Cumhuriyet Genç Yazın (09 Ağustos 2022)
Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluştu.
KEKRE
FERHAT CAN AĞUŞ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
“(...) Kekre bir şey var bu havada (...)’’
Son zamanlarda en yoğun şekilde yaşadığım hissiyatın tarifini Cemal Süreya’nın bu dizelerinde buldum.
Evet, kekre bir şey var bu havada. Elle tutamıyoruz, gözle göremiyoruz belki ama hayatımızın her zerresine sirayet ediyor yayılıyor bu kekrelik. Bu durumun sadece tek bir nedenden kaynaklandığını düşünmüyorum fakat bu yazıda bu sebeplerden yalnızca biri üzerinde durmaya çalışacağım.
Kitle iletişim araçlarının -şimdilik- sonuncusu olan internet ve özelinde sosyal medya bilgi dağıtım hiyerarşisini ve editoryal denetimi lağvederek herkesi bilgi kaynağı haline getirdi. Hal böyle olunca bilgi çağında olduğumuz söylemi bana çok akla yatkın gelmiyor. Çünkü bu merkezsizlik durumu, bilgiye ulaşmayı ne kadar kolaylaştırıyorsa doğru bilgiye ulaşmayı o kadar zorlaştırıyor.
Ben bu durumu konuşabilen sağırların yarattığı bir kakafoniye benzetiyorum. Fakat buradaki sağırlar tam anlamıyla sağır değil, kulakları sadece beğenebilecekleri fikirlere açık. Yani akılcı kaygılardan uzaklaşıp, kanı, duygu inançlara teslim olduğumuz bu dönemde önemli olan paylaşılan bilginin doğru olması değil muhatabının hoşuna gitmesi.
Popüler terimlerle ifade etmek istersek yaşadığımız dönem post-truth olarak adlandırılıyor. Bu terimin Türkçe çevirilerinden en çok hoşuma giden “hakikatin önemsizleşmesi” (Yalın Alpay) oldu.
Gerçekten de hakikatin önemini kaybettiği, imajın, göze hitap ederliğin önemli olduğu çağımızı çok iyi yansıtıyor. İnternetin bize bilgi çağını yaşatacağı umudunun boşa çıkması gibi demokratikleşmeyi tabana yayacağı şeklindeki beklenti de bir hayal kırıklığı olarak tarihteki yerini almış gibi gözüküyor.
İnternete hâkim olan sosyal medya şirketlerinin kâr güdüleri doğrultusunda -burada salt bu kişilerle ilgili ahlaki bir değerlendirmede bulunduğum düşünülmesin, sistemin kendisi daima daha çok kâr getirmeye koşullandığından uygulamaları da bu amaca hizmet edecek şekilde gelişiyor- muhatapla ilgili daha çok bilgi edinebilmek ve ona en çok beğenebileceği ortamı sunacak şekilde geliştirilen algoritmalar bizi yankı odalarına hapsediyor. Bu yankı odalarında önümüze hep beğeneceğimiz şeyler servis ediliyor. Adından da anlaşılacağı üzere, aslında kendimize sürekli kendi kusursuz fikirlerimizin yankılarını duyduğumuz alternatif bir dünya inşa ediyoruz. Bu ortamda pek tabii -aksi görüşlerle karşılaşmadığımızdan- fikirlerimiz keskinleşiyor. Hal böyle olunca artık bizim gibi düşünmeyenler karşıt fikirli olmaktan çıkıyor birer hasma dönüşüyor. Hem bu bahsettiğimiz durum hem de daha önce önce söz ettiğimiz akılcı kaygıdan uzaklaşıp kanı, duygu, inançlara teslim olma hali, demokrasinin karşısında yer alan popülizm, faşizm gibi akımlara rahatlıkla gelişebilecekleri bir zemin sunuyor.
Bu sınırlı yazıda böyle karmaşık bir soruna çözüm getirmek gibi bir iddiam yok. Fakat en azından şunu söyleyebilirim ki yukarıda bu soruna karşı tavrından söz ettiğimiz kapitalist mantıktan bu soruna bir çözüm beklenemez.
Son zamanlarda sosyal medya uygulamalarının yöneticileri bu durumla ilgili pişmanlıklarını dile getiriyorlar. Fakat özeleştiri yalnızca yanlış yaptık demek değildir. Bu yanlışı çözebilecek derinlikli bir çözümü de sunması gerekir. Ben bu kimselerden sınıfsal pozisyonları gereği böyle bir tavır beklemiyorum. Ayrıca sosyal medya ile ilgili düzenlemeler yapılırken internete erişim hakkının günümüzde artık insan hakkı olarak kabul edildiğini gözden uzak tutmamak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü her ne kadar yukarıda olumsuzluklarından söz etmiş olsam da sosyal medya insanlara fikirlerini paylaşabilecekleri bir alan sunmaktadır. Sorun bu kazanımı koruyup bu alanları daha sağlıklı kullanılabilir hale getirmektir.
Çok karanlık bir manzara sundum ve elle tutulur bir çözüm de önermedim. Fakat en başta atıf yaptığım şiirdeki şu iki dizeye daha değinmek istiyorum
“Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki”
Güzel günlere olan inancımızı salt bir duygu olarak değil bir bilinçli tavır olarak da sürdüreceğiz ve elbet o ilk güzel günleri göreceğiz.
MEĞER BÖYLE VEFAT ETMİŞ
MEHMET CAN KUYUCU
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
Âcib Bey öleli iki gün oluyor. Anadolukavağı havalisinden işsiz, paspal, perişan gezen bir adamdı. Büyük bir roman tutkunuydu. Kitap çalan bir hırsız desem bu adama, herhalde gülersiniz. Hakkıâliniz var. Ayol, sirkate değer nice altın, para ve değerli taş varken hangi akl-ı kamil kitap aşırır? Neyleyelim harabe sarayı evinde bu sirkatten tamı tamına iki bin kitaplık muhteşem bir kütüphane meydana getirmişti. Bedavayı severdi. Bulursa çatlayana kadar yer, bulamadığı vakitler ise gizli hazinesinden üç beş kuruş midesinin cebriyle, homurdanarak harcardı. Onca garip etvara karşın bir huyu daha vardı ki gizli hazine muammasının cevabıdır. Âcib Bey, kafası daima yerde gezen biriydi. Neden mi? E olur da Anadolukavağı’nda birinin cebinden birkaç madeni para firar eder, doğrudan Âcib Bey’in hazinesine intikal etmelidir de ondan. İşsizlik içinde iş, ne hoş! Çoluk çocuğa karışmış biri değildi zavallı. Büyük de bir iddiası vardı: “Adamakıllı beş yüz kitap devirmiş bir âdem için evlilik, zaman israfından başka bir şey değildir.” Kimse ciddiye almazdı Âcib’i ama onun bu iddiası, karısının hezimetine uğramış, başında tek saç kalmamış adamların nazarında bir hakikat timsaliydi. Birkaç gün evvelinde yine başı yerde gezerken yakaladım onu. Sohbete pek muvaffak olamıyorduk zira onun için mide gurultusu diye bir şey olmasa, firar eden paraların canı cehenneme! O bile zaman israfı idi. Kolundan çekiştirdim: “Be adam, dur da iki kelam edelim, diyeceklerim var.” Homurtu ve tıslamalardan mürekkep bir cevap aldım. Yürümeye devam etti. “Ne diye yıllardır bu muhitte gezip duruyorsun? İstanbul’un taşı toprağı altındır, derler! Koskoca payitaht dururken üç beş garibin nasibinden çıkmış, çeyrek ekmek bile etmeyen parasını hangi akla hizmet arıyorsun?”
Çok hikmetli bir söz duymuş gibi gözlerime baktı. Çatık kaşları yumuşadı ve ellerimi sıkıp fısıldadı:
“Sahi beyefendi, bu İstanbul dedikleri yer...” Bir müddet utangaç bir çocuk gibi dudaklarını ısırıp gözleriyle sağı solu dolaştı: “Sahi taşı toprağı altın mıdır?”
“Öyledir ya! Bak ben orada çalışırım. Yolum biraz uzundur ama kazancım yerindedir. Hem orada öyle çok insan var ki, değil yerde para bulmak, gökten Avrolar, dolarlar toplarsın.”
Elbette Âcib Bey’e takılıyordum. Türk milletinin mazlum fertleri yiyecek ekmek bile bulamazken, nerede gezer Avro nerede gezer dolar? Hay aksi şeytan! Âcib Bey kelamımı noktalayınca ellerimi büyük bir coşkunlukla sıkıp bağırdı:
“Vay sağ olasın efendi! Zaten sıkılmıştım bu muhitten.” Yıllardır göğe doğru dönmemiş kafasıyla gerisin geri yol aldı. Nereden bilebilirdim ki Âcib Bey’i son kez gördüğümü?
Ertesi gün akşama doğru Anadolukavağı’na avdet ettiğimde, iskelede büyük bir uğultunun ortasında buldum kendimi:
“Ölmüş.”
“İstanbul’dan getirdiler cenazeyi.”
“Ölüm sebebi ne ola ki?”
Uğultular birbirine geçip manasız sözlere dönüştüğünde kalabalığın ortasına doğru ilerledim. Vay ki ne göreyim? Âcib Bey boyu boyunca uzanmış yatıyor! Yıllardır yerde gezen başı bu defa kapkara göklere bakıyor, dudaklarında gayet büyük bir tebessüm, mesrur vaziyette uyuyordu. Sormadan edemedim kendime, nasıl ölmüştü bu adam?
Kimse kesin bir cevaba vâkıf değildi ki uğutular gittikçe büyüyordu. Kalabalığı susturup bu garibi teamüllere göre defnetmek gerektiğini, fazlaca bekletilmemesini, aksi halde günahının bizim boynumuza olacağını hatırlattım. Gece vakti cenaze gömüldüğü pek görülmemiş bir şeydir fakat gel gör ki adıyla maruf bu adamı, Âcib’i gece yarısı defnettik. Şimdi defnedilmesi gereken bir şey daha vardı: Bu adamın nasıl öldüğü sorusu...
Cesedi ilk müşahede edenlere sual ettim evvela. İstanbul’dan gelip iki adamın, cami imamına haber vererek cenazeyi iskeleye bıraktığını ardından döndüklerini öğrendim.
“Zavallının adresini nereden biliyorlar bu iki zat?”
İhtiyarca bir adam dişsiz ağzıyla yanıtladı sorumu:
“Adamın kimliği de mi yok yahu? Anadolukavağı yazıyor işte!
Ben elbette Sertaharri Memuru Rıza Bey değildim. Vaziyeti tek başıma çözemezdim. Belki de zavallı bir cinayete kurban gitti, ihtimal uzak olsa da imkânsız değildi. Derhal merkeze bir telefon açıp vaziyeti tetkik için malumat verdim. İş bu ya? Ucu açık bu soruşturmayı Rıza Bey üstlenmişler. Dün elime mektubu ulaştı. Şöyle diyordu:
“Anadolukavağı eşrafından Recep Beyefendi günlerdir soruşturmasını sürdürdüğüm bu ölümün sırrını nihayet çözdüm. Nasılını size anlatmayacağım zira meslek sırrıdır. Bilmeniz gereken şudur ki bunun için Âcib Bey’in hayatı bana yol gösterdi. Sarsılmaz bir hakikattir ki Âcib Bey’in ölümü bir söz yüzünden olmuştur. Zavallıya, eşrafınızdan biri ‘İstanbul’un taşı toprağı altındır’ deyip onu buralara kadar sürüklemiş. Âcib Bey de bu sözü kendi muhasebesine sunmadan atladığı ilk vapurla Eminönü’ne gelip bu manasız sergüzeştine başlamış. İkindi sularında Cağaloğlu yokuşunu çıkarken madeni bir parıltı ilişince gözüne koşturup gitmiş ki bugünlerin herhalde en değerli metallerinden bir Avro bulmuş. Zavallıcık! ‘Oh, nihayet zengin oldum!’ diye sevinç haletiyle başını göğe kaldırıverince, yıllardır yere bakmaktan kireçlenen boynu kırılmış. Bin bir vakaya ve sergüzeşte konu olmuş şahsım dahi böylesi müstehzi bir sonun dehşetinden hırpalanmıştır. Bir ölümün muammasına gafil kalmadığınız ve Rıza Bey’e bir kıssa hediye ettiğiniz için size minnettarım. Sertaharri Memuru Mehmet Rıza” Mektubu hayretler içerisinde okudum. Şimdi bu hakikati kime desem inanmazdı ve belki bu ölümün müsebbibi olarak beni görürlerdi. O sebeple ben, dilimin ucunda çırpınıp duran şu sözü söyleyip susmaya ant içiyorum:
Vay Âcib Efendi vay, demek böyle vefat ettin.
KULAKTAN KULAĞA
ELİF KAYNAK
HATAY TED KOLEJİ 9. SINIF
Binlerce orman yanmış
Dün söylediler
Yazık oldu ormanlara
Kadınlar öldürülüyormuş
Dün duydum
Yazık oluyor kadınlara
Paraları pırr edip uçuruyorlarmış
Haber ettiler dün
Yazık oldu emeklere
Yalanlar söylüyorlarmış
Beşikteki bebek duymuş
Dün anlattı bana
Yazık oldu hakikate
Susturuyorlarmış
Genç kalemleri, aydın fikirleri
ve doğruyu söyleyeni
Oysa henüz doğmamış çocuk da biliyor
Herkes sussa da gerçekleri
Ve bir varmış bir yokmuş
Umut, zulümden çokmuş
Güzelliğe hasret insanların,
Görünmez yarınlara bir direnişi olmuş
Tutsak dünler adına
Gökten üç elma düşmek üzere
Bir daha kimseye yazık olmasın diye
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?