Londra’da 24 saat
ABD’den Londra aktarmalı döndüm. Londra, en sevdiğim şehirlerin en başlarında geliyor. Aşılarım, testlerim tamam; hiç sorgusuz trenle şehir merkezine gittim. “24 saatte ne yapayım” diye aklımdan geçiyor. En bilinen noktalar, en kalabalık caddeler, bir müze, iki café… Yoo, bu havada değilim hiç. Gün ne getirirse, kendimi bırakıyorum, dedim. Ve bıraktım.
Gazete ve dergilerin bir dönemlerin en favori gezi yazısı türüydü: Berlin’de, Londra’da, Amsterdam’da 24 saat. Hep bilinen, en kolay ulaşılan, turistik ve birbirine yakın adreslerle bezeli küçük gezi rehberleri hazırlanırdı. Bir de 48 ve 72 saatlik versiyonları yapılırdı hatta. Fena da olmazdı. Benim de defalarca bir yazıyı kesip adım adım takip etmişliğim; sayısız benzer yazılar yazmışlığım vardır kuşkusuz. Hızlıca, mümnkün olduğunca çok şey görmek isteyen ama vakitsiz bir gezgine yarenlik etmişliğim muhakkak olmuştur.
Devir değişti. Artık bütün müzeler online gezilebiliyor. Her yerde aynı kahve, aynı café, aynı mağazalar var. Orijinalliği yakalamak, biraz her gezgine göre değişen bir yetenek oldu. Kimi bütün günü bir meydanda oturarak geçirmek ister. Kimileri için nerede olduğunun önemi olmazksızın, rutinini aynen devam ettirir. Bazı gezginler bir tek şeyin peşinden koşarlar; örneğin antikacılar. Bazıları da yeni açılan lokantalar, menülere eklenen yeni lezzetlerle akıp giderler…
MARBLE ARCH MOUND
Artık her yerde aynı şeyleri yapıyorum üç aşağı beş yukarı. Yürüyüş, ama spor kıvamlı, yüksek tempo; her yerde vazgeçilmezim.
Paddington Station’dan başladım, Edgeware Road’I geçip Marble Arch’a vardım. O anda dilim tutuldu. Bunca yıldır girdisini çıktısını bildiğim bu şehirde, yepyeni bir manzarayla karşılaştım. Yeni bir bina, eklenmiş bir üst geçit falan değil; çok iyi bildiğim bir noktada, Marble Arch’ın Hyde Park köşesinde, Oxford Caddesi’nin bittiği yerde bir dağ yükseliyordu. Üzeri yeşillenmiş, buraya gelmediğim bir senede oluşmuş bir dağ!
Heyecanla yaklaştım. İsim koymuşlar: Marble Arch Mound. Gezilebiliyor. Daha doğrusu merdivenlerle tırmanmak mümkün. Sıraya girip kaydımı oluşturdum ve başladım tırmanmaya.
25 metre yükseklikte, Hyde Park ve Oxford Caddesi manzarası izleniyor sadece. Öyle büyük bir varyete beklememek lazımmış. Amaçları tursitlere daha önce hiç görmedikleri bir açıdan bu bölgeleri seyretmelerini sağlamakmış. Pek bir anlam verememekle birlikte, gördüm. Söylenen manzaraları seyrettim; pek bir numara yoktu. Birkaç resim çektim, birşeye benzemedi.
LONDRA’NIN EN FENA ATRAKSİYONU
Ne olduğunu, neden yapıldığını anlayayım diye epey kafa patlattım. Geçen ay sonu açılmış, Guardian’da da bir makale çıkmış; onu okudum. “Londra’nın en kötü atraksiyonu. Pandemi sonrasında Londra’nın turizmine katkısı olur diye yapılmış, milyonlarca pound harcanmış. Ancak politik ve finansal olarak bir felaket olarak karşımızda” yazmış Patrick Butler ve Mark Brown.
Aklın yolu bir. Traji komik bir gezi noktası, fena bir şaka.
Londra’da 24 saat, bir kahkaha tufanıyla başladı. Hyde Park kenarındaki banklardan birine çöktüm ve gülmeye başladım. Nasıl bir gülme hem de. Kendi kendime, soluksuz.
Biraz toparlanınca, banka bırakılmış günlük Metro gazetesinin sayfalarını çevirdim. “Londra’da harika yürüyüş rotaları” diye bir konu yapmışlar. Hiç bilmediğim parklar, bahçeler. Alexandra Palace and Park, Holland Park, Hampstead Heath, Dulwich Park…
“Hadi kalk, kalan 20 saati anlamlı bir şekilde geçir” dedim kendime. Navigasyona nasıl gidilir diye sordum ve Dulwich Park’ın yolunu tuttum…
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke