İçerde Polis Var: Bir Erkekliğin Nöbet Defteri

İçerde Polis Var: Bir Erkekliğin Nöbet Defteri

19.12.2025 10:37:00
Güncellenme:
Güven Baykan
Takip Et:
İçerde Polis Var: Bir Erkekliğin Nöbet Defteri

Bazı oyunlar sahneye bir hikâye koymaz; sahneye bir yük koyar. “İçerde Polis Var” da seyirciyi daha ilk anda bu yükün içine çağırıyor: Gerçekleri, mecburiyetleri ve tercihleri; babalarının hayalinden ibaret olan her erkeğin ve onlarla tanışmış herkesin hikâyesi. Tek kişilik bir oyunda 65 dakika boyunca nefesi diri tutan şey, yalnızca anlatılanlar değil; anlatının içine sinmiş o görünmez cümle: “İçerde polis var.”

Bu “polis”, kapıdaki üniformadan çok, insanın içine taşınmış bir denetim biçimi. “Sus”, “belli etme”, “zayıf görünme”, “idare et”, “adam ol”… Oyun bu buyruğu bir slogan gibi yükseltmiyor; gündelik hayatın dilinden çekip alarak, sahne ışığının altına koyuyor. Böylece mesele, tek bir insanın iç dünyasına hapsolmuyor; ailede, sokakta, işte, ilişkilerde dolaşan bir davranış rejimine dönüşüyor.

Patlama, kayıp ve devredilen hayat.

Oyunun ana damarlarından biri, patlamada hayatını kaybeden polis dede üzerinden açılıyor. Bu ölüm, sahneye bir kahramanlık anlatısı olarak taşınmıyor; evin içine çöken bir soğukluk gibi geliyor: Cümleler kısalıyor, konuşulması gereken şeyler erteleniyor. Dedenin kaybı, yalnızca bir acı değil; aynı zamanda geride kalanların omzuna binen, kuşaktan kuşağa dolaşan bir mecburiyet üretiyor.

Tam burada oyunun kırılma noktası beliriyor: Babanın zorlamasıyla polis olan çocuk. “Meslek” diye başlayan cümle, bir anda “kader”e dönüşüyor. Babadan oğula geçen yalnızca bir hayal değil; bir üniforma, bir yük, bir “erkeklik görevi”. Oyun, bu devri yüceltmek yerine, içeride büyüyen çatlağı gösteriyor: Dışarıdaki polis kadar, içerideki polis de vardır artık; zihnin içinde, evin dilinde, aile içinde kurulan cümlelerinin sert kenarlarında.

Image

KIZ KARDEŞ: YOL ARAYAN BİR SES, SIKILAŞTIRAN BİR ANLATI

Kız kardeş, hikâyenin içinde kendi yolunu arayan bir ses ve anlatı olarak yer alıyor. Zaman zaman sahnenin içine sızan bu ses, tek kişilik yapının yalnızlığını yarıyor; sahneyi kalabalıklaştırmadan, anlatıyı sıkılaştırıyor. Kız kardeşin sesi, yalnızca olup biteni aktarmıyor; soran, hatırlatan, yüzleştiren bir damar gibi, hikâyenin iç ritmini diri tutuyor. Bir cümlenin ucunda asılı kalan, cevabı zorlayan, sustukça büyüyen bir çağrı gibi…

SAHNE, IŞIK VE DEKORUN BEDELİ: RİTMİN DAĞILMASI

Sahne, merdiven–yığın–naylon–şeritlerle bilinçli bir “olay yeri/şantiye”ye çevrilmiş; kırmızı–mavi ışık da polis sireni gibi çalışıyor. Ama bu güçlü fikir, oyunun ritmini de baltalıyor: Oyuncu anlatıyı taşımak yerine sık sık dekorun hamallığına koşuyor; bir şey kaldırıyor, bir yere sürüyor, bir şeyi toparlıyor… Sonuçta gerilim derinleşeceğine, dikkat “şimdi neyle uğraşıyor?”a kayıyor. Tek kişilik oyunun en kıymetli şeyi olan odak, bu gereksiz meşguliyet yüzünden yer yer dağılıyor.

PERFORMANS: TEK BEDENİN İÇİNDE DOLAŞAN ÇOKLU SESLER

Tek kişilik oyunların en büyük sınavı şudur: Seyirciyi yalnızca bir anlatının etrafında değil, tek bir bedenin ritminde tutabilmek. Kartal Can Ermiş bu sınavı, “tipleme”ye yaslanmadan geçiyor. Öfke ile kırılganlık arasındaki geçişleri, savunma tonunun ince kıvrımlarını, bir cümlenin sonuna takılıp kalan o “yutkunma” halini iyi taşıyor. Yer yer mizah, bir kaçış kapısı değil; tam tersine, içerideki polis düzeninin nasıl “normalleştirildiğini” gösteren bir ayna gibi çalışıyor.

Erdal Ozan Metin’in yazıp yönettiği yapı, oyuncuya bir “itiraf metni” değil; bir sıkışma mekânı sunuyor. Dramaturg Yaşam Özlem Gülseven’in katkısı da burada hissediliyor: Anlatı düz bir çizgide ilerlemiyor; kesiliyor, geri dönüyor, başka bir kapı açıp yeniden kapanıyor. Redo’nun müziği ise duyguyu büyütmekten çok, sahnenin altına bir nabız gibi yerleşiyor; acıyı ilan etmiyor, acının içeride nasıl dolaştığını duyuruyor.

“İçerde Polis Var”, erkekliğe dair bilindik cümleleri tekrarlamıyor; o cümlelerin insanın içine nasıl yerleştiğini gösteriyor. Patlamada hayatını kaybeden polis dede, evin içine çöken bir gerçeklik olarak duruyor; babanın zorlamasıyla polis olan çocuk, bu gerçekliğin “devredilen” tarafını açığa çıkarıyor. Kız kardeş ise hikâyenin içinde kendi yolunu arayan bir ses olarak, anlatıyı sıkılaştırıyor; soruyor, hatırlatıyor, yüzleştiriyor.

Kulaklarımda bir cümle kaldı: “Yüksekten atlayınca su, beton etkisi gösterir.” Oyun bitti, ışıklar söndü; ama o söz, içeride bir yerde nöbet tutmaya devam ediyor. Çünkü bazen “su” dediğimiz şey sığınılacak bir yumuşaklık değil; yanlış hızla, yanlış yerden, yanlış zamanda atladığında sertleşen bir gerçek.

Belki de oyunun asıl meselesi burada düğümleniyor: İnsan, güvenli sandığı şeylerin içinde—evin dili, aile alışkanlığı, “doğru” diye öğretilenler—bir noktadan sonra betona çarpar. Ve o çarpmanın adı çoğu zaman “kader” olur. Oysa soru aynı kalır: Dışarıdaki polis bir gün gider belki… Peki, içerideki polis?

Not: Oyunun tarih ve saat bilgilerini Tatbikat Sahne’nin resmi kanallarından öğrenebilirsiniz.

İlgili Konular: #Tiyatro #sahne