Şahin Aybek

Selçuk Şirin: “Eğitimde Dünyayı Yakalamak İçin Hemen Atmamız Gereken 7 Adım!”

14 Mart 2022 Pazartesi

İKİNCİ YÜZYILDA YENİDEN EĞİTİM, YENİDEN REFORM

New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Şirin ile çok uzun süredir üzerinde çalıştığı eğitimle ilgili reform önerilerini konuştuk. Selçuk Şirin ile Türkiye’ye dair verileri ele aldıktan sonra, sorunlardan ziyade eğitimin çözümlerini ele almaya çalıştık.

- Sevgili Selçuk Şirin hocam sizinle eğitime dair konuşmak istediğim pek çok konu var. Ama sizin yaptığınız en önemli projelerden biri 1 Milyon Kitap Projesi. Bu kadar önemli bir proje bile başlı başına bir röportaj konusu. Ülkemiz için hayati değerde olan, herkesin duyması, bilmesi ve katkı koyması gereken bu projenin detaylarına şu adresten bakılabilir. ( https://1milyonkitap.com/tr ) 1 Milyon Kitap Projesi ile ilgili bir başka röportaj sözü alarak hemen başlamak istiyorum. Selçuk Hocam neden “Eğitim Şart” sözüne itiraz ediyorsunuz?

Eğitimi tek başına konuşmayı sevmiyorum. Bu vesileyle “eğitim şart” sözünün de bizi eğitime kıymet vermekten uzaklaştırdığını düşündüğümü ifade edeyim. Çünkü şart olan şeyin eğitim olmadığını şu yaşadıklarımız artık bize çok net gösteriyor. Şart olan bir şey varsa o da adalet sistemidir. Hukuksal kuralların işlemediği bir sistemde insanları eğitseniz de umduğunuz sonucu alamazsınız. Biz adalet sistemini, özgürlükleri bir şekilde yerleştirebilirsek ondan sonra eğitimi konuşabiliriz. Sıralamayı burada çok özenle kurguluyorum. Bir ülkede en ideal eğitim sistemini kurun, eğer orada adalet işlemiyorsa, özgürlükler garanti altına alınmadıysa, o ülkede eğitimle tek başına kalkınmak mümkün değildir. Bunu hiç unutmamamız gerekiyor. Çünkü “Tüm sorunları eğitimle aşarız” mantığı kurumların güçlü olduğu, bireysel özgürlüklerin garanti altına alındığı sistemlerde geçerli.

-Hocam, siz verilerle konuşursunuz. Bu bağlamda eğitimde nereden nereye geldik?             

Bir ülkenin dünyada nerede olduğunu anlamak için uluslararası objektif verilere bakmamız gerekiyor.  TIMSS, PISA, PIAAC gibi farklı alanlarda yapılan ölçekler hep aynı sonucu veriyor: Türkiye evlatlarını iyi yetiştiremiyor. Bu ölçeklerden en önemlisi bence PISA. Ben yıllar önce PISA’yı Türkiye’de anlatmaya başladığımda “PISA nedir, bir yemek midir?” gibi düşünceler oluşuyordu.  Ama şu an geldiğimiz noktada, sanırım bütün Türkiye PISA’nın ne olduğunu artık biliyor. 2003 yılından itibaren 3’er yıllık aralıklarla PISA’ya Türkiye de katılıyor. Şu an 70’ten fazla ülke katılıyor. Bu oran, dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde doksanını temsil ediyor ve 15 yaşındaki gençlerin ülke nüfusuna oranına göre ölçüyor. 2003’te biz ilk katıldığımızda 40’tan fazla ülke vardı. Onlar arasında 35. sıradaydık. Sonra ülke sayıları arttı. Hiç kafaları karıştırmamak adına sıralamamızı vereyim. Çünkü sonradan katılan ülkeler genelde daha önceden katılmayan OECD ülkeleri oluyor. 3’er yıllık aralıkları düşündüğümüzde 2003’te 35.’ydik. 2014’ten sonra sırasıyla 37., 41., 41., 50. ve 40. olduk. Yani 2018’de 40. olduk.

Şimdi baktığınız zaman Türkiye nedir? Türkiye G20 ülkesi. G20 ne demek? Yani dünyadaki en büyük 20 ekonomiden biri demek. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olup, demografik olarak da oransal olarak bu kadar çok nüfusa sahip olan başka ülke yoktur. Hollanda’da genç yok mesela. Bizim 18 mi, 17 mi diye yarıştığımız ülkelerden biri Hollanda. Bizim çok yoğun bir genç nüfusumuz var, demografik olarak eğitmemiz gereken geniş bir kesim var. Buna rağmen biz G20’de olduğumuz halde eğitimde çocuklarımızı ilk 40’a sokamıyoruz. Durum bu.

-Peki, hocam, eğitimdeki bu durumu nasıl değiştireceğiz? Biz 40. sıradan 20. sıraya, 10. Sıraya, 15. sıraya nasıl geleceğiz? Yani demografik olarak, ekonomik büyüklük olarak hak ettiğimiz yere nasıl geleceğiz?

Şahin Hocam, bunun için benim kullandığımız basit bir kuramsal çerçeve var. “Akademik başarıyı ortaya çıkaran temel fonksiyonlar nelerdir?” diye düşündüğümüzde, üç faktör öne çıkıyor: Ev ortamı, okul iklimi ve öğretmen memnuniyeti. Ev ortamında zengin eğitsel gereçleri olan çocuklar daha başarılı oluyor, motivasyonu yükseliyor, motivasyon yükselince başarı artıyor. Bu ne demek? Evinde özel odası olan, bilgisayarı olan, interneti olan, anne ya da babasının bir tanesi üniversite mezunu olan çocuklar diğerlerine göre bir adım önde gidiyor. Diğer faktör ne? Okul iklimi. Okulda pozitif bir ortam olması gerekli. Yani bir okula girdiğiniz zaman, nefes alırsınız ya, iklim dediğimiz o, hissedersiniz. Orada öğrenme oluyor, öğrenciye saygı var, öğretmenlerin iş tatmini yüksek, yöneticiler inisiyatif alabiliyor. Böyle bir atmosfer varsa çocuğun motivasyonu yükseliyor. Motivasyon yüksek olunca akademik başarı artıyor.

-Selçuk Hocam, üçüncü faktör ne?

Üçüncü faktör de öğretmen memnuniyeti. Yani bir çocuğun eğitimde başarısını en önce belirleyen birinci faktör ev ortamıdır, sosyoekonomik statü de diyebiliriz buna. İkinci faktör,  okul iklimi. Üçüncüsü ne? Üçüncüsü de öğretmen. Öğretmenleri mutlu olan, iş tatmini yüksek olan sistemlerde başarı artıyor. Buna en iyi örneklerden biri neresi? Finlandiya. Dünya’nın en mutlu öğretmenleri burada.

-Hocam, size “PISA sınavlarında 40. Sıralardan ilklere nasıl geliriz?” diye sormuştum.

Biz, Türkiye’de eğitimde ilklere bu üç unsuru dönüştürerek ulaşabiliriz. Yani ev ortamını zenginleştirmemiz lazım. Okul iklmini daha pozitif hale getirmemiz lazım. Öğretmenlerin iş memnuniyetini arttırmamız lazım.

-Bunu nasıl yapacağız Hocam?

Ben, Türkiye’nin, dünyada eğitim anlamında, okulda akademik başarı anlamında, eğitimde dünyayı yakalaması için atması gereken 7 adımı sizinle paylaşacağım. Önümüzdeki dönemde elimden geldiğince bu 7 adımın hayata geçmesi için her seviyede çaba harcayacağım.

Bu yedi adımı önce özet geçelim. İlk ve en önemli adım; hesaba dayalı reform yapmak. İkinci adım; her çocuğa doğduğu anda bir kitaplık kurmak. Üçüncü adım; ise her mahalleye okul öncesi kurumu açmak. Dördüncü adım; öğretmen ve müdürlere yetki vermek. Beşinci adım; okullara, özellikle devlet okullarına, itibarını yeniden kazandırmak. Altıncı adım; her ilçeye bilim ve teknoloji lisesi kurmak. Yedincisi ise problem odaklı sınavı Türkiye’nin realitesi yapmak.

-Hocam, bu yedi reformda ne öneriyorsunuz, tam olarak ne demek istiyorsunuz?

Evet, her birisini açıklayayım.

-Evet, lütfen Hocam. İsterseniz, birinci reform, birinci adımla başlayalım.

Bu adımımız, hesaba dayalı reform. Şimdi bakın, Türkiye’de hiçbir öğrenci başladığı sistemle ve başladığı müfredatla mezun olamadı. Bu ne demek? İlkokula bir sistemle başlıyoruz, sonra ne oluyor, bakanlar değişiyor. Son 20 yılda Türkiye’ye bir siyasal partinin döneminde 9 tane Bakan geldi. 9 Bakan gelince ne oluyor? Her gelen Bakan farklı vizyonla, farklı reform öncelikleriyle meseleyi ele alıyor. Kimisi diyor ki; okula 60 aylık çocuk başlayabilir, 72 ayı beklemeyelim. Öbürü diyor ki; eğitimde sistemi 4+4+4 üzerine kurgulayalım vs. Siz, sahada neler olup bittiğini benden daha iyi biliyorsunuz.

Şimdi, bu kadar çok alt üst oluşun olduğu bir ortamda, Türkiye’de, böyle karışık bir sistemde, siz, hiçbir tabii ki hiçbir başarıyı elde edemezsiniz. Çünkü hiçbir reform girişimi başladığı gibi bitmiyor.

-Peki, ne yapmamız lazım Selçuk Hocam?

Bundan sonraki dönemde, önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin artık reform yapma biçimini değiştirmesi lazım. Bu ne demek? Bizim bundan sonra bakana dayalı değil, kişiye dayalı değil, hesaba dayalı reform kültürünü Türkiye’ye yerleştirmemiz lazım. Yani verileri toplayacağız, verileri inceleyeceğiz ve bu veriler bize ne diyorsa ona göre çözümler üreteceğiz. Yani veriye dayalı karar verme stratejisini Türk eğitim sisteminin temeline oturtacağız. Bunu yapmadığınız sürece ne olur? Sabah kalkar bir bakan ya da bir Cumhurbaşkanı, başbakan, hangisinin nasıl bir yönetim tarzı varsa, ona göre aklına eseni yapar, aklına esenin reform uydurduğu bir sistem olur. Bunun sonucu da çorbadır tabii.

-Hocam ikinci adım olarak “Doğan her çocuğa bir kitaplık kurmak zorundayız.” demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Bakın, Türkiye’de her sene 1,3 milyon bebek dünyaya geliyor. Bu bebekler doğdukları gün iki gruba ayrılıyorlar. Birinci grupta 300.000 bebek var. Bu bebekler şanslı bebekler, ayrıcalıklı bebekler. Neden? Çünkü onlar doğdukları gün evde kitaplık var, bebek kitaplığı, çocuk kitaplığı. Annesi ya da babasından birinin üniversite diploması var. Ve onlar çocuklarına okula girmeden, yani 6-7 yaşına gelmeden önce kitap okunması gerektiğini biliyor. Geriye kalan 1 milyon çocuk kitapla ne zaman tanışıyor biliyor musunuz? 7 yaşında. Yani bu çocuklar arasında 7 yıllık bir makas var. 300.000 çocuk bu oranın %20’si, 1 milyon çocuk ise  %80’i. Türkiye’de aklınıza gelen bütün göstergelerin temelinde bu makas yatıyor.

-Hocam, peki bu neden önemli? Kitap versek ne olacak, kitaplık kursak ne olacak?

Şahin Hocam, beyin gelişiminin %90’ı ilk 3 yılda tamamlanıyor. Bunu biz yüzyıl önce, iki yüzyıl önce şu anki eğitim sistemini kurduğumuz zamanlarda bilmiyorduk. Bilseydik, okulları 7 yaşında değil, 3 yaşında başlatırdık. Buna birazdan değineceğim zaten. Ama burada vurgulamak istediğim nokta şu: Çocuk doğduğu anda, beyninin en hızlı geliştiği dönemde ona can suyu vermemiz lazım. Can suyu, biliyorsunuz, bir fidanı ektiğiniz zaman ona ilk verdiğimiz su. O suyu biz fidanı ektikten 7 yıl sonra gelip dökmüyoruz. Beynin en hızlı geliştiği dönemde simülasyona, uyarılmaya ihtiyacı var. Peki, ne yapmamız lazım? Dünyada pek çok örneği var. Yapmamız gereken şey çok basit. Türkiye’de doğan her çocuğa doğduğu gün, hastanede, daha eve gitmeden bir tane kitaplık hediye etmemiz lazım. Şu an bunu Türkiye’de bir takım belediyeler yapıyor. İstanbul, İzmir belediyeleri, başka belediyeler bunu küçük çapta da olsa yapıyor. Ama bu yeterli değil.

-Hocam, yanlış hatırlamıyorsam sizin de bu konuda bir projeniz vardı.

Evet, bunu ben 1 milyon kitap projesi ( https://1milyonkitap.com/tr ) üzerinden bir sosyal sorumluluk projesi olarak yapıyorum. Şimdiye kadar 600.000 tane kitap dağıttık. Ama yeterli değil. Türkiye’de 1,3 milyon bebek dünyaya geliyor. Ama 1 milyon bebeğin kitabı yok. Kitapla 7 yaşında tanışıyor. Dolayısıyla bizim eğitim ve sağlık sistemleri arasında yapılacak bir mutabakatla 0-3 yaşındaki çocuklara önce kitap dağıtmamız lazım. Hani sinemada geçer, sinemada herhangi bir senaryoda varsa bir obje kullanılır. Aynı şey kitap için de geçerli. Evde kitap varsa çocuk bir şekilde oynuyor. Oynamaya başlıyor, okumaya başlıyor. Dolayısıyla bizim bu ilk 3 yılda hem kitaplarla hem kitap okumanın önemiyle ilgili;  hem de doktorlar ve hemşireler üzerinden bu işin aktarılması noktasında bir reform yapmamız lazım.

-Hocam, üçüncü reform adımında “Her mahalleye bir okul öncesi eğitim kurumu açılmalı.” diyorsunuz. Bunu ben de önemsiyorum. Bu konuda birkaç tane de yazı yazdım. Her mahalleye neden bir okul öncesi eğitim kurumu kurmalıyız?

Evet, bunu benden önce de çok duymuşsunuzdur. Hep ne diyorum? Türkiye’de her ile bir üniversite açmaya gerek yok. Her mahalleye bir okul öncesi eğitim kurumu kazandırmamız lazım. Çünkü okul öncesi eğitime katılım oranında Türkiye OECD’de son sırada. Biz bazen Meksika ile yarışıyoruz.  Tüm eğitim dönemi içinde geri dönüşü en yüksek yatırım, okul öncesi döneme yapılan yatırımdır. Bunu söyleyen kişi James Hackman. James Hackman, Nobel ekonomi ödülünü aldı. Basit bir soru: Doğumdan 30 yaşına kadar hangi yaşa yatırım yaparsak geri dönüşü en yüksek olur? Yanıtı çok iyi biliyoruz artık. Okul öncesi dönem. Neden? Biraz önce anlattım. Ne yapmamız lazım peki? Türkiye eğitim sistemindeki en köklü reform önerisi bence bu. 3-6 yaş arası dönemde okula katılımı evrenselleştirmemiz lazım, okullaşma oranını yüzde yüze çıkartmamız lazım. Şu anda 3-4 yaşında bu oran %20’lerde. Parası olan, ayrıcalıklı olan zaten çocuğunu okul öncesi eğitime gönderiyor. Bu da varlıklı ailelerle yoksul aileler arasındaki makası açıyor.

Bu konuda İstanbul, Ankara, İzmir Belediyelerinde çok iyi uygulamalar var. Onlara teşekkür ediyorum. Mersin’de Yenişehir’de uygulamalar var. Belediyeler okul öncesi eğitim kurumları açıyor ve bu beni çok mutlu ediyor. Bunun çoğalması lazım ve belki de okul öncesi eğitimi Milli Eğitim’den alıp tamamen belediyelere vermek lazım. Nasıl olacağını tartışabiliriz ama mutlak suretle 3 yaşından itibaren her çocuğun kaliteli bir okul öncesi kurumuna ihtiyacı var. Eğer bunu yapmazsak, çocuklarımızı televizyonlara, ekranlara mahkûm ederiz. Özellikle yoksul ve dar gelirli ailelerden gelen çocukları.

-Sevgili Selçuk Hocam, dördüncü öneriniz eğitim yönetimi ile ilgili. Siz öğretmen ve müdüre daha fazla yetki verilmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Neden?

Evet, dördüncü reform önerim; öğretmen ve müdürlere yetki. Bakın, Türkiye, okul yönetiminde öğretmenlere en az inisiyatif veren ülke. Kararların %92’si Türkiye’de Bakanlıktan yapılıyor. Bir kişi Ankara’da oturuyor ve 20 milyon insanın kaderini belirliyor. Böyle bir sistemin başarılı olma şansı yoktur. Bu kadar karmaşık bir modern toplum yapısı içinde yedi farklı bölgesi olan Türkiye’nin bir noktadan idare edildiğini görüyoruz. Baktığınızda, zaman dilimi bile kaç tane meridyenden geçiyor. Böyle bir iklimde, böyle bir coğrafyada merkezden bir kişinin her şeye hakim olması mümkün değil. Dolayısıyla bizim ne yapmamız lazım? Başta müdürlere sonra öğretmenlere yetki vermemiz lazım. Japonya, Güney Kore, Finlandiya, Hong Kong nasıl başardılar? Onlar yetkiyi yerelleştirdiler. Yerelde farklı farklı modeller birbiriyle yarıştı. Birbiriyle yarışınca da ortaya bir başarı çıktı.

Türkiye’de karar verme mekanizmalarını tabana yaymazsak, öğretmenleri ve yöneticileri yetkilendirmezsek, onları sorumlu kılmazsak yalnızca memur olarak kalan zihniyetle eğitim sistemini 21. yüzyılda yönetmemiz mümkün değildir. Bizim lider yöneticilere ihtiyacımız var. Bunun için de yönetmeliklerin ve karar verme süreçlerinin değişmesi lazım. Aynı şekilde, öğretmenlik mesleğinin prestijini arttırmamız lazım.  Finlandiya ve Kore bunu başardı. Öğretmenlik aynen tıp doktorlarında olduğu gibi, hukukçularda olduğu gibi profesyonel bir meslek olarak tanımlanmalı, ona göre de ödüllendirilmelidir. Bunun hem finansal hem de sosyolojik boyutu var.

-Sevgili Selçuk Hocam, beşinci adım olarak ilginç bir öneride bulunuyorsunuz. “Devlet okullarına itibar!” diyorsunuz. Devlet okullarının itibarı yok mu ki, devlet okullarına itibar diyorsunuz?

Türkiye’de bence son 20 yılda eğitimdeki en büyük gerileme devlet okullarının itibarını kaybetmesidir. Türkiye’de bölgeler ve okullar arası fark %40’lara varmış bir durumda. Bu ne demek biliyor musunuz? İki okul arasındaki fark %40 olduğu zaman, başarısız okula giden bir çocuk ağzıyla kuş da tutsa, başarılı okuldaki ortalama bir öğrenciyi yakalayamıyor. Neden? Çünkü iyi okulda iyi öğretmen var, kaynaklar daha fazla. Bizim okullar arasındaki farkı kapatmamız lazım. Ve bunu devlet okulları içerisinde yapmamız lazım. Türkiye, geçmişinde, dünya eğitim sistemine model olacak okulları sosyal bir devlet anlayışıyla ve devlet eliyle kurmuş bir ülkedir. Nelerden söz ediyorum? Bir; köy enstitüleri. Dünyaya model olmuş, 1940’larda Türkiye’nin kurduğu köy enstitüleri yapma-öğretme modeliyle günümüzde, 2020’lerde, Kore’ye, Çin’e, Finlandiya’ya örnek oluyor. Bunun bizim geçmişimizde olduğu, bugün olmadığı o kadar açık ki. Başka ne var? Biz yıllar önce fen liselerini kurmuşuz. Türkiye tıpta çok iyi diyoruz ya, evet bizim doktorlarımız çok iyi. Neden iyi? Çünkü zamanında Türkiye bu fen eğitimini çok ciddiye aldı. İzmir, Ankara, İstanbul başta olmak üzere pek çok yere elit, tırnak içinde kaliteli anlamda elit diyorum, elit fen liselerini kurdu. Peki, Anadolu liseleri… İlk kurulduğu dönem Türkiye’nin her yerinde İngilizce’nin öğretilebileceğini gösteren başarılı bir uygulamadır. Eğitim enstitüleri Osmanlı’dan, 1840’lardan, gelen bir gelenektir. Biraz önce dediğim gibi öğretmenlik mesleğinin profesyonelleşmesi gerekiyor. Aslında bunun yolu da eğitim enstitülerinden geçiyor. Örneğin; Gazi Eğitim Enstitüsü de Kazım Karabekir Erzurum Eğitim Enstitüsü de bir gelenektir.

Geçmişimizde olan, devlet eliyle yapılan bu uygulamaların, model okul uygulamalarının, tırnak içinde elit okul uygulamalarının yeniden hayata geçmesi ve yeşertilmesi gerekli. Önümüzdeki dönemde benim bunu yapmak için üç somut önerim var. Bir tanesi; dezavantajlı öğrencilere hizmet veren okullara ek kaynak sunmak. Bir çocuğun evinde kitap yok, okula geliyor, okulda kitaplık yok. Öğretmeni hevessiz olarak o okulda çalışıyor ya da ücretli öğretmen. Böyle bir ortamda olan çocuğun başarması mümkün değil. O çocuğun bulunduğu okula biz ek kaynak sunmak zorundayız. İki; dezavantajlı öğrencilere hizmet veren öğretmenlere başarı teşviki vermemiz gerekli. Yani çalışma şartları zorlu olan okullarda çalışan öğretmenlere ek ücret dahil olmak üzere çeşitli teşvikler sunmamız lazım. Ve son olarak; dezavantajlı öğrencilerin ailelerine eğitim teşvik fonu vermemiz lazım. Bunun uygulaması New York’ta var. Brezilya Lula döneminde bunu yaptı, çok da başarılı oldu. Dünyada başka örnekleri de var. Yoksulluk oranının azalmasının temel unsurlarından biri; ödev yapan, sınıfa gelen, dersinde başarılı olan çocukların ailelerine verilen teşviktir. Dünyada farklı uygulamaları var. Biden, şu anda Amerika’da her çocuğu olan aileye aylık belli ödemeler yapıyor. Bunun formülü bulunabilir. Dezavantajlı öğrencilere eğer birtakım ek kaynaklar sunmazsak; Türkiye’deki yoksul, dar gelirli ailelerin çocuklarını eğitimde başarılı kılmamız mümkün değil. Biz de şu an sosyal devlet olmanın unsurlarından birini yerine getirmiyoruz.

-Sevgili Selçuk Hocam, sonlara doğru geliyoruz. Altıncı reform öneriniz; her ilçeye bir bilim ve teknoloji lisesi kurmaktı…

Evet, Şahin Hocam. Bu yüzyılda ileri teknolojiye dayalı kalkınmanın dinamosu STEM. Yani bilim, teknoloji, mühendislik, sanat ya da tasarım… Bütün bunların bir arada olduğu bir eğitim modeli. Şu an bizim, ileri derecede matematik ve fen bilgisi becerisine sahip çocuklarımızın oranı dünyanın çok çok gerisinde. Bazı yıllarda %1 bile değil, biliyor musunuz? Yani 2015’te %1 bile değildi, düşünün. Normal dağılım içinde sizin %3-%5 civarında “dahi” olarak adlandırdığınız çocuğunuz var. 15 yaşında bir sınava giriyorlar ve %1 ‘in altına düşüyorlar. Burada bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Peki, ne yapmamız lazım? Türkiye’nin, özellikle 21. Yüzyılda, teknolojinin bu kadar önemli olduğu, her şeye aklın ve tasarımın girdiği bu çağda ileri derecede fen ve teknoloji eğitimine sahip olması lazım. Öncelikle tüm öğrenciler için müfredatı gözden geçirmemiz lazım. Okul öncesinden başlayarak çocuklarımıza kaliteli fen ve teknoloji eğitimi sunmamız lazım. Sonra belli bir sayıda, %5-%10 oranındaki bir çocuk grubunu da alıp, tıpkı o eskiden, ilk kurulduğu zaman fen liselerinde olduğu gibi, her ilçede elit, seçkin aile bazında elit demiyorum, çocuğun yeteneği bazında elit diyorum, bilim ve teknoloji liseleri kurmamız lazım.

-Sevgili Hocam, geldik son önerinize. Son olarak ne yapmamız lazım?

Bütün bunların olabilmesi için sınavlarımızı değiştirmemiz lazım. Türkiye’de sınavlar bir mıknatıs işlevi görüyor. Yani siz, eğitimde yapılması gereken her şeyi yapıp sınavları değiştirmezseniz, aileler ve okullar çocuklarını o sınava göre, yeniden, baştan kodlamak zorunda kalır. Dolayısıyla, bizim bu sınavlardaki ezbere dayalı sınav mantığını değiştirmemiz lazım. Şu an Türkiye’deki ulusal sınavlarda ne ölçülüyor, biliyor musunuz? Ezber. Çocuğun sınavdan sonra hiçbir işine yaramayacak, Google’da beş dakika aramakla bulabileceği tüm soruları bir sınavda soruyoruz. Daha sonra da çocukları ona göre bir üst basamağa alıyoruz. Bunu değiştirmemiz lazım. Bunun ötesinde de sınavların tek kriter olmasını gözden geçirmemiz lazım. Dünyada artık tek başına sınavı kullanan sistemler giderek ortadan kalkıyor, farklı farklı yöntemler uygulanıyor.

Bunu yaparken, üç tane somut önerim var. Bir; sınavların etkisini azaltmamız lazım. Yani üniversiteye girişte, seçkin, elit liselere geçişte sınavın etkisi %40-%50 olabilir. Ama onunla birlikte ders notu ortalaması, öğretmen değerlendirmesi ya da yeterlilik bazlı birtakım elemeler işin içine katılabilir. İki; sınavların niteliğini ezberden, problem çözmeye dönüştürmemiz lazım. Biraz önce PISA’dan söz ettim. PISA’da bizim çocuklarımız niye başarısız oluyor, biliyor musunuz? Çünkü PISA ezberi sormuyor; PISA problem çözme becerisini ölçüyor. Yani size bir takım veriler sunuyor ve bu verilerden yola çıkarak problemi çözmenizi istiyor. Bu tarz problemleri çözme becerisi bizim çocuklarda çok zayıf. Türkiye’de İleri derecede problem çözme becerisine sahip çocukların oranı %2 bile değil. Bunu değiştirmemiz lazım. Bunu değiştirmenin yolu da sınavları değiştirmekten geçiyor. Üçüncü olarak ki bu önemli; sınavları değiştirelim ama şu andaki merkezi yerleştirme sistemini değiştirmeyelim. Yani reform önermiyorum. Var olan sistemi yerinde tutalım. Üniversiteye geçiyorsunuz, üniversiteye geçerken Amerika’da da nasıl oluyor biliyor musunuz? Her üniversiteye tek tek başvuruyorsunuz. Bazı uzmanlar Türkiye’de de bunun olması gerektiğini söylüyorlar. Ben buna çok karşıyım. Şu an ÖSYM’nin yaptığı gibi tek başına bir başvuru ücreti ile üniversitelere ya da liselere geçişe devam etmemiz lazım. Sınavı değiştirelim ama yerleştirme sistemini sabit tutalım, değiştirmeyelim.

-Hocam, son olarak ne söylemek istersiniz?

Çok teşekkür ediyorum. Aslında burada söylediğim her şeyi aşağı yukarı kitaplarımda anlattım. Konuşmalarımda detaylandırdım. Söylediğim yedi aşamanın hepsi de verilere dayanıyor. O verilerin kaynakları da yine isteyenler için kitaplarımda var.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin… 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları