Ayşe Emel Mesci

Akıllı telefon sendromları

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Sokakta dolaşırken bazen irkiliyorum: Başı sürekli aşağıda yürüyen insanlar, yanından geçeni bile görmeyen, kendi kendine konuşan insanlar... Sonra farkına varıyorum: Akıllı telefon sendromları bunlar... Gözler avuç içindeki ekrana sabitlenmiş, küçük parmak hareketleri sadece; veya sokakta yürürken, dolmuşta, otobüste giderken, kulağında kulaklığı, odasındaymışçasına rahat, en özel sorunlarını veya bürosundaymış gibi iş meselelerini tartışan, uzaktan bakan birine kendi kendine konuşur gibi görünen insanlar...
İletişim ve teknoloji devrimiyle dünya çok küçüldü, yapay sınırlar ve duvarlar ortadan kalktı deniyor ya; bu bir yanıyla son derece doğru olsa da, madalyonun diğer yüzüne baktığımda nedense bana yalnızlık duvarları her zamankinden daha yükseğe tırmandı gibi geliyor.
 
Travmatik durum
Bu “post-modern” travmatik durum, tarihçi Eric Hobsbawm’ın modern çağa ilişkin şu saptamasıyla birleşince farklı boyutlar kazanıyor: “Geçmişin ya da daha çok, kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, geç 20. yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun, bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti.”
Geçmişle organik ilişkisi kopmuş bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yaşayan, üstelik giderek yalnızlaşan insanlar... Ama bir yanıyla da iletişim ağları üzerinden tüm dünya ile anında ilişki kurabilen, haberleşebilen, tüm dünyayı izleyebilen insanlar...
Biz çocukluğumuzda “bahçeye”, “sokağa çıkardık”; “mahalle arkadaşlarımız” olurdu. Akşamları aile, temel iletişim aracı olan “radyo”nun çevresinde toplanırdı. Sonra radyonun yerini “televizyon” aldı, ama etrafında toplaşılan, topluca izlenen bir iletişim aracı olarak yoluna devam etti o da uzun süre. Sonra görüntü bombardımanı çağı egemen oldu, evlerin içine durmaksızın yağan görüntüler, gerçek dünya ile ilişkimizde farklı bir ara yüzey oluşturdu. Görünen, görünürlük kazanabilen “dünyaya hükümdar oldu”.
İnternet ve cep telefonlarıyla başlayıp, çok kısa sürede çeşitli alanlara yayılan devrim hızındaki değişim ise, iletişim araçlarının “insanlık durumu”, en azından sıradan insanın yaşamı üzerindeki tahakkümünü sokakta gözle görülür hale getirdi.
Çevremden izleyebildiğim kadarıyla, bugünün kentli çocukları arkadaşlıklarını genellikle mahallede değil, aynı oyun etrafında toplandıkları bilgisayar ekranlarında kuruyorlar. Ama bu arkadaşlıklar uluslararası düzeyde bile olabiliyor. Bir yandan ekrana hapsolmuş gibi görünen bireyler, diğer yandan sınır tanımayan bir ilişkiler ağı... İçinden çıkılması zor bir paradoks...
 
Dünya ne zaman küçülür?
Peki, dünya küçüldü mü gerçekten?
Durduğunuz yere göre değişiyor: 60’lı, 70’li yıllarda dünya hakkında bilgi edinme olanağımız bugünküyle kıyaslanamayacak kadar sınırlıydı, ama kalbimiz dünyanın bir ucunda, Vietnam’da atardı. Che Bolivya dağlarında kalleş bir namludan çıkan kurşunlarla can verdiğinde acıyı hepimiz hissetmiştik. Şili’de sosyalist Allende hükümetine karşı yapılan faşist darbeyi Behice Boran ile Adapazarı Cezaevi’nde birlikte izlemiş, birbirimize sarılıp birlikte ağlamıştık.
İletişim devrimi yaşanmamıştı henüz, belki dünya bugüne göre çok büyüktü, ama durduğun yere göre ansızın küçülebiliyordu da, çünkü dünya sizin derdinizi bir yerlerde duyan, işiten birileri olduğuna inandığınızda küçülür. Hallac-ı Mansur’a atfedilen çok düşündürücü bir söz var: “Cehennem acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” Küresel iletişim çağındaki insan nerede duruyor peki, sınırsız gözüken olanaklarıyla acıları ne kadar duyuyor?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları