Ayşegül Yüksel

Kültür ve sanatı toplumsal ortamlarda özümsemek

15 Şubat 2022 Salı

Tuba Ünsal’ın geçmiş haftalardaki bir Cumhuriyet Pazar Eki’nde söylediğine göre 15-30 yaş arasındaki gençler tiyatroya gitmiyormuş. Acaba cep telefonu ve bilgisayar çılgınlığı ülkemizi tümüyle ele geçirdi de ondan mı? Özel tiyatro biletleri uzun zamandır el yaktığı için mi? Ya da üçüncü yılına girmekte olduğumuz pandemi süreci tiyatro etkinliklerinin sürekliliğini engelledi diye mi? Yoksa, bu gençlerin, tiyatro sanatıyla didişmeyi, tiyatroculuğu garip koşullarla kıskıvrak bağlamayı iş edinmiş AKP iktidarı döneminde doğmuş ya da büyümüş olmalarından mı? Üzgünüm ve şaşkınım...

Benim çocukluğumun İstanbul’unda tiyatro izleme yaşımız gelsin diye sabırsızlanırdık. Çünkü çocuk tiyatrosu yaygınlaşmamıştı. Öte yandan, gelir düzeyleri orta karar olan benimki gibi aileler tiyatroya gitmeyi bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdi. Kardeşimle, izledikleri oyunları eve gelince tartışan anne ve babamızı coşkuyla izlerdik. Açıkçası şanslıydık, çünkü annemiz Kadıköylü babamız da Bakırköylüydü. (Bu iki semt İstanbul’a sanatçı ve sanatsever yetiştirmesiyle ünlüdür.)

1950’LER VE 60’LARDA TİYATROYA GİDİŞ

1950’lerde Ankara Devlet Tiyatrosu (1949) yeni kurulmuştu. 1950 seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti, yurt çapında “temsil kolu” (tiyatro) çalışmaları da yapan yüzlerce halkevini 1951’de, ülkeye ilkokul öğretmeni yetiştirmek için 1940’ta kurulan ve birçok sanat yanında tiyatro sanatına da eğilen Köy Enstitülerini de 1954’te kapattı. Böylece, Anadolu’nun tiyatro araştırma, tiyatro yazma ve yapma olanakları neredeyse yok edildi. Devlet Tiyatroları’nın Ankara ve İstanbul dışındaki büyükçe kentlerde yerleşik sahneler kurması, bu kentlerde tiyatro okullarının ya da üniversite bölümlerinin açılması içinse 1970’leri, 80’leri beklemek gerekecekti.

Ne ki İstanbul’da durum bambaşkaydı. Uzun ve ışıltılı bir tiyatro geçmişi olan bu kentin kültür merkezi 1950’li ve 1960’lı yıllar boyunca Beyoğlu’ydu. Kadıköy’de oturuyorduk. Tiyatroya gidileceği zaman vapur iskelesine dek yürünür, Karaköy’den Tünel’e binilerek Beyoğlu’na çıkılır, yine yürüyerek Tepebaşı’ndaki dram ya da komedi tiyatrolarına, özel tiyatrolar açıldıktan sonra da Karaca’ya, Ses’e, Elhamra’ya, Küçük Sahne’ye gidilir, oyun seyredilir ve son vapurla eve dönülürdü. (Yönetmenliğini Selçuk Metin’in yaptığı, Enka Sanat’ın yapım sponsoru olduğu, Genco Erkal’ın senaryosunu oluşturup oynadığı “Genco” başlıklı belgeseli izlerseniz, bu tiyatrolar ve birçok başkalarıyla daha yakından tanışabilirsiniz.)  

Beyoğlu “hanım”ların tutkunu olduğu bir alışveriş merkeziydi. Ne ki, “Önce alışverişimizi yapalım, sonra karnımızı doyurup tiyatromuza gideriz” türünden tümceler kurulmazdı. Çünkü orta gelirli insanların bütçeleri “tiyatro seferi”ne bir de “alışveriş” ve “restoran” keyfi katmaya yetmezdi. (1954’te İstiklal Caddesi’nin bir yan sokağında açılan Yeni Melek Sineması’nın yakınındaki “sandviççi” dükkânı “ayaküstü” karın doyurma kültürünün başlangıcıdır...)

YÜKSEK KALDIRIM’DAN ŞİŞLİ’YE KÜLTÜR SEFERİ

Üniversite yıllarımızda (1960’lar) ise Beyoğlu bizi yepyeni boyutlara ulaştırıyordu. Yüksek Kaldırım’daki, Osmanbey’deki (plak da bulunduran) müzik dükkânları, İstiklal Caddesi’ni süsleyen kitapçılar, sanat galerileri, sayıları artan sinemalar, Saray Sineması’ndaki, Şan Sineması’ndaki konserler, Harbiye’ye, sonra da Şişli’ye uzanan tiyatrolar, son durağımız olan Şişli Kervan Sineması’ndaki Sinema-Tek, kültür dünyamızı genişleterek bizi bugünlere getirdi.

Şunu demek istiyorum: Artık kentlerimizin çoğunda, yukarıda sayageldiğim sanat etkinlikleri yer alıyor. Ama ne yazık ki insanlar bu bağlamda eskiden olduğu gibi duyarlı değil. Oysa kültür birikimi, bir kafenin uğultulu müziği eşliğinde, masada duran kola bardağına ya da Nescafe fincanına -saatlerce- endekslenmiş bir varoluş biçimiyle ya da Facebook dünyasındaki takipçilerimize, ne kadar cin fikirli olduğumuzu kanıtlamaya çalışmakla oluşmuyor. Benim kuşağım, önce, kültür ve sanat adına yaratılmış olanla beslenmeyi öğrendi. Kültür sanat zenginliklerini toplumsal ortamlarda ortak olarak içine sindirdi yaşıtlarım. Öğrendiklerini özümseyince üretmeye başladılar ancak. Bildiklerini başkalarına öğretmek, sürecin son aşamasıydı.

Tiyatro, geçmişi ve bugünü, dünyayı ve toplumları, varolmanın dayanılmaz ağırlığını ve hafifliğini, kısacası tüm insanlık hallerini sizinle soluk soluğa paylaşan, metin yazarlığının ve oyunculuk sanatının incelikleriyle sizi aynı anda kucaklayan, “tek başınıza üretemeyeceğiniz zenginlikler”i cömertçe sunan bir olgudur. Ailelerinden görmemiş olsalar da Z kuşağı bireylerinin bu zenginlikten pay alması, gelecekte yetiştirecekleri kuşağın esenliği için zorunludur.

Bu böyle biline… 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Özdemir Nutku anlatıyor 3 Aralık 2024

Günün Köşe Yazıları