan Caligula (ki üzerinde yıllarca çalışmış ve değişik versiyonlar üretmiş olması bile bu eseri ne kadar önemsediğini gösterir) ve Adiller nedense romanları kadar bilinmez.

Bu büyük tutkusunu çarpıcı önermelerle, sıklıkla dile getirmiştir. Bir söyleşide kendisine yöneltilen bir soruya verdiği kesin yanıt akıllara kazınmıştır: “Tiyatro edebi türlerin en üstünüdür”.

HÜZÜNLÜ BİR YALINLIKLA YAZILMIŞ METİNLER…

Ağır sorunlarla kuşatılmış günümüz dünyasında, kuşkusuz yeniden okunup irdelenmesi gereken bir yazardır. 1957’de yayımlanan, Sürgün ve Krallık (Çeviren: Tahsin Yücel / Can Yayınları) adı altında topladığı altı kısa öykü tıpkı oyunları gibi, Camus’nün en az okunan ve yorumlanan eserleri arasındadır.

Hüzünlü bir yalınlıkla yazılmış bu metinler o dönemde zihni Cezayir savaşı ve yaratıcılığının tükenmesi korkusuyla çalkalanan Camus’nün ruh halini yansıtır:

Gönüllü ya da zorunlu hep zor olan sürgün, kendi kimliğini sorgulayan ve insanlarla bir kardeşlik bağı kurma arayışında olan birey için bazen krallığa çıkan bir yolun da başlangıcı olabilir.

Sonuçta, eserlerinde hâlâ keşfedilmeyi bekleyen öğeler olduğu açıktır ve kendisi de bazen bu anlamda açıklamalarda bulunmuştur.

Yapıtlarında genellikle kötümser bir atmosfer olduğu düşünülse de, bir eleştirmenin “Sizce, kitaplarınızda okurlarınızın en çok gözden kaçırdıkları unsur nedir?” sorusuna tek kelimeyle “Mizah!” yanıtını vermiştir.

 

ÖLÜMÜNÜ ÇEVRELEYEN TUHAF AYRINTILAR!

“Günümüzde de insanlığın vicdanını zorlayan sorunlara ışık tutan” eserleri nedeniyle 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldükten üç yıl sonra, bir trafik kazasında öldüğünde Albert Camus 46 yaşındaydı.

İlginçtir ki, ölümünü çevreleyen tuhaf ayrıntılar aracılığıyla bile “saçma” felsefesine somut bir örnek teşkil etmiş gibidir.

Yaşamının son yılında yakın dostlarıyla sohbetlerinde, en anlamsız ölüm şeklinin trafik kazası olduğunu çok kez yinelemişti.

Üstelik ölümünden iki hafta önce büyük aşkı Maria Casarès’le son görüşmesinde birden “Bir gün artık görüşemeyeceğimizi düşünmüş müydün hiç? Ben asla!” demiş ve gözünden yaşlar boşanmıştı. (Çok şaşıran Casarès, bu sözleri sonradan bir önsezi olarak yorumlamıştır.)

 

ÖLÜNÜN PALTOSUNDA TREN BİLETİ, ÇANTASINDA OTOBİYOGRAFİK ROMANIN EL YAZMALARI!

Kaza sonrası ölüm belgesini dolduran görevliyle soyadları aynı çıkar: Dr. Marcel Camus! Ve ölünün paltosunun cebinde bir tren bileti bulunur:

Camus, Güney Fransa’dan Paris’e trenle dönmeyi planlamışken ziyaretine gelen editör dostu Gallimard’ın ısrarı üzerine onun kullandığı arabayla dönmeyi tercih etmiştir. Çantasından ise Birinci Dünya Savaşı’nda ölen ve hiç tanıyamadığı babasının izini sürdüğü otobiyografik romanın el yazmaları çıkar.

İlk Adam adını verdiği bu kitap kaderin bir cilvesi gibi son yapıtı olacaktı. Kaldırıldığı morgda, yazar dostu Emmanuel Roblès Camus’nün yüzünü son kez görmek ister: “Çıplak bir lambanın ışığı altında, çok yorgun bir uykuda gibiydi” der ve ekler: “Alnında uzun bir çizik vardı, bir sayfanın altındaki son çizgi, bizzat ölümün imzası gibi…”

Son olarak, Camus’nün Paris’de verdiği bir konferansta telaffuz ettiği şu sözleri hatırlayalım: “Nefes almamıza yardım eden, varlığını ve özgürlüğünü ancak her bireyin özgürlüğünde ve mutluluğunda bulan bir insan soyu vardır. Bu yüzden yenilgilerde bile yaşamak ve sevmek için nedenler bulurlar. Onlar yenilseler dahi asla yalnız kalmayacaklardır.”

Kendisi de işte böyle bir insandı Albert Camus


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler