Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (28 Şubat 2022)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluşuyor.

Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (28 Şubat 2022)
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 28.02.2022 - 04:00

ÖFKEMİZ BİZİMDİR - DENEME

Gramsci, “Kayıtsızlardan nefret ediyorum” diyerek ne güzel söylemiş. Bugünün dünyasında insanların bir şeyden nefret etme ve öfke duyma hakkını seviyorum. Yoksulluktan, ırkçılıktan, sömürüden nefret etmek ve bunlara öfke duymak... Belki de günümüzde en samimi duyguların başında nefret ve öfke geliyor. Nefret etmek rövanşizmi doğururken öfke ise yargılamaya içkindir. Nefret anlık bir duygudur, öfke ise nefreti içererek onu aşar. Yani öfke, içinde nefreti barındırırken onu eyleme dönüştürmesini bilir.

Öfkeye ihtiyacımız var. Fark etmeden farklı şekillerde öfkemizi dışa vururuz. Ettiği kârı güzelce açıkladıktan sonra bizi küçülme bahanesi ile işten çıkaran patrona ettiğimiz küfür, kafede otururken arka masada duyduğumuz ırkçı söylemlere karşı hissettiğimiz tiksinti, yoksulluğumuza ve bizi yoksul bırakanlara duyduğumuz öfke... Bir hissetme biçimi olarak nefret ve öfke bu açıdan çok değerli.

En küçük yaşlardan itibaren aklımıza sokulan “duygularını gizleme” baskısı, çocukken sınıfta veyahut sokakta gözlerimiz dolduğunda hissedilen mahcubiyet ile kendini gösterir. Genç yaşlarda abartarak anlatma ihtiyacı hissettiğimiz anılar, işe girmeye çalışırken mülakat sırasında yalan söyleme gerekliliği hissetmemiz ve yaşlanınca insanın geçmişe dair kendisine söylediği yalanlar, bütün bunlar samimi olmayan kapitalistik dünyanın sonucu. Duygularımız hep gizli veya sadece belirli dostlarımıza belirli kısmını açtığımız şeyler olarak kalıyor. Duygularını gizlemek ve hatta kendini kandırarak yaşamak ise sadece halkımıza özgü değil. Diğer toplumların da bu durumu yaşadığını görüyoruz. Tarih, dünyayı izlediği diziler ve sosyal medyada gördüğü yazılardan ibaret gören, muhalif tweet’ler atıp bir yandan da yaşadığı hayata karşı ayaklanmayanları ve yoksullarla-yoksullaştıranları ve tabii bunun karşısında ses çıkaranları, yani dönemin her boyutunu yazacak. Ancak dönemimizin nasıl akılda kalacağını bilemiyoruz, yazılması gereken bir tarih henüz bize doğru bakıyor...

Duyguları, Doğu’ya özgü, “otantik” denilerek “Batıda” bulunmayan ve geçmişin parçası sayanlar elbette çıkacaktır. Fakat işin en başında tarihi kazanmak için gerçekleri samimi ve doğru biçimde konuşmamız gereklidir. İnsanız, elbet birilerini seveceğiz, sevişeceğiz, dostluklar kuracağız, yalnız kalmayacağız fakat bunun yanında nefret de edeceğiz öfke de duyacağız. Çünkü dünya kavga verilecek kadar güzel, insanlık ve doğa birilerin inkâr ve yıkım arzusuna bırakılamayacak kadar değerli. Bu sebeple, bugün kavga vermemiz gerekenlere karşı duyduğumuz nefret ve öfke en samimi duygularımızdır.

Nefret ve öfke bir yana, barış içinde yaşadığımızı düşünenler de var! Bir şey olmak aynı zamanda başka bir şey olmamaktır, tersi de geçerlidir, bir şey olmamak başka bir şey olmaktır. Üstüne bomba yağmaması insanlara barış içinde yaşadıklarını düşündürebilir, evinden çalışan bir kesim pandeminin (küresel salgının) “cahillik” nedeniyle sürdüğünü sanabilir, köleliğin hâlâ devam ediyor olmasını belgesellerdeki hikâyelerden birisi zannedebilir, yurdumuzda yaşıyor olmamız birilerinin kârı için halkların yurtlarından edildiği gerçeğini unutturabilir. Bütün bunlar yaşadığımız savaşı en açık biçimde gösteriyor. Barış içinde yaşandığı ve bu barışın bozulmaması gerektiği insanlara söylenen en büyük yalandır ve de en büyük körlüğümüzdür.

Nefret, öfke ile birleşmediğinde savrulması kolaydır. Hayatın kendisi nefret duygumuzu körükleyecek o kadar fazla sebep sunuyor ki bazen nefretimiz anlamsızlaşıyor. Gittiğimiz markette gelen zamlara karşı işçiye serzenişte bulunanları, maaşını alamayınca patronunun mülküne zarar veren işçi haberlerine karşın patrona hak verenleri, eğitimin niçin ve kim için gericileştiğine değil, öğretmelere kızanları görüyoruz. Nefretimiz o kadar başıboş ve yersiz yönsüz ilerliyor ki tam manasıyla bir yabancılaşma yaşıyoruz.

Bu yabancılaşmayı aşmanın tek yolu; ırkçılığa, yobazlığa, sömürüye maruz kalmadığımız, duygularımızı ve isteklerimizi gizlemek zorunda bırakılmadığımız bir dünya için kayıtsız kalmamaktan ve kayıtsız kalmamızı isteyenlere karşı öfke duymaktan geçiyor. Gramsci işte bu sebeple kayıtsızlardan nefret ediyor...

MAHİR BAYRAM

ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL VE TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİ ANTROPOLOJİ BÖLÜMÜ


GÜVENİ KAYBOLAN, SAYGINLIĞI SARSILAN TÜRKİYE

Türkiye yıldızı parlayan, parmakla gösterilen ve hızla gelişmekte olan bir ülke konumundaydı. Bunu da şüphesiz Atatürk’ün devrimlerine ve Cumhuriyetin o dev gibi köklü mirasına borçluydu. Geleceği parlak önü ise açık bir ülkeydi. Nedeni basit, çünkü cumhuriyetin sağlam temelleri üzerine kurulmuştu.

Dünyada eşi benzeri olmayan bir başarı hikâyesi ve adeta küllerinden yeniden doğan bir devlet geleneği vardı. Dünyada örneğine pek rastlanmayan bir kurtuluş mücadelesinden sonra, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde her alanda attığı önemli adımlar, ilke ve devrimler ışığında hayata geçirilen yenilikler ve yapılan devrim hareketi ile rol model bir devlet yapısına sahipti Türkiye.

Çağdaş, laik, demokratik bir hukuk devleti temelleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yolu aydınlıktı. Askeri, siyasi, ekonomik, eğitim, sağlık ve sosyal kültürel vb. her alanda gerçekleştirilen önemli ve yerinde yenilikler Türkiye’ye güç katmıştı. Özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış cihanda barış” ilkesi ve siyasi stratejisi hâlâ Türkiye için hayati önem taşıyor. Türkiye’nin büyük ülke olduğunun şifresi, pusulasıdır bu tarihi beyan. Gerek iç politikada gerekse dış politikada Türkiye’nin yönünü ve tabii olarak medeniyetler arasındaki yerini almak için gerekli olan ülküsüdür bu. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, jeopolitik konumu ve jeostratejik önemi, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile üç tarafının denizlerle çevrili olması, önemli boğazların olması, ticaret yolları ve transit geçiş güzergâhları gibi birçok önemli özelliğe sahip olması ülkenin önemini bir kez daha ortaya koyuyor.

Türkiye’nin saygınlığının nasıl sarsıldığı ve Türkiye’ye güvenin nasıl kaybolduğu gerçeğini görmek için ise ülkenin son 20 yılına bakmak yeterli olacaktır sanırım. Bu hakikatler düşünüldüğünde Türkiye’nin son yirmi yılda ekseninin yüzde 90 kaydığı ve gerçeklerinden koparıldığı göz ardı edildiği bir gerçek. Bunun nedeni çok açıktır. Radikal siyasal İslam ve İhvanizm hareketinin son yirmi yıldır Türkiye’deki iktidarlarının en parlak dönemini yaşıyor olmasıdır. Siyasal İslamın (AKP) 2002’de iktidara gelmesiyle bu süreç yavaş yavaş başladı. Peki, nasıl başladı bu süreç derseniz. Tabii ki Atatürk’ü ve devrimlerini birer birer yok sayarak ve toplumu Cumhuriyetin değerlerinden uzaklaştırıp koparmaya çalışarak.

Atatürk ve Cumhuriyete ait ne varsa yok edilmeye yerine ise İslam cumhuriyeti ideolojisini yerleştirmeye çalışıldı yıllardır. Kapatılan veya satılan fabrikalar, özelleştirilen kurum ve kuruluşlarından tutun da devlet dairelerinden T.C. ibaresinin kaldırılmasına kadar sayısız değişim ve gelişmeler yaşandı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yani başkanlık sistemi zaten her şeyi özetliyor. İç ve dış politikada hamasete dayalı başarısız siyasi politika sonucunda Türkiye’nin yalnızlığına sebep oldu. Dünyada hatırı sayıda da olsa söz sahibi olan Türkiye ne sözü dinlenen ne de söz sahibi olan bir ülke konumundadır şimdi. Demokrasinin askıya alınması, hak hukuk ve adalet mekanizmasının yok olması ve ekonomik krizle beraber dış politikadaki yanlış stratejiler, hamaset siyaseti yüzünden Türkiye’nin güveni kayboldu, saygınlığı sarsıldı. Çağdaş, laik, demokratik bir ülke olarak AB ile el sıkışacak olan Türkiye, en sonunda Ortadoğu’nun bataklığına saplanıp kucağına itildi. Eğitim sisteminin çökmesi, ekonomi, sanayi, gıda, tarım, hayvancılığın bitmesi. Yoksulluğun ve yolsuzluğun tavan yapması, işsizlik, gelir adaletsizliği, refah seviyesinin düşmesi, büyük toplumsal sorunlar ile çılgın projelerle hazinesini de dahil ederek geleceğini ipotek altına alınmasını eklersek ülke elli yıl geriye gitti. Türkiye’nin sorunları saymakla bitmiyor ve hiçbir iyileşme, gelişme düzelme de yok. Sonuç olarak büyük fotoğrafa baktığımızda her alanda bir gerileme ve geriye gitme söz konusu ve her geçen gün ülkenin güveni kayboldu, saygınlığı sarsılmaya devam ediyor.

KAZIM ÖZATAK

VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ


ZAM - ÖYKÜ

Yeni çıkan bir minyatür kitabını bulmak üzere Beşiktaş’a daldılar. Daldılar demeli çünkü, Beşiktaş o gün çok kalabalıktı. Mahir böyle kalabalık günlerde kendini sarı taksi gibi hissederdi. Hoş, onun insanların arasından hızlı hızlı süzülüşü bir taksiye kıyasla fazla zarifti. Su kaydırağından salınır gibi akışkan ve seri hareket ediyordu. Hele o Aziz Asdvazazin Kilisesi’nden salınıp meyhanelerin arasından kayışı yok mu... Suyılanı gibiydi mübarek. Anason kokusu, kadeh çınlamaları derken yaşadığını hissederdi. Neyse ki bu kıvraklığı sayesinde randevusuna yetişebilmişti. Gerçi Nisan’ın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Çocukluğu balık kasalarının arasında geçtiğindendir midir nedir bilinmez. Kalabalıkta insan ayıklamayı, yani insanların arasından sıvışmayı çok iyi bilirdi. Böylelikle sözleştikleri saati sektirmeden, Kartal Heykeli’nin altında buluşabilmişlerdi. Göz göze gelip sarıldıktan hemen sonra kitapçıya yöneldiler. İçeri girer girmez etiketlediği kitaplarla raflar arasında mekik dokuyan bir genci gözlerine kestirdiler. Kazağının üzerindeki “Baran” yazılı yaka kartına bakılacak olursa, bu kişinin mağaza elemanı olduğuna şüphe yoktu. Hemen aradıklarını tarif edip beklemeye koyuldular. O sırada, önlerindeki raftan indirdikleri Surname’nin minyatürlerinde kayboldular. Öyle keyiflendiler ki kendilerine güveçte karides ısmarlasalar bu kadar keyifle beklerlerdi. Kitabın depodan gelmesi uzun sürmedi. Mağaza elemanının çevik hareketlerle ayak sesini duyurması, Nisan’ı irkti. Kaybolduğu denizden irkilerek çıkan Nisan’a yeni bir iskele getirmişti sanki. Bu sefer elindeki Surname’yi bırakıp Metin And’ın derlediği minyatürler arasına bıraktı kendini.

Yeni gelene odaklanamayan Mahir ve eleman göz göze geldiler. Kısa süreli sessizliğin ardından laflamaya başladılar. Çok satanlardı, Nobel’di, ödüllerdi derken... Baran’a kıyasla dinozor solculuğu ifşa olan Mahir sıkıntısını gizleyemez oldu. Sahi ödüller demişken, fırsatını bulmuştu. Epeydir okumak istediği, bu yıl Oktay Akbal Öykü Ödülü verilen Adil İzci’nin Canım Ada’sını isteyebilirdi. İstedi de... Böylelikle depoya gidip gelen elemanı biraz olsun başından savmış oldu. Ama ne yapsındı, belli ki çocuk acık geveze bir tipti. Aslında Mahir’e nazaran biraz daha kimlikçi, liberal olmasaydı fena çocuk değildi. Açıkçası gevezelik demişken bizimkilerin de aşağı kalır yanı yoktu. Görüşlerin karşıtlığını boş verirseniz, tencere kapaktı anlayacağınız fakat araya bir kepçe girip uyumu bozdu. Araya giren bir başka müşteriydi. Geldi ve bizim elemana tekrar depo yolu gözüktü. Şu hiç satmayan, kimi zaman hak ettiği ilgiyi kuşakları aşarak elde eden kitaplardan istemişti. O nedenle de kendisine müşteri demenin saygısızlık olacağına ikna olup ona, okur demeliydi. Koşar adım getirdiği kitabı teslim edip bizimkilere dönen mağaza elemanı Mahir’e sordu: “Kitabı alıyor musunuz?” diye. Mahir sağ elinin parmaklarını yanaklarında, çenesinde gezdirdi. Dudaklarını ısırdıktan sonra, “Maalesef, şimdilik kalsın. Kusura bakmayın, size de zahmet verdik” dedi. Sanki Baran, beklediği cevabı duymuş gibi hiç durmadan atladı: “Son kararınız mı?” diyerek sol kaşını yukarı kaldırdı ve yüzünü hınzırca bir tebessüm sardı. Bizimkiler olayı ayıkmaya çabalarken Baran, birden çekti kitabı. Aldı sol eline. Sağ elinde tabanca gibi tuttuğu etiket makinasıyla, kitabın arkasındaki etiketi yeniledi. İki haneli sayının sağ rakamı değişmiş kitaba beş lira zam gelmişti. Otuz üç liralık kitap olmuştu size otuz sekiz lira. Yani anlayacağınız, Mahir henüz satın almadığı kitabı elinde tutarken ücreti güncellenmiş, beş lira zamlanmıştı. Bir gün önce baktığı ürünün ücretinde artış gördüğü olmuştu belki ama ömründe ilk kez böylesi bir duruma tanıklık ediyordu. Bu yaşadığı o kadar karikatürizeydi ki. Ülkenin içinde bulunduğu durumu bu şekilde bir mübalağa ile anlatacak olsa kimse ciddiye almazdı. Oysa bu yaşadığı gerçekti. Evet, yirmi birinci yüzyılın başlarındaki Türkiye’de, raflar arasında keşfe çıkan bir okurun elindeki kitaba zam gelebiliyordu.

ABDULLAH KAYA

 MARMARA ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ SERAMİK CAM BÖLÜMÜ


BU ŞEHİR

Taş yığınları altında kaldı yüreğim

Bu şehrin denizinde boğuldu hevesim,

Menfaatlerde kaldı iyiliklerim.

Acaba kaçış var mı bu şehirden?

***

Arasam bulur muyum bu şehirde bir yuva,

İnsanlar gördüm hayalleri sadece para.

İnsanlık kaybolmuştu sokaklarda, yollarda!

Acaba kaçış var mı bu şehirden?

***

Bırakın bedenimi kalsın artık bu yerde.

Ruhumu alıp gitmişimdir çoktan belki de!

Sanki alışmak ölmek gibiydi düşününce.

Acaba kaçış var mı bu şehirden?

ASLI NUR ÖZBEK

SÜLEYMAN ŞAH ANADOLU LİSESİ


Üniversite öğrencileri; öykü, şiir ve denemelerini 

kansu@cumhuriyet.com.tr 

adresine gönderebilirler.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler