“Operadaki Hayalet”, Andrew Lloyd Webber’in 1986’da sahneye koyduğu ve dünya çapında klasikleşmiş bir müzikal. Paris Operası’nın yeraltında yaşayan, müzikle var olan Phantom ile genç soprano Christine’in trajik ilişkisi etrafında şekillenir. Phantom’un yüzü doğuştan çirkindir, çocukluğu acılarla örülüdür. Taktığı maske hem kendini saklamanın hem de toplumun güzellik takıntısına karşı bir direnişin simgesidir.
Yirmili yaşların başında olduğum 1989’da, üniversite eğitimim sırasında Theater an der Wien’de bu müzikali izlemiştim. Biletler ucuzdu, sahne büyüleyiciydi. 2025’te aynı oyunu yeniden izlediğimde, 37 yılın nostaljisiyle etkilendim. Farklı sahneleme ama aynı içsel yankı. Zaman değişmişti ama “hayalet” hâlâ oradaydı.
PHANTOM’UN MASKESİ
“Operadaki Hayalet”, karşılıksız aşkın, dışlanmışlığın ve toplumun en zayıflarını koruyamayan düzenin hikâyesidir. Müziğin ve sözlerin büyüsü, izleyiciyi karanlığına götürür. Phantom’un “Benim için şarkı söyle!” çağrısı, sadece bir melodi değil, bir kimlik ve aidiyet arayışıdır.
Phantom’un maskesi yalnızlık, öfke ve reddedilmişliğin metaforudur. Günümüzde de benzer maskeler takıyoruz: sosyal medya, iş yaşamı, aile rolleri… Modern insanın gizlediği yüzlerin simgesidir.
Bu müzikal, sadece bir aşk hikâyesi değil, insan ruhunun çatışmalarını ve toplumsal yargılara karşı savunma mekanizmalarını sahneye taşıyan bir alegoridir. Phantom’un maskesi, izleyiciye kendi maskeleriyle yüzleşme olanağı sunar. Sahne ve müzik, izleyiciyi maskelerini sorgulamaya iter.
MASKENİN ARDINDAKİ
Ve işte o an… Raimund Theater’ın loş ışıkları altında Phantom’un maskesine bakarken aklım Türkiye’ye gidiyor. Bir zamanlar “adalet”, “kalkınma” ve “özgürlük” vaatleriyle iktidara gelenlerin taktıkları maskeler geliyor gözümün önüne. Bugün o maskelerin ardında yoksulluğu derinleştiren, yolsuzluğu sistemleştiren, yasakları sıradanlaştıran bir gerçeklik var. Phantom’un maskesi, adaletin ve insan onurunun üstünü örten her ikiyüzlülüğün yansıması gibi. Viyana’da Phantom’un maskesini izlerken gözümün önüne hep İstanbul düşüyor. Unutmak istediğim ama unutamadığım, doğduğum “haksızlıkların ve adaletsizliğin bol olduğu şehir” aziz İstanbul. Çünkü bazen tiyatro sahnede değil, yaşamın ortasında oynanıyor.
Phantom sahnede maskesinin ardına saklanırken izleyici kendi çağının karanlık aynasına bakıyor. O maske sadece bir yüzü değil, bir toplumu da gizliyor. Viyana sahnesinde gördüğümüz o kırılgan ruh hali, aslında adalet arayışında bastırılan bir vicdanın yankısıdır. Bir zamanlar Türkiye’de “adalet”, “kalkınma” ve “özgürlük” vaatleriyle iktidara gelenlerin, 3Y diye tanımladıkları “yolsuzluk, yasaklar ve yoksullukla mücadele” söylemiyle taktıkları ve bizim de umutla alkışladığımız maskeler geliyor gözümün önüne. Bugün o vaatler birer sahne kostümü gibi görünüyor. Maskeleriyle büyülediler, sonra iftiralarla adaleti kalkan yaparak susturmaya çalıştılar. Sanatın içinde olmak, onu izlemek ve onunla düşünmek böyle bir şey: Gerçeği perde arkasından görmek.
Bu yüzden Atatürk’ün 29 Ekim 1933’te, Cumhuriyetin 10’uncu yılı nedeniyle yaptığı konuşmada söylediği şu söz bugün daha da anlamlı: “Sanatçılar el öpmez, sanatçıların eli öpülür.” Yaşasın Atatürk’ün “muasır medeniyet” hedefiyle çizdiği, adaleti yüksek, çağdaş, bağımsız, 102 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti.