Zaman, 15. yüzyılın başlarıdır.
600 yıl öncesi!
Batı Anadolu, fırtınalara, boranlara hazırdır.
Toprak da gebedir: “Neredeyse doğuracak, doğuracaktır”!
“Ha doğdu, ha doğacaktır güneş.”
Zamanının bilgesi Şeyh Bedreddin yollara düşmüştür. Sade, sessiz, kırılgan bir kış sabahıdır.
Derviş, yün hırkasını giymiştir. Ne ipek arzu etmiştir ne atlas. Sadece yün.
Heybesinde, o da yanmaya hazır yün olan bilgi, bilincinde ateş vardır.
Diyar diyar gezer; düşlerini, düşüncelerini anlatır.
Kendi gibi varoluşun ve hakikatin izini süren Börklüce Mustafa’yla Aydın ilinde, Nizar köyünde; Torlak Kemal’le Kütahya‑Bursa arasındaki Sürme köyünde buluşur, bilişir, anlaşır.
Varmak istedikleri menzil uzaktır, yürüyecekleri yol engebelidir.
Ne gam!
Göğüs kafeslerinde kor gibi yanar bir ateş.
Yoldaş olmuşlardır.
İnanç, örmektedir ağlarını.

(Börklüce ve müritleri: Yün ve ateş. YZ)
***
Anadolu’nun Ege sahillerinden Sakız Adası’na geçer Şeyh Bedrettin. Orada Hristiyanlara düşüncelerini anlatır, inancını aşılar.
İzmir üzerinden Domaniç yaylasına, oradan Bursa’ya, ardından Rumeli’ye gider, Edirne’ye yerleşir. Balkanlarda fikirlerini yaymaya devam eder.
Sanki her yeri aydınlatmak istemektedir!
Bedrettin, “Varidat” adlı eserinde görüşlerini şöyle açıklar:
“Allah’a göre bütün nesneler aynıdır. Hakikatte O’ndan başka varlık yoktur. Bin suretle ortaya çıksa da yine O birdir. Ulu Tanrı bütünde, O’nda ortaya çıkar. Gerçeğine bakılırsa; görünüş ve görülen aynıdır ve aradaki farklar itibarîdir.”
Bu bakış, halkın dilinde ete kemiğe bürünür:
“Mülk Allah’ın olduğuna göre, toprakta, suda, üretilende herkesin hakkı vardır. Dünya, hiçbir insanoğluna ait değildir. Mal ve mülk üzerinde sahiplik iddia etmek ilahî düzene aykırıdır.”
Bu eşitlikçi düşünceler hızla yayılmaktadır.
Bu süreçte Anadolu ve Trakya’da, Orta Asya’dan gelen Emir Timur’un dağıttığı Osmanlı Devleti’nin mirası üzerinde, Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi sürmektedir.
Kanlı bir devirdir bu!
Tahtı ele geçirmek için Musa ve Mehmet Çelebi’nin oluşturduğu birlik, ağabeyleri İsa ve Süleyman’ı saf dışı bırakır.
Kardeş, kardeşin gözyaşına bakmaz.
Mehmet Çelebi, Bursa önlerinde yapılan çatışmalarda üç kez yendiği İsa’nın, Sultanönü’nde (Eskişehir) bir hamamda olduğunu öğrenir. Yapılan baskında İsa boğularak öldürülür.
Zevk düşkünü bir kişi olan Süleyman Çelebi ise, Edirne’de bir hamamda eğlenirken, rakibi Musa Çelebi’nin baskın yapacağı haberini alınca kenti terk eder. İstanbul’a kaçarken köylüler tarafından yakalanıp öldürülür.
Böylece İsa ve Süleyman, iktidar savaşında devre dışı kalır.
Şimdi Musa ve Mehmet Çelebi iktidar için kapışacaklardır.
Taht, gücü paylaşmaz; yalnızca birini taşır.
Musa Çelebi, Edirne’ye girerek kendini padişah ilan eder.

(Musa Çelebi)
***
Musa Çelebi, o sırada Edirne’ye yerleşmiş ve saygın bir kişilik olan Şeyh Bedrettin’i 1411 yılında Bursa’da kazaskerlik görevine tayin etmiştir.
Osmanlı’da kazaskerler, kadı (yargıç), müderris (okullarda ders veren hoca) ve din görevlilerini (müftü) atamada etkin olan yüksek düzeyde bir devlet adamlarıdır. Ayrıca, kadıların verdiği kararları bozma yetkisine de sahip önemli kişilerdir.
Bu atama bağlamında Şehzade Musa’nın, Şeyh Bedrettin’in eşitlikçi ve halkçı fikirlerinden etkilenmiş olması mümkündür.
Ancak bu ilişki, aynı zamanda dönemin siyasal karmaşasında, Bedrettin ve çevresinin desteğini kazanarak Musa Çelebi’nin meşruiyetini güçlendirme çabası olarak da değerlendirilebilir.
Yeni görevi için Bursa’ya dönen Şeyh Bedrettin, fikir yoldaşı Börklüce Mustafa’yı yanına, “şeyhin katında kethüda” (kâhya) olarak alır.
Birlikte çalışacak, düşüncelerini paylaşacak, geleceğe yönelik tasarılar yapacaklardır muhtemel.
Bu sırada, Musa’nın daha önce ittifak yaptığı kardeşi Mehmet Çelebi Amasya’yı üs edinmiş, Anadolu’nun büyük kısmını kontrol altına almıştır. Tokat, Sivas, Ankara gibi önemli şehirler onun elindedir.
Musa’nın Edirne’de padişahlığını ilan etmesiyle, Mehmet ile olan ittifakı sona erer.
Oysa daha önce, diğer kardeşleriyle savaşırken, kendi aralarında Musa’nın Rumeli’yi, Mehmet’in ise Anadolu’yu yönetmesi konusunda bir anlaşmaya varmışlardı.
Ancak tüm ülkeye hâkim olmak isteyen Musa, Mehmet’in Anadolu’daki otoritesini tanımaz.
Bunun üzerine iki kardeş arasında yeni bir savaş patlak verir.
Uç beyleri, Gaziler, mistik çevreler Musa’yı desteklerken, başta Yeniçeriler olmak üzere Kapıkulu Ocakları Mehmet Çelebi’nin yanındaydı.
Sanki halk Musa’nın, Devlet Mehmet Çelebi’yle beraberdir.
İstanbul’u kuşatmaya kalkan Musa’dan rahatsız olan Bizans İmparatoru’ndan da destek alan Mehmet, büyük bir orduyla Rumeli’ye geçer ve Edirne’yi kuşatır.
Ancak karşı tarafın gücünü gören ve onun merkeziyetçiliğinden şikayetçi olan Musa yandaşları birer birer onu terk etmiştir.
Sofya yakınlarında, Çamurluova’da Yeniçeriler Edirne’yi terk eden Musa Çelebi’yi kıstırır.
Musa’nın taraftarları direnmeye çalışsa da kendisi ağır yaralı olarak kaçmaya çalışırken bir çeltik tarlasında yakalanır.
Mehmet Çelebi’nin kapıkulları, Musa Çelebi’yi hemen orada boğarak öldürürler (1413).
Osmanlı tarihi boyunca, hanedan üyeleri öldürülecekse kanları akıtılmayacak, kelleleri alınmayacak; boğularak infaz edileceklerdir. Küçük şehzadeler bile!
Bütün ülkeye tamah etmişti; ama bu arzunun bedeli, hayatı olur Musa’nın.
Sonuçta, rakipsiz kalan Mehmet Çelebi, Osmanlı tahtına oturarak gücü tek elde toplar.
Resmen I. Mehmet unvanıyla Osmanlı padişahlığını ilan eder.
Böylece, Osmanlı tarihinde "Fetret Devri" (Geçiş Dönemi) sona ermiş görünür.

(Osmanlı padişahı I.Mehmet Çelebi. Minyatür-Prof.Selim H.Özkan’dan)
***
İpleri ele alan yeni padişah, kendine göre bir yönetim kadrosu oluşturmaya girişir.
