Geçtiğimiz hafta Hannah Arendt’in siyah beyaz fotoğrafının basılı olduğu bir poster çıktı karşıma. Elinden hiç düşürmediği sigarasının dumanı posterdeki suretini de hafifçe perdelemişti. Seminerde gösterilecek kısa film “Hannah’nın Kaçışları” (As fugas de Hannah) için hemen kayıt yaptırdım.

Arendt, 1906 yılında Almanya’da Yahudi bir ailede doğdu. Felsefe eğitiminin ardından sürdürdüğü siyaset teorisi alanındaki çalışmalarıyla 20. yüzyılın en önemli çağdaş düşünürlerinden biri oldu.
Ne var ki 1941’de Nazi işgali altındaki Fransa’dan kaçarak Lizbon’a geldiğinde ne bir filozof ne de bir siyaset bilimcisiydi. Lizbon limanından Amerika’ya geçmek için vize bekleyen mülteci bir şairdi yalnızca. Lizbon’a ayak bastığında arkadaşı Walter Benjamin’in intihar haberinin karanlık bulutu altındaydı. Benjamin’in saklaması için kendisine gönderdiği Tarih Felsefesi Üzerine Tezler adlı el yazmasını yanında getirmişti.
Şair Heinrich Blücher ile ikinci evliliğini yeni yapmıştı ve Rua Farmatica, 6 numarada çatısı klasik mavi seramikli binada kalmışlardı. Elbette seminerden sonraki gün o binayı buldum, pencerelerine baktım. Onun dış dünyayı hangi gözlerle ve düşüncelerle görmüş olabileceğini düşündüm. Yabancılaşmanın ortak hissi bizi tek bir tür fikir birliğine götürüyordu: Bireysel yaşamın, tüm yaşamlara dahil olduğu gerçeğine.
İLHAM KAYNAĞI
Hannah Arendt’in “Biz Mülteciler” ve “Kötülüğün Sıradanlığı” kitaplarını okumuştum ve birkaç şiirini biliyordum. Mültecilere ve vatansız kişilere adadığı sayfalar, onların haklarının tanınması için gösterdiği mücadele ilham ve teselli kaynağıydı. “Biz Mülteciler”de şöyle diyordu:
“İyimserliğimiz takdire şayandır. Mücadelemizin hikâyesi sonunda bilinir oldu. Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada işe yarayabilir olduğumuza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu.”
Savaşın gelişiyle esaret altındaki Avrupa’daki birçok göz umutla ya da umutsuzca Amerika’nın özgürlüğüne çevrilmişti. Lizbon “büyük kalkış noktasıydı: ” Ancak herkes Portekiz’in başkentine ulaşamıyordu çünkü bu, o zamanlar Franco yönetimi altındaki İspanya’yı geçmeyi gerektiriyordu. Böylece dolambaçlı ve karmaşık bir mülteci yolu ortaya çıktı. Bu yol Paris’ten Marsilya’ya, Akdeniz üzerinden Oran’a, ardından trenle, arabayla veya yaya olarak Fas’a, Kazablanka’ya uzanıyordu. Orada bazıları para, nüfuz veya şans sayesinde bir çıkış vizesi alıp Lizbon’a geçiyordu. Diğerleri Kazablanka’da bekliyor, bekliyor ve bekliyorlardı.
Lizbon’un bu kaçış dramındaki önemi büyük ölçüde Portekiz’in resmi milliyetçiliğinin hiçbir zaman biyoloji veya ırk kavramlarına dayanmamış olmasından kaynaklanıyordu. Arjantinli tarihçi Avraham Milgram, antisemitizmin “Portekiz’de hiçbir zaman bir dayanak noktası bile kuramadığını” belirtiyordu. Hannah Arendt ise her zamanki ölçülü ve mesafeli üslubuyla “Bir toplum ulusal saflık fikirlerini çok ciddiye almadığında nelerin mümkün olduğuna dair fikir veren heyecan verici yeni bir göç laboratuvarı” demişti Portekiz için.
Arendt Lizbon’da geçirdiği zaman hakkında çok az konuştu ve neredeyse hiç yazmadı. Lizbon’daki felç edici kalışının etkisi, duygusal ağırlığı, sessiz umutsuzluğu, 1943’te yazdığı “Biz Mülteciler”de hissediliyordu. Belki de bu kitabı yazarken Walter Benjamin’in şu sözlerini hatırlıyordu, “İsimsizlerin anısını onurlandırmak, kahramanların anısını onurlandırmaktan daha zordur. Tarihsel kurgu, isimsizlerin anısına adanmıştır.”
Arendt’in Rua Farmatica 6 numaradaki dairesine bakarken işte bunları, “İnsanlık Durumu”ndaki o basit gerçeği düşündüm: “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”