Öznur Unat'tan 'Palaçinka'
Öykü dalında 65 yapıtın değerlendirildiği ve Seçici Kurulu Sezer Ateş Ayvaz, Seval Şahin ve Mehmet Zaman Saçlıoğlu’ndan oluşan 78’inci Yunus Nadi Öykü Ödülü, Öznur Unat’ın Palaçinka (Vacilando Kitap), Necati Tosuner’in Salgında Öyküler (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), Gamze Efe’nin Yine de Bir Şansımız Olmalı (Everest Yayınları) ve Semih Öztürk’ün Telaş Bandosu (İletişim Yayınları) adlı yapıtları arasında paylaştırıldı. Öznur Unat, Palaçinka adlı kitabındaki öykülerinde yaralı karakterlerinin umutlu bekleyişlerine barışı eklemliyor ve okuyucuya şöyle sesleniyor: “İyi ol.”
- Karakterleri hep yaralı Palaçinka’nın. Kitaba adını veren ve ilk öykü olan “Palaçinka” da böyle. “Palaçinka” nın karakterlerini biraz açımlar mısınız bize? Nasıl yarattınız, esin kaynakları neydi?
Anlatı; üretildiği dönemin ve bizim dokumuzun izlerini taşır. Palaçinka’nın karakterleri yaralı, evet. İstisnasız hepimiz, yaşama eksiklik, muhtaçlık, çaresizlik içinde başlarız. Bu anlamda hepimiz yaralı doğarız zaten. Bakım verenin ilgisine en uzun süre ihtiyaç duyan canlıdır insan. İçine doğduğumuz aile ve o aileyi belirleyen toplum, ekonomik şartlar, kültür gibi pek çok faktör zaman içinde yeni yaralar açar. Bazen olması gereken bir şeyin olmaması da insanı yaralar. Kitaplarını ilgiyle okuduğum bir yazar, Gabor Mate diyor ki: “İnsanları ihtiyaçlarını karşılamayarak da yaralayabilirsiniz. Birçok çocuk, sadece başına gelen olaylardan dolayı değil, olması gerekip olmamış olaylardan dolayı da travmatize oluyor.” Bütün bunlar kimin yarasının ne kadar açık kalacağını belirlerler bana kalırsa. Biz bu belirleyicileri göz ardı edip yaranın iyileşmeme sebebini, bireyin kendisine mal ettiğimiz sürece iyileşmek pek mümkün değil.
Palaçinka’daki karakterleri bu bağlama oturttuğumda, bu insanlar aslında etrafımızda yer alan herkesten parçalar taşıyorlar. Bakmakla görmek arasındaki fark nedir? Gündelik hayatın sıradanlaşan akışından çıkıp, alıcı gözle çevremize baktığımızda (sadece kendi canımıza değil başkalarının yaralarına da baktığımızda) ve bunlar üzerine düşündüğümüzde, zaten karakterler oluşmaya başlıyor. Bir elmanın nasıl bir şey olduğunu anlatırken ona bakıp sadece şeklini, rengini, şekerli oluşunu söylemeyiz. Bir de elmaya ilişkin duygularımız vardır. Mesela, çocukken yaşadığımız yerde bir elma ağacı varsa, bu bizi oraya taşır ve elmayı oradaki hatıralarımızla ilişkilendirir. Eğer dedemiz o ağacı suluyorsa elma ağacı bizim için su isteyen (yani sevgi isteyen) çöpüne kadar ziyan edilmemesi gereken bir şeydir. O ağaçtan düşüp bir yerimizi kırdıysak, okuldan geldiğimizde bizi elmalı, tarçınlı bir kek kokusu karşılıyorsa, elma çalarken yakalanıp dayak yediysek... Kısaca bir şeyin bizdeki anlamı, hisleriyle, duygusuyla oluşur. Sonra da içine, hayata baktığımız yer ve durduğumuz konum karışır. Böylece karakterler belli bir olgunluğa erişir. Benim karakterlerimi oluşturan da tam olarak bunlardır işte.
Fotoğraf: Vedat Arık
- Palaçinka’dan devam edelim. Öykü barışa kadeh kaldırarak bitiyor. “Palaçinka” ve “Barış” Nedir ilişkisi?
Önceki soruya verdiğim cevaptan devam ederek yanıtlamaya çalışayım. Karakterlerimiz yaralı dedik. Ve aslında bu öykü yaralarımızı sarmak için ne yapmak gerektiğinin mesajını da içeriyor. Palaçinka çaresizlik yerine umudu, yılgınlık yerine yaşam sevincini koyarak, ana karakter üzerinden okura diyor ki: “Bir tabak Palaçinka, bir tabak iyi ol!” Bu söz, insanları içinde bulundukları durumdan kurtaracak bir öneri değil elbette ama karşısındakine “Seni görüyorum ve iyi olmanı istiyorum.” demek, umudu var etmek adına, günümüz dünyası için azımsanacak bir dilek değil bana kalırsa.
Diğer yandan “barış” büyük bir kavram. Karşıtı olan savaştan yola çıkarsak; iktidar sahiplerinin siyasi güçlerinin devamı için sürdürdükleri, insan onurunun yok sayılarak, ölümün istatistiksel sayılara indirgendiği, tanık olanlarınsa dehşete düşüp olanı biteni sorgulamaması için, üzerine soyut anlamlar yüklenildiği yakıcı, yıkıcı bir olgu savaş. Öyküde Dimitri’nin anlattığı Rus devrimi sonrası yaşanan trajedi ve anlatıcının anlattığı, birinci dünya savaşı yıllarında Ruslardan kaçan Türklerin sürgün hikâyesi, aslında aynı insanlık dramlarının farklı dekorlarda yaşantılanan halleri. Tıpkı bugün Ukrayna Savaşı ya da Filistin savaşında yaşanan insanlık dramları gibi.
Bu yakıcı-yıkıcı olgunun bir başka boyutu, insanın; yaşamın aleyhine olmasına rağmen sürdürdüğü doğayla olan savaşı. Bu davranış, sadece insanı değil, toprağıyla, bitkisiyle, hayvanıyla tüm canlılığı tehdit ediyor. Bildiğimiz savaşları yaratan zihniyet ile doğayı (canlılığı) talan eden zihniyet aynı. Palaçinka “barış” diyor finalinde. Bu dileğe kadeh kaldırarak umudu var ediyor.
Fotoğraf: Vedat Arık
- “Ay Tutulması” öykünüz var. En dramatik öykülerden. Nana, Meryem, Emine, Hatice ve “uğursuz” Şeref etrafında dönen bir Anadolu trajedisi. Bu öyküden yola çıkarak diğer öykülerinizin de temaları üzerinde durmak isterim. Trajik hikâyeler bütünü Palaçinka. Yanılmıyorsam bu saptamamda, açar mısınız “trajedi” tercihini? “Trajedi” ye ek, pek mutlu sonları yok öykülerin. Mutlu sonları tercih etmeyişinizin nedeni nedir?
Tolstoy’un Anna Karenina’sının meşhur başlangıç cümlesi vardır ya:
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.” Bu çok sevdiğim giriş cümlesi üzerinde düşünmüşümdür, “neden” diye. İnsana mutluluk veren şeyler benzer duyguları uyandırıyorsa mutsuzluk veren şeylerin tortusu da benzer olmalı. Bu benzerlikler üzerine düşündüğümde ön plana çıkan şey sosyo –ekonomik, sosyo- kültürel sebeplerdir. Yani işlenen konu savaş da olsa, beyaz yakalının bunalımı da olsa, aşk da olsa, Anadolu halkı da olsa, ölüm acısı da olsa bunların tümünde sosyo-ekonomik bir zemin ve bunun uzantısı olarak sosyo-kültürel bir etki vardır. Yani trajedinin sebebi sadece bireyin kendi içsel bunalımları, ruh durumu farklılıkları değil, aynı zamanda bu koşullar ve karşılanmamış duygusal ihtiyaçlardır. Hatta bu koşullar kültür ve düzen olarak (aile, toplum, okul, iş hayatı...) bireyi ezer. Bu gerçek, son derece trajik sonuçlarıyla bizleri cendereye almış vaziyette. Bugün için yaşamın kendisi hatta. Ülkeme ve dünyaya baktığımda gördüğüm şeyleri değiştirme istenci, karşılanmamış -hatta görülmemiş- duygusal ihtiyaçlara dikkat çekme arzusu, sanırım bu sonları yazdırdı bana. İyileşme çabası bir anlamda.
- Sonraki tasarılarınız neler? Öykü ya da roman?
Bir roman planı var da şimdilik sadece plan olarak var. Ancak bir novella daha yakın görünüyor şu an. Esasında asıl olan şey hikâye. O hikâye zaten kendi türünü belirleyecektir diye düşünüyorum.
En Çok Okunan Haberler
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Sette kavga çıkmıştı: Siyah Kalp dizisinde flaş ayrılık