Amasyalı Beyazıt Paşa, Molla Fenari ve Emir Taceddin gibi devlette deneyimli ve etkili kişiler onun yanındadır.
Bu tecrübeli kişiler babası I.Beyazıt zamanında da görev başındaydılar.
Osmanlı Devlet yapısı, Timur hezimetine rağmen varlığını sürdürmektedir.
Zaten Amasyalı Beyazıt Paşa 1413-1421 yılları arasında I.Mehmet Çelebinin sadrazamı olacaktır.
Yeni padişah, Musa’nın Bursa’ya kazasker olarak tayin ettiği Şeyh Bedrettin’i görevden alır.
“O”, Musa’nın adamı sayılmaktadır.
Çevresinde, “devlet” karşıtı bazı toplumsal kıpırdanmaların başladığı sezilmektedir. “Biat etmeyenler” tam ezilememiştir.
Yine de Bedrettin’e saygı göstermeyi ihmal etmez Çelebi Mehmet.
Bilgili ve erdemli, toplum katında saygın bir kişi olduğunu bilinen Şeyh’e uygun bir maaş bağlar ve onu İznik’e sürgün eder.
I. Mehmet artık padişahtır, ancak Fetret Devri’nin getirdiği sürekli savaş, kargaşa ve belirsizlik ortamı; yaşanan toplumsal sıkıntılarla birleşince, halkı galeyana gelecek bir eşiğe taşımıştır.

(Şeyh Bedrettin-Temsili resim. YZ)
***
Bu ortamda Şeyh Bedreddin’in halifelerinden Börklüce Mustafa, İzmir-Karaburun’da; Torlak Kemal ise Aydın’da isyan bayrağını açar.
Nazım Hikmet’in dizeleri sanki bu başkaldırıyı selamlar:
“Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburun’da.
Bedreddin’in kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.”
Beylerin ve kolcuların baskısından bıkan köylüler, isyancıların peşinden gider.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in sözleri, bilgece tutumları ve Şeyh Bedreddin’den aldıkları esin, Aleviliğin öncülü sayılabilecek Sünnîlik dışı inançlara sahip Türkmenlerden büyük destek görür.
Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Börklüce’nin büyük ihtimalle Batı Anadolu’nun yerlisi olduğunu; Aydın ya da civar köylerde doğmuş olabileceğini söyler:
“İsyanı örgütlediği bölgelerde halkın güvenini kazanmış olması, o coğrafyaya ait olduğunu düşündürmektedir.” (Türkler, Cilt 6, Yeni Türkiye Yay.)
“Börklüce”, büyük olasılıkla “börk taşıyan, börklü olan” anlamında; dervişler arası bir unvan ya da kişisel lakaptır.
Eşitlikçi tutumuyla, sade bir halk unvanıyla anılması, onun alçakgönüllü sûfî kişiliğiyle de uyumludur.
“Yün” yumuşaktır ama ipliği serttir.
Bunlarla birlikte, eylemci kişiliğinin yanı sıra, Burhanettin oğlu Börklüce Mustafa, “Tasvîrü’l-Kulûb“ (Kalplerin Tasviri) adlı kitabı olan bir mutasavvıftır. Aynı zamanda bir din bilgini, bir alimdir.

(Börklüce Mustafa’nın “Tasvrü’l- Kulub/Kalplerin Tasviri” adlı kitabı)
Yani Börklüce, karizmatik bir halk önderi olmanın yanı sıra derin felsefî yönü olan bir bilgedir.
Şeyh Bedreddin’in “mülkiyet ortaklığı”, “din ayrımının reddi” ve “eşitlikçilik” gibi köktenci fikirlerine katılır ve açıkça savunur.
Etrafına topladığı müritlerine, ona atfedilen sözlerle:
“Ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi, sen de benim emlakime aynı şekilde tasarruf edebilirsin.” der. Bireysel mülkiyet karşıtlığını yayar.
Ona göre: “Hristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden bir Türkmen, dinsiz demektir.” (M. Doukas: Historia Bizantina)
Bu düşünceler, en özlü biçimiyle, büyük şair; Bedrettin’i Türkiye’ye yeniden hatırlatan Nazım Hikmet’in dizelerinde yankılanır:
“Yârin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraber!”
Bu yaklaşımla Börklüce Mustafa; Müslüman ve Hristiyan köylülerle, Musevî esnafla, azatlı kölelerle çok halklı, çok dinli bir topluluğu etrafında toplamayı başarır. (M. Doukas: Historia Bizantina)
Prof. Ahmet Yaşar Ocak; “Börklüce’nin uygulamaya çalıştığı toplumsal düzen, mülkiyetin ortak olduğu, din ayrımı yapılmayan bir halkçı düzendir.”, der. (A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler)
Prof. Halil Berktay, Prof. Taner Timur gibi modern akademisyenler Karaburun’daki yapılanmayı "ütopyacı bir halk komünü" olarak değerlendirir.
Ve Börklüce Mustafa başını kaldırır ve Osmanlıya karşı eyleme geçer.
Bu bir isyandır. (1416)

(Börklüce Mustafa Karaburun’da-Temsili resim. YZ)
***
İsyancıların sayısını, Bizanslı tarihçi M. Doukas 6.000, Osmanlı tarihçilerinden Şükrullah bin Şehabeddin 4.000, İdris-i Bitlisî ise 10.000 olarak verir.
Börklüce Mustafa'nın, ona inananlarla birlikte oluşturduğu silahlı güç, artık Padişah I. Mehmet için ciddi sorunlar yaratabilir.
İsyancılar, İzmir-Karaburun Yarımadası’nda, üzerlerine gelen Osmanlı’nın Saruhan Valisi İskender Paşa’nın ordusunu bozguna uğratır.
Bu zafer, Börklüce’ye inananların sayısını ve gücünü daha da artırır.
“Eşitlikçiler başarıyorlar mıdır ne?”
İsyana katılan kitleler arasında, en az Müslüman Türkler kadar Hristiyanlar, Yahudiler de yer alır.
Bu yenilginin ardından, Osmanlı Padişahı I. Mehmet Çelebi, Saruhan Sancak Beyi Timurtaş Paşazade Ali Bey’i, daha büyük bir orduyla Karaburun’a gönderir.
Yarımadada yapılan çetin çatışmada, isyancılar bir kez daha zafer kazanır.
Ali Bey canını zor kurtarır, kaçar.
Bölgedeki komutanlarının gücüyle isyancılarla baş edemeyen I. Mehmet, sonunda Veziriazamı Bayezid Paşa’yı, Rumeli ordusunun başında Börklüce Mustafa üzerine yollar.
Çok genç, daha çocuk yaşta olan oğlu Şehzade Murat’ı (II. Murat) da bu savaşa gönderir.
Demek ki durum çok ciddidir.
Baş kaldıranlar dirençlidir ve isyan derinleşmektedir.
Karşısındakiler, kardeşleri gibi taht ve iktidar için değil;
yaşamları, yaşam koşulları ve inançları için ayağa kalkmışlardır.
Bu, Osmanlı devlet düzeni için büyük bir tehdittir.
“İsyancıların katli vaciptir!”

(Karaburun - Cehennem Vadisi)
Karaburun Yarımadası’nda, “Cehennem Vadisi” olarak bilinen yerde yapılan kanlı çatışmalarda, Osmanlı ordusu Börklüce ve müritlerinin etrafını sarar.
Osmanlı askeri karşıtlarına göre çok kalabalıktır.
Yarımadanın batı kıyısı da gemilerle kuşatılır. Böylece isyancıların denizden Sakız Adası’na kaçışı engellenir.
Şehzade Murat’ın maiyetinden de birçok kişinin öldüğü bu savaşın sonunda, isyancılar yenilir.
Dört bir yandan kuşatılan Börklüce Mustafa, müritleriyle birlikte esir düşer.
Ayasluğ’a (bugünkü Selçuk/İzmir) getirilir.
İnancından dönmesi için yapılan eziyetlere aldırmaz.
İşkence altındaki Türkmen müritler, “Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Bedreddin, yetiş ya Dede Sultan!” diye inler.
İnananları Börklüce Mustafa’ya “Dede Sultan” da demektedir.
“Dedelik”, Anadolu’da Türklerden de önce var olan kadim bir toplumsal konumdur.
İsyancıların önderi Börklüce , adını Hz. Muhammed’in sıfatlarından biri olan, “seçilmiş” anlamındaki “Mustafa”dan alır.
Börklüce Mustafa, Ayasluğ’da kollarından ve ayaklarından çivilenir, çarmıha gerilir.
Bir devenin sırtına bağlanarak, büyük bir alay eşliğinde, ibret olsun diye sokak sokak dolaştırılır.
Osmanlının düzeni böyledir: “İsyan edenin başı ezilir!”
“Baki olan Devlettir!”

(Börklüce çarmıha gerilmiş, deve üstünde gezdiriliyor: Ahmet Umurdeniz’in temsili çizimi)
***
Börklüce Mustafa’nın, Ege’nin mavi göğü altında idamı; bazı halk deyişlerinde ve sözlü gelenekte, mistik ya da olağanüstü olaylarla anlatılır, belleğe kazınır.
İdamının ardından söylenen Bektaşi nefeslerinden birinde şöyle denmiştir:
“Bedreddin Sultan’ım, meydandadır her dem,
Börklüce aslanım, cellât güler ne dem!”
Özellikle Alevî-Bektaşi ve Sünnîlik dışı (heteredoks) halk anlatılarında, Börklüce’nin bir mürşit, bir evliya, hatta bir "veli" olduğuna inanılır:
“Börklüce Mustafa kırk kez asıldı ama ölmedi.”
“İdam edildiği anda gökten bir nur indi, çevresi aydınlandı, melekleri geldi.”
“Bedenini toprak kabul etmedi. Mezar yeri değiştirildi ya da bedeni kayboldu.”
Ölümünden sonra, bazı müritlerinin kaçarak Karaburun ve Sakız Adası açıklarındaki Tavşan ya da Koyun Adasına, muhtemelen Oinossa olarak bilinen bir adaya sığındığı, orada onun anısını yaşattığı anlatılır.
Bu ada, uzun yıllar boyunca, her dinden insanın uğradığı bir tür ziyaret yerine dönüşmüştür.
Sakız Adası halkı, tarihsel olarak merkezi iktidarlara karşı eleştirel tutumlar takınmakla bilinir. 1822 yılında Osmanlı egemenliğine karşı yaptıkları isyan büyük bir katliamla sonuçlanmıştı.
Börklüce Mustafa ile ilgili gizemli anlatılar, halk arasında onun keramet sahibi bir veli olduğuna dair inancın varlığını simgeler.
Bu yöndeki olağanüstü yakıştırmalar, müritlerinin onu bir şehit, hatta mazlum bir peygambervari kişi olarak görme eğilimini yansıtır.
Bu yansımalar, tarihî gerçeklikten çok halk belleğinin ve inanç dünyasının birer ürünüdür.
Ama tam da bu anlatılar sayesinde, Börklüce Mustafa’nın ismi, sadece bir isyan önderi olarak değil; aynı zamanda bir “dede”, bir “veli”, bir “mazlum halk önderi” olarak, sessizce yaşamaya devam etmiştir.

(Börklüce Mustafa. Temsili resim. YZ)
***
Ancak bu dönemde yaşanan halk isyanı, büyük bir direnişe rağmen öldürülen Börklüce Mustafa’yla sona ermiyordu.
Yeni, yepyeni sayfalar açılıyordu tarihte!
Eşitlikçi düşünceler dağdan dağa yankılanıyor, yeni baş kaldırılara dönüşüyordu.
Tutuşan “yün”den, alev alev “ateş” çıkıyordu!
Ateş kibri sever, yün tevazuyu!
Biri yakar, diğeri yakılmayı kabul eder!
Yünden örülmüş hırkaların göğüs kafesinde sakladığı, kor gibi bir şey yanıyordu dervişlerin!
İlâhî aşk denen o eski yangın; “eşitlik ve özgürlük” demekti!
Yünden keçe gibi sert yüreklerde tutuşan o ateş ne odun isterdi ne kıvılcım: Yürek yeterdi!
Dağlarda yanan ateş, dervişlerin yün giysilerine yansıdı!
Yücelerden indi kırsala, ovaya, kentlere vardı.
Bedreddin’in ve Börklüce’nin öngörülerinde, Torlak Kemal’in dualarında yün, ateşe dönüşüyordu.
Ve bir halk, yanmayı göze alarak giydi o yünü — tıpkı kendisinden başka herkes için her şeyi isteyen dervişler gibi.
***
Bu isyanların bir diğer önderi olan Torlak Kemal de, neredeyse Börklüce ile eş zamanlı olarak Aydın’da başkaldırdı.
Bu süreçte, Börklüce ve Torlak’ın isyanını bulunduğu İznik’ten izleyen Şeyh Bedrettin, eylemsiz kalamazdı.
Hacca gitme gerekçesiyle, çocuklarını müritlerine emanet edip İznik’te bırakarak önce Kastamonu’ya, oradan da taraftar toplaya toplaya Sinop’a geçti.
Ardından Tuna Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü Balkan topraklarına, Deliormanlar’a doğru yola çıktı.
Bedrettin ve halifelerinin davranışları eşgüdümlü gibi görünüyordu.
Karadeniz kıyısını takip ederek, deniz yoluyla ya da kara yoluyla Dobruca’ya ulaştı.
Dobruca; Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan, Romanya’nın Köstence ile Bulgaristan’ın Silistre illerini kapsayan, yoğun Türkmen nüfusunun yaşadığı tarihî bir bölgeydi.
Bu bölge, sık ve geçit vermez ormanları nedeniyle halk arasında “Deliormanlar” olarak da anılır.
Dobruca, Bedrettin’in gençliğinde kadı olarak görev yaptığı ve müritlerinin hâlâ etkili olduğu bir yerdi. Burada iyi tanınıyor, saygı görüyordu. Eski destekçileriyle yeniden güç toplamaya çalıştı.
Bu sırada, Bedrettin’in diğer yoldaşı Torlak Kemal, ona katılan köylülerle birlikte Manisa merkezinde, bazı kaynaklara göre ise Aydın vilayetine bağlı olduğu belirtilen kasabalarda başkaldırdı.
İsyanın etkisi Gediz Ovası, Sart (Salihli), Turgutlu ve Alaşehir gibi çevre bölgelere de yayıldı.
Torlak Kemal, Manisa doğumluydu. Yahudi asıllıydı. Önceki adı Samuel (ya da Manuel) idi.
Yahudiler, Türklerin Anadolu’ya gelişinden çok daha önce bu topraklarda yaşayan halklardan biridir.
Bu bağlamda, Yahudilerin Anadolu’daki tarihsel varlığına ilişkin bazı notlar düşmek yararlı olacaktır.

(Torlak Kemal-Temsili resim. YZ)
***
Yahudi halkı, en eski çağlarda “Kenan”, sonrasında “Yahuda” ve nihayetinde “Filistin” olarak adlandırılan topraklardan, tarih boyunca hem zorla sürgün edilerek hem de farklı beklentilerle Batı’ya göç etmişlerdir.
Bu göçler başlangıçta zorunlu sürgünlerle başlamış, ancak özellikle Helenistik Dönem (İ.Ö. 330–30) ve Roma İmparatorluğu döneminde kendi istekleriyle Mısır, Anadolu ve Akdeniz kentlerine yerleşmeleriyle devam etmişti.
Kenan-Filistin’den ilk büyük Yahudi sürgünü İ.Ö. 586’da gerçekleşti.
Mezopotamya’da Babil Kralı II. Nebukadnezