Yüzeysel iletişim ve salgına mektuplarla direnmek!

Zehra İpşiroğlu ve Berin Uyar’ın salgın döneminde başlayan; Yola Çıkarken Evde Kalmak adıyla kitaplaşan mektuplaşmaları bir döneme ışık tutuyor. Seçkin Zengin tarafından yayına hazırlanan kitap, yazarların mektupları arasına yapboz oyunu gibi yerleştirilmiş başka yaşam ve öykülerle buluşarak ortak bir bellek oluşturuyor.

Yayınlanma: 25.09.2022 - 12:12
Abone Ol google-news

- İkinize ortak bir soru yönelterek başlamak istiyorum. Üç yıldır, “Mektup Güvercini” adlı bloğunuzda mektuplaşıyordunuz. İlgi ile okuduğumuz bu yazışmalar sonunda bir kitap olarak elimizde: Yola Çıkarken Evde Kalmak. Bu başlık bende şöyle bir çağrışım yapıyor; “Gidiyorum ama, aklım burada kalıyor”. Kitabınızın ismi nasıl doğdu ? Sizin ilham aldığınız ya da esinlendiğiniz şeyler nelerdi bu ismi belirlerken?

ZEHRA İPŞİROĞLU: Haklısınız ilk aklımıza gelen bu oluyor. Ama biz bu başlıkla Korona’nın yaşamımızda yaptığı değişikliğe gönderme yapmak istedik. Çok mobil bir yaşamımız vardı Korona öncesi. Birden kanatlarımız kesildi eve kapandık. Kapanma duygusunu aşmak için de mektuplaşmaya başladık. Şöyle de diyebiliriz: Evde kalırken yola çıkmamızı da sağladı mektuplaşma, çünkü bizi farklı zaman ve mekânlara götüren bir tren gibiydi.

BERİN UYAR: Mektuplaşmaya başlarken bu başlık yoktu elbette. Ama, Zehra ile bir yolculuğa çıkmıştık. Hikayesinin nerede başladığı ve nerede biteceği belli olmayan bir yolculuk. Yazarak uçmak gibi. Hani şimdi moda olan “astral yolculuk” var ya… Aynen öyle. İstediğin yere gidiyorsun. Bir kurgu da yok. Kaleminin seni götürdüğü yere gidiyorsun. Yani evden çıkıyorsun. Sonra Korona geldi. İşte o zaman, gerçek anlamda evde kaldık. Kafamız uçuyor ama, beden eve bağlı. Resmen evde kaldık. Durumumuz kitabın adına çok yakıştı. Tersi aslında kitabın adı bizim durumumuza yakıştı.

- Zehra Hoca ile arkadaşlığınız eskiye dayanıyor. Bu arkadaşlık Korona sürecinde daha bir yoğun yaşandı ve bir de meyve verdi. Mektuplaşma bloğunuz, “Posta Güvercini” nasıl doğdu?

UYAR: Zehra ile arkadaşlığımız epey eskiye dayanıyor, çok ortak ilgi alanımız vardı ama , biraraya gelip doya doya konuşamıyorduk. Zaten Zehra bir leylek. O kadar çok geziyor ki, onu yakalamak zor. Böylece yazışmaya başladık. Ben küçüklüğümden beri kendimi yazarak ifade eden ve çok mektuplaşan bir insanım. Zehra ile mektuplaşmalarımız da keyifli oldu. Özellikle Korona döneminde. insanlarla ilişki kurmadan yaşayamayan bizler, eve kapatılmış iki kadın burnunu dışarı çıkaramadan, daha da yoğun yazıştık. Belli bir konumuz yoktu. Özellikle ben sıçramalı düşünür ve yazarım. Günlük yaşam, yaptıklarımız, duygularımız, insanlar, sinema, kitaplar, yere düşen bir yaprağın hışırtısı, otlar, böcekler, geçmiş, gelecek, çevre sorunları, politika, yolculuklar, deneyimler… konularımız oldu. “Posta Güvercini” adlı bir blok oluşturduk. Mektuplarımızı orada paylaştık.

- Berin ile mektuplaşma fikri nasıl doğdu ? Mektuplaşmaya sizi iten, motive eden güç neydi ?

İPŞİROĞLU: Bir süredir genç arkadaşım ve öğrencim tiyatro eleştirmeni Eylem Ejder’le mektuplaşıyordum. İçinden Tiyatro Geçen Mektuplar kitabımız yeni çıktı. Farklı kuşaktan ve kesimden genç bir arkadaşla mektuplaşmak benim için güzel bir deneyim olmuştu. Çok güzel bir diyalog akışı yakalamıştık. Bu açıdan yazılarını çok sevdiğim arkadaşım Berin’le mektuplaşmanın da farklı bir deneyim olabileceğini düşündüm. Mektuplaşma mektuplaştığınız kişiyle aramızdaki enerjiye bağlı. Berin’le ortak yanımız çok, aynı kuşaktan olmamızın ötesinde yaşam sevincimizi, umudumuzu en zor anlarda bile yitirmememiz, dünyaya gülen gözlerle bakabilmemiz bizleri buluşturuyor. Ama geçmişimiz, yaşam deneyimlerimiz çok farklı. İşte mektuplaşmamızı motive eden de bunlardı.

İletişim çağındayız ve algımız, farkındalıklarımız çok hızlı değişti. Emojilerle konuşur hale geldik. Siz böyle bir zamanda uzun uzun mektuplaştınız, neden bu yolu seçtiniz?

İPŞİROĞLU: Sorunun tam üstüne bastınız. İletişim çok hızlı ve yüzeysel gelişiyor. Birbirimizi dinlemeye zamanımız hiç yok. Selfi döneminde yaşıyoruz, öylesine bir narsizm var ki, insanlar sosyal medyada kendilerini sergilemekten başka bir şey düşünmüyorlar, kimsenin kimseye ayıracak zamanı yok. Mektuplaşmamız bu gelişime bir direniş, bir karşı koyuş belki de.

UYAR: Öncelikle Korona döneminde mektuplaşmak benim için dünyaya açılma yolu oldu. İletişim çağının araçlarını da kullanıyorum elbette. E-postalarla başlayan bir süreç. Whatsapp, Facebook, İnstagram, Twitter gibi yolları kullanmak da çok hoş. Ancak o yollarla yapılan iletişim bana yetmiyor. Kısacık tümcelerle, ünlüleri atılmış sözcüklerle konuşmak, hızla akan günlük yaşamda bir haberleşme yolu tabii. Ama ben, sağına soluna kalpler yapışmış bir smile yerine karşımdaki insana onu sevdiğimi, yaptığı işi beğendiğimi yazmak, duygularımı sözcüklere dökmek istiyorum. Mektuplaşmak bu anlamda değerli benim için. Üstelik gülmeyin ama, ben mektuplarımı önce el yazısı ile yazıyor sonra bilgisayara geçiriyorum. Kurşunkalem ya da dolmakalem elimdeyken kafam daha iyi çalışıyor, yüreğim de giriyor işin içine. Bu nedenle de mektuplaşmayı seviyorum.

Ayrıca, düşünsenize karşınızda sizi anlamaya çalışan bir insan var ve siz kendinizi en iyi biçimde ifade ediyorsunuz. Birbirinize zaman ayırıyorsunuz. Artık insanlar birbirini dinlemeyi sevmiyor, dinlemiyor da. Sadece konuşuyor. Karşısındakinin ne demek istediğini anlayacak kadar bile zamanı yok insanın. Mektuplaşmak bu engeli aşıyor işte.

- Mektuplaşarak okurlara neyi anlatmayı amaçladınız? Bir misyonunuz var mıydı?

UYAR: Ben anlatıcıyım. Çok şey yaşadım, gördüm. Onları anlatmanın, paylaşmanın bir yolu mektup. Tarihe kişisel bir not düşüyorsun yazarken. Bir nevi kişisel bir arşiv oluşturuyorsun. Çok kişi yazsa böyle, koca bir arşiv olur. Onlar bir araya geldiğinde ortaya çıkacak bilgiyi düşünsenize. Resmi tarihte hiç anlatılmayan bir yazılı tarih. Mesaj vermiyorum mektuplarımda. Okuyan kişi benim deneyimimden bir mesaj çıkarır mı, onu da bilemem. Ama, ben dünyaya, olaylara eleştirel bakan ve kendisine de eleştirel yaklaşabilen hatta çoğu zaman alay da eden bir insanım. Galiba ben mektuplarda bir yaşam biçimini dile getirmeye çalıştım. Tanıdığım insanları onlardan neler öğrendiğimi anlattım. Benim öğrendiklerim de bir ders aslında. Okur bundan birşey kaparsa ne ala. Belki buna bir misyon diyebiliriz.

İPŞİROĞLU: Misyon mu? Hayır. Sadece birbirimizi dinlemek istiyorduk. Yaşadıklarımızı, okuduklarımızı, izlediklerimizi, anılarımızı, geçmişi, bugünü, sevincimizi, acımızı paylaşmak… Ama tabii ki açık mektup söz konusu olunca herkesi ilgilendiren konularda odaklaştık. Ama bunu bilinçli olarak yapmadık, kendiliğinden oluştu.

- Yazışmalarınızdaki hayali yaratıklar “Gipo“ ve “Mukicim“ birbirine zıt iki karaktermiş gibi geliyor bana. Bu hayali figürlerin yaşamınızdaki yeri ve doğuşu nasıl oldu?

İPŞİROĞLU: İkisi de hayali yaratıklar. Ben Gipo’yu anlatayım: Hepimizin bir Gipo’su vardır, hayallerimizi çalan, güzel şeyler yapmamızı engelleyen gizli polis. Ben bu gizli polisi onun boyundurluğu altına girdiğimiz anda şiştikce şişen bir canavara benzetiyorum. Gipo korkulardan besleniyor. Ondan korkmazsak da küçüldükçe küçülüyor, belki de yok olup gidiyor. Bundan birkaç yıl önce yazdığım Düş Hırsızları romanımın baş kişisi Gipo. Bu romanı yazdıktan sonra kendi farkındalığım da arttı. Bence her şey insanın hayal kurması ve bunu gerçekleştirmek için Gipo engeline takılmadan adım adım yürümesine bağlı. “Başkaları ne der/ Acaba bunu başarabilir miyim/ Riske girersem başıma kötü şeyler gelir mi vb... ”işte bunlar Gipo’nun lafları. Otoriter toplumlarda Gipo baskıları, korkuları, köhneleşmiş gelenekleri, batı toplumlarında daha çok konformizimi simgeliyor. Gipo yaşamımıza ait olduğu için mektuplarda çok söz ediyorum ondan.,

UYAR: Bu karakterle rol oluşmadı ki, vardı zaten. Biz mektuplarda onları anlattık sadece. Zehra’nın Gipo’su onun gizli polisi ve aslında bence olumsuz bir tip. Onu engelliyor çoğu zaman.

Benim “Muki-cim” öyle değil. Benim içimdeki iyimser ruh o. Yerlere düştüğümde elimden tutup kaldıran, kötü bir olay yaşadığımda bana dayanma gücü veren, karşıma kötü bir insan çıktığında ve ben onu öldürmek istediğimde, bana “sakin ol, dokuz kere nefes al, öyle yap yapacağını” diyen, korktuğumda beni cesaretlendiren, bu rezil dünyada bana umut aşılayan bir ruh bu. İnanmayacaksınız ama, ben tüm yaşadıklarımdan sonra onun sayesinde ayaktayım. Yoksa kesin hastalıklı bir insan olurdum. Bu ruh bende hep vardı ama, adını Ertan’ı (kocamı) kaybettikten sonra verdim. Birbirimize “Mukicim” derdik. Benimle beraber yaşıyor Mukicim de işte.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon