Atatürk-din ilişkisi ülkemizde sürekli tartışıla gelmiş konulardan biridir. Bu konuda yetkin olmayan kişilerin yaptığı yorumlar toplumda derin yaralar açmaktadır. Kendimi de bu konuda yeterli bulmadığım için, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın “Atatürk’ün Din Anlayışı” adlı makalesinden alıntı yapmayı doğru buldum:
“Belirtmek gerekir ki, Atatürk din bahsinde en fazla gadre ve haksızlığa uğramış bir şahsiyettir. Bazı çevreler, din ile Atatürk arasında ters bağlantı kurarak Atatürk’ü dine karşı bir silah gibi gösterme gayreti içine girerken, kendilerini İslam’ın müdafii ve sözcüsü yerine koyan diğer bazı çevreler de haksız bir şekilde onu din düşmanlığıyla itham etmişlerdir.”
Atatürk, hakkında binlerce kitap, makale, yorum yazılmış büyük bir devlet adamıdır. Atatürk’ün din anlayışını onun hakkında yapılan yorumlardan ziyade, bizzat kendisinin bu konudaki söylev ve demeçlerine bakarak değerlendirmek gerekir diyen eski Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz, değerlendirmelerine şöyle devam etmiştir:
“Atatürk’ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, onun din aleyhine ve dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir sözüne rastlamak mümkün değildir. Aksine dinimizden, Hz. Peygamber’den övgü ve saygı ile bahseden, Müslümanlığından dolayı duyduğu onuru dile getiren pek çok sözleri vardır.”
29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız muhabiri Maurice Pernot’ya verdiği demeçte Atatürk, şöyle demiştir:
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilime karşı, gelişmeye karşı hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaktır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini yoketmeye mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”
Görülüyor ki Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemektedir. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir diyen eski Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz makalesine şöyle devam etmiştir:
“Bunun ilk adımını da Kur’an-ı Kerim’in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis’teki bütçe müzakereleri sırasında Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkânlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan “Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi” isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.”
Atatürk, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
“Türk, Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.” Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, söz söylemek demektir.
Ahmet Gürel