‘Yeniden Leyla’ filminin yönetmeni Barış Hancıoğulları ile söyleşi

Barış Hancıoğulları’nın ilk uzun metrajlı filmi “Yeniden Leyla” MUBI’de gösterime girdi. Hancıoğulları ile filmini ve sinema serüvenini konuştuk

‘Yeniden Leyla’ filminin yönetmeni Barış Hancıoğulları ile söyleşi
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 29.03.2022 - 10:11

Sinemamız pandemi ve ekonomik kriz gibi olumsuzlukların gölgesinde pek umutlu bir geleceğe doğru ilerlemiyor belki ama arada bir de olsa karşımıza çıkan farklı, yaratıcı, şaşırtıcı filmler önümüzdeki döneme dair umutlarımızı yeşertmeye devam ediyor. Kısa bir süre önce MUBI’de gösterime giren “Yeniden Leyla” da bu filmlerden biri kanımızca. Alışılageldik hikaye kalıplarından farklı bir kurguyla çekilen filmde izleyiciyi bir yandan sürprizli bir anlatı bekliyor, bir yandan da belki sinemanın kendisine ve şüphesiz oyunculuk uğraşına dair kimi önermeler. İlk uzun metrajlı filmiyle adından övgüyle söz ettiren yönetmen ve senarist Barış Hancıoğulları ile filmini konuştuk.

Barış Hancıoğulları

- Filmin çıkış noktasından başlayalım mı? Ve tabii ne zamandır aklınızdaydı film?

Filmin özünü oluşturan fikir oldukça uzun süredir aklımdaydı, senaryoyu ilk olarak 2009 yılında yazmaya başlamıştım. Bu uzun süreç içerisinde araya başka işler, projeler girdi ama “Yeniden Leyla” aklımın bir köşesinde hep durdu ve sonunda 2018 yılında çekime girdik.

Filmin çıkışı mitolojiye (özellikle Sofokles’in “Oidipus” tragedyasına) ve psikanalize duyduğum ilgiyle başladı sanırım. Bu iki alanın kesişim noktaları ise özellikle ilgimi çekiyor: Mitlerin, toplumların bilinçaltıyla ilgili çok önemli veriler taşıdığına ve mitlerden yola çıkarak yapılan analizlerin sadece antik toplumlara değil, günümüz insanına dair de çok şey söylediğini düşünüyorum. Kafamın bir köşesinde bu kavramlar dolaşıp dururken bir yandan da, mesleği oyunculuk olan insanların psikolojileri ilgimi çekmekteydi; oyuncuların meslekleri gereği içine girdikleri karakterler ile kendi hayatlarında sahip oldukları personalar arasındaki dinamik üzerine sıklıkla düşünüyordum. Sanırım filmin iskeleti bütün bunların birleşmesiyle oluştu. 

İKİ PARÇALI FİLM 

- Film içinde film yapısı sinemamızda da özellikle son bir iki yıldır birkaç filmde karşımıza çıkan bir kurgu oldu. Sizin bunu tercih etme sebebiniz neydi?

Bu sorunuz için size özel olarak teşekkür ederim. Hakikaten “film içinde film”i kullanan çok sayıda örnek mevcut ancak bunların büyük bolümünde yapı, seyircinin film içinde bir film seyrettiğini çok geçmeden öğreneceği şekilde kuruluyor (genelde paralel kurgu kullanılarak). Benim yaklaşımım ise farklıydı. Örneğin senaryoyu yazma sürecindeyken, daha önce yapılmış film içinde film örneklerini hiç incelemedim, açıkçası bu aklıma bile gelmedi çünkü ben “Yeniden Leyla”yı bir “film içinde film” olarak değil, “iki parçalı bir film” olarak algılıyorum. Filmdeki karakterlerin mesleğinin oyunculuk olması bu açıdan bir amaç değil, araç benim için. Dolayısıyla yapısal olarak, “Tropical Malady” (Weerasethakul, 2004), “Lost Highway” (Lynch, 1997), “Full Metal Jacket” (Kubrick, 1987) gibi filmleri yapmak istediğim şeye daha yakın görüyorum. 

“Oyuncunun oynadığı  karakter/oyuncunun kendisi” ikiliğini temel alan bu yapıyı neden tercih ettiğime gelirsek, bunun bilinçli bir eylem olduğunu söyleyemem ancak bu tercihimin altında neyin yattığını tahmin edebiliyorum: Ben oldum olası kendimi ve çevremdekileri gözlemlemeyi, incelemeyi seven birisi olmuşumdur. İnsan denen varlığı, genelde içgüdülerime dayanarak, elimden geldiğince algılamaya çalışırım. Bu meseleyle ilgili, yıllar içerisinde edindiğim hisler, kafamda oluşan düşünceler ve konuyla ilgili yaptığım okumalar sonucunda vardığım nokta da şudur: İnsan eksik olarak doğan ve tüm hayatını bu eksiklikle mücadele ederek geçiren bir canlı. Doğumunda bir “yarılmaya” maruz kalıyor, sonra da ancak parçalara bölünmüş bir şekilde sürdürebiliyor varlığını.  

- Karakter Umut ile oyuncu Umut arasındaki bağlantı ya da ilişki onları nasıl bir dinamiğe zorluyor sizce? Siz yönetmen olarak hangisine yakın duruyorsunuz ya da? 

Oyuncu Umut’un, karakter Umut’un tuhaflıklarını miras aldığından söz edebiliriz sanırım; bu tuhaflık, mevcut ödipal gerginlikten de kaynaklanmakta tabii ki. Buna ek olarak, ilk bölümdeki Umut “dil öncesi dönem”e aitmiş gibi duran bir karakterken, oyuncu Umut’un da çok yoğun, can alıcı, akılda kalıcı, derin manalara sahip cümleler etmiyor oluşu da bu iki karakter arasında kurmaya çalıştığım bir başka paralellikti. Benim  yönetmen olarak bakış açıma gelecek olursak, ben iki karaktere de eşit mesafede durmaya, karakterler hakkında herhangi bir yargıda bulunmamaya çalıştım.

YÖNETMEN-OYUNCU İLİŞKİSİ

- Oyuncular hakkında ne düşündüğünüzü de merak ediyorum. Yönetmen olarak bir oyuncu ne ifade ediyor sizin için? Onlar hakkında kimi önyargılarınız ya da gözlemlerinize dayanarak değişmeyeceğini düşündüğünüz özellikleri var mı mesela?

Yönetmen-oyuncu ilişkisi hiç şüphe yok ki bir filmin en önemli unsurlarından biri. Yönetmenin işi kafasındakileri oyuncuya aktarmak, ancak kelimeler her zaman yeterli olmuyor bunun için. Dolayısıyla, şahsen ben çalışacağım oyuncuyla frekansımızın, setin dışında, hayatin içinde de uyuşmasını isterim. Tabii ki yüzde yüz bir uyumdan, yakın dost olmak gibi şeylerden bahsetmiyorum ama bunun bir minimumu olmalı diye düşünüyorum; en azından aynı sayfada olmak yani. Buna ek olarak karşılıklı güvenin, oyuncu ile yönetmen arasındaki ilişkide en olmazsa olmaz şey olduğunu düşünüyorum.

Oyuncularla ilgili herhangi bir önyargıya sahip değilim sanırım. Oyuncu olmanın kırılgan bir doğası olduğunu unutmamaya ve oyunculara mümkün olduğunca alan açmaya çalışıyorum; ancak onlara alan açarken, onlardan da mümkün olduğunca açık olmalarını, karakterle ilgili herhangi bir şartlanma içine girmemelerini bekliyorum. Aslında yönetmen-oyuncu ilişkisi ilk olarak oyuncu seçimi aşamasında başlıyor ve bir oyuncunun kafasında, kıramayacağı belli kalıplar olduğunu gözlemlersem, o oyuncuyu seçme ihtimalim azalıyor. Sonuçta doğru oyuncuları seçmek yönetmenlik denen mesleğin önemli bir bölümünü oluşturuyor kanımca.

- Toplumsal, sınıfsal ya da kültürel farklar bireyleri benzer durumlar karşısında çok da birbirinden uzaklara savurmuyor sanki. Ya da savuruyor mu, ne düşünüyorsunuz?

Bence savurmuyor. Çekirdek aile, temel dürtülerimiz, bilincimiz ve bilinç altımız ile ilgili alanlarda gezinen bir filmde birbirinden farklı sınıflardan karakterler seçmemin bir nedeni de buydu. Filmin iki bölümünü bir arada tutan unsurlardan biri bu ortak noktalar, benzer reaksiyonlar. Varoştaki Umut da, hali vakti yerinde olan Umut da sorunlu ailelere sahip, ikisi de bir arayıştalar, ikisinin de çevreyle iletişim şekli toplumun normlarına pek uymuyor ve ikisi de sonunda bir çeşit  trajediye sürükleniyor. İki bölüm arasındaki fark (veya karşıtlık) ne diye soracak olursak, ilk bölümde Rüstem ve Sührab mitinin, ikincisinde ise Oidipus’un temel alınması diyebilirim. 

Ahmet Melih Yılmaz ve Ayfer Dönmez

Filmin çekim süreci nasıl gelişti, belli bir sırayla mı çektiniz? Bu anlamda oyuncuların zorlandıkları anlar oldu mu?

İkinci bölümde Umut’un saçları uzun, ilk bölümde kısa olduğu için önce ikinci bölümü çekmek zorundaydık. İkinci bölüm bitince Melih saçlarını kestirdi ve ilk bölümün çekimlerine geçtik, yani ters sırayla çektik. Bunun çok bir dezavantajı olduğunu düşünmüyorum, oyunculardan da bununla ilgili olumsuz bir geri dönüş almadım. Sonuçta her ne kadar aralarında organik bir bağ olsa da, bölümler kendi içinde bağımsız çünkü. 

‘SALONDA FİLM SEYRETMEK BİR AYİN GİBİ’

- Film ticari gösterime girmedi yanılmıyorsam. MUBI gibi bir dijital platform üzerinden izleyiciyle buluşması sizde hangi duyguları uyandırıyor? Salonlarda gösterilmesini tercih eder miydiniz?

Yıllardır büyük bir ilgiyle ve takdirle takip ettiğim MUBI’de filmimin yer alıyor olması benim için büyük bir sevinç kaynağı. Bir izleyici olarak, sinema sever olarak, ana akım sinemanın dışında kalan mı desem, bağımsız mı desem (bu tip kategorizasyonları pek anlamlı bulmadığım için doğru kelimeyi bulmakta zorlanıyorum), basitçe söyleyecek olursam, sevdiğim filmleri izleme olanağı bulduğum bir platform oldu hep MUBI.

Sinema salonunda film seyretme tecrübesi şüphesiz ki farklı; bir meditasyon, neredeyse ayin gibi bir şey. Yönetmenlerin çoğu da haliyle filmlerinin sinemada seyredilmesini istiyor ancak vizyona girdikten sonra vizyonda kalmak maalesef kolay olmayabiliyor, kopya sayısı da genelde istenilen sayıda olmuyor. Sonuç olarak, ulaşabildiğiniz izleyici sayısı sınırlı olabiliyor. MUBI’de ise film uzun süre izlenmeye açık kalıyor, çok daha fazla insana ulaşabiliyorsunuz, ki şahsen benim sinema yapma amacım da bu: Anlatmak istediğim bir şeyler var ve insanlara ulaşıp onlarla sinema aracılığıyla iletişim kurmaya çalışıyorum.

‘AKILLI İNSANIN YAPACAĞI İŞ DEĞİL’

- Sinemada hedefleriniz var mı, kendinizi nerede görüyorsunuz ve nereye ulaşmak istiyorsunuz?

“Bir film çekmeye çalışayım bakalım, yönetmen olmayı deneyeyim, olmazsa başka bir yola girerim” gibi bir duygum, düşüncem olmadı hiç bir zaman. Hayatımda bana bir anlam ifade eden, eşim, ailem, dostlarım dışında sadece sinema var; duygu dünyamda belki de biraz fazla dominant bir pozisyonda. “Yeniden Leyla”yı çok ufak bir bütçeyle, zor şartlarda çektik, akıllı insanın yapacağı iş değildi. Sinemayı bu kadar sevmesem, bu zorlukları göğüsleyemezdim. 

En büyük hedefim film çekmeye devam edebilmek. Finansal açıdan daha stressiz bir şekilde, kafamdakileri izleyicilere aktarabileceğim fırsatlar bulmak, yine içimden geldiği gibi sinema yapabilmek… Bunun dışında, öyle çok iddialı bir hedefim yok açıkçası. 

Kendimi nerede gördüğüm ise cevaplaması gerçekten zor bir soru. Elimden geldiğince özgün şeyler yapmaya, genel geçer sanatsal trendlerin dışında durmaya çalıştığımı söyleyebilirim.

- Kubrick ve Bergman gibi isimlere olan hayranlığını daha önce de açıklamıştınız. Başka ustalarınız, örnek aldığınız isimler var mı? Sinema dışından da olabilir.

Beni en çok etkileyen yönetmenlerden biri Antonioni, ama en çok sevdiğim de Tarkovsky’dir. En sevdiğim film sorulduğunda hemen cevap veremem ama o da belki “Sekiz Buçuk”tur. Sinemaya bakışımızı değiştirdiği için Godard’ı mutlaka saymam gerekir. Tabii ki Yılmaz Güney. Ve Claire Denis. Ve David Lynch, Ken Loach, Andrea Arnold, Kurosawa, Dardenne kardeşler, Haneke ve unuttuğum bir çok isim daha… Ressam Egon Schiele beni çok etkiler, bir de Lucien Freud.  Edebiyattan saymaya başlasam listenin sonu gelmez herhalde, o yüzden şu an ilk aklıma gelen ismi yazayım: Tezer Özlü.

- Müzik geçmişiniz olduğunu biliyoruz. Tamamen bıraktınız mı müziği? 

Evet 2009’da tamamen bıraktım. Bırakma nedenim de hem müzik hem sinemayı bir arada sürdürmenin zor olmasıydı. 

- Sırada ne var, yakında başlayacağınız yeni bir film?

Sevgili Erman Bostan’la beraber yazdığımız bir senaryomuz var. Bunun dışında benim daha önce yazıp kenarda beklettiğim bir senaryo daha var. İki projenin de başlangıcı uzun yıllar öncesine dayanıyor. Umarım en yakın zamanda finansal açıdan ilerleme kaydederiz ve iki proje de hayata geçer…


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon