Lizbon hikâyesi: Bir öykü, bir ağaç

Lizbon hikâyesi: Bir öykü, bir ağaç

2.11.2025 04:00:00
Güncellenme:
Lizbon hikâyesi: Bir öykü, bir ağaç

John Berger bir öyküsünde Lizbon’daki bir ağacı tarif ediyor...

John Berger bir öyküsünde Lizbon’daki bir ağacı tarif ediyor: “Lizbon’daki bir meydanın merkezinde Luzitanya (yani Portekiz) servisi denen bir ağaç var. Dalları göğe doğru değil de dışa doğru, yatay olarak gelişecek şekilde yetiştirildiği için, çapı yirmi metre uzunluğunda, su geçirmez dev gibi bir şemsiye oluşturuyor. (...) Ağacın yanında da üzerine geçenlerin okuması için bir şiir yazılmış, resmi bir ilan tahtası var. Durup çözmeye çalıştım şiirin bir-iki dizesini: ‘...Ben senin çapanın sapıyım, evinin kapısıyım, beşiğinin de tabutunun da tahtasıyım...’”

Bir an duruyorum. Dibinde bu dizelerin yazılı olduğu ağacı biliyorum, kitabı yanıma alıp doğruca ağacın yanına gidiyorum. Berger’in öyküde “Lizbon’daki bir meydan” diye bahsettiği yer “Jardim das Amoreiras” adında bir park, bahsettiği ağacın ismi de “Quercus virginiana”, bir meşe türü. Önünden gelip geçtikte ben de çözmeye çalışırdım bu muhteşem şiiri.

Şöyle başlar, “Ey yanımdan geçip giden ve bana elini uzatan, bana zarar vermeden önce bana iyi bak.” Şiirin başlığı da “Ağaç Duası”dır. Gerçekten de bir dua gibidir, tembihle temenni bir arada yürür. Lizbon kolay bir şehir. Birisi size bir yer tarif eder, gidip onu bulursunuz. Ağacı bu vesileyle yeniden gördüğüme mutlu bir halde parktan ayrılıyorum. O gün Nimas Sineması’nda bir filme biletim var.

Geçtiğimiz ağustos ayında yönetmen Wim Wenders’in 80. yaş gününe bir saygı duruşu olarak Lizbon’un en güzel sinemalarında Wenders film gösterimleri başladı. Gösterimler ekim ayına kadar sürdü. Bu filmlerden biri de ilk izlediğimde mutluluktan gözlerimi yaşartan “Lizbon Hikâyesi”ydi. Filmle özel bir bağ kurmamın nedeni yalnızca Lizbon’da yaşamam değil, Wenders gibi muazzam bir içsel dünya kurma beceresi olan bir sanatçıyla -bu film sayesinde- aynı çizgide buluşmamızdı. Filmin çekilmesinin üzerinden tam 25 yıl geçmişti ve aynı John Berger’in öyküde bahsettiği bir ağacı ve şiiri bulabilmem gibi, filmde geçen mekânları da kolaylıkla ayırt edebiliyordum.

LİZBON, LİZBON’DU 

Şehir filmlerini oldum olası sevmişimdir. Wim Wenders’ın sinematografisi de mekânlar, manzaralar, sokaklardan oluştuğundan ona hayranlık duymamam mümkün değil. Filmin baş karakteri Philip Winter bir gün acil bir telgraf alır: “Sevgili Phil. Daha fazla devam edemiyorum! SOS! En kısa sürede tüm eşyalarınla Lizbon’a gel! Kocaman sarılıyorum, Fritz.”

Fritz, Lizbon’da siyah-beyaz bir sessiz film çekmeyi denemiş, başarısız olmuş bir yönetmendir. Bu telgrafı ses mühendisi arkadaşı Phillip Winter’a bir yardım çağrısı olarak gönderir. Ancak Phillip’in başına yolda bir sürü aksilik gelir, yardıma geç kalır; geldiğinde başlanıp yarım kalmış bir filmle karşılaşır. Fritz ortadan kaybolmuştur.

Philip arkadaşının kaldığı duvarları azulejolarla kaplı, kayıt aletleriyle dolu, tavanı akan bu tuhaf eve girdiği andan itibaren mistik bir yolculuk başlar. Arkadaşının filmini tamamlamak için elindeki koca mikrofonla sokaklardan ses toplar, Lizbon’un seslerini: çocuk çığlıkları, bıçak bileyicileri, tramvay gıcırtıları, güvercin uçuşları ve elbette Fado müziği. Filmin ardından üne kavuşan Madradeus grubunun olağanüstü Fado şarkılarını dinleriz film boyunca. Teresa o kadar güzel söyler ki Philip kaçınılmaz olarak ona âşık olur.

Fritz artık sinemaya olan inancını yitirmiştir, kayıt almaya başladığında o anın geçip gitmiş olduğunu, kameranın ânı öldüren bir silahtan farksız olduğunu anlatır. Görüntüler, sesler, rüyayla gerçek arası iç içe geçmiş sahneler, en çok da Philip’in mum ışığında, yorganın altında iki büklüm okuduğu Fernando Pessoa şiirleri… Şu satırların altını çizer: Gündüz vakti sesler bile parlar (…) İstedim ki sesler gibi şeylerle yaşayayım, ama onların olmayayım.

Bu film size unuttuğunuzu dahi fark etmediğiniz o büyülü yavaşlık hissini geri getirecek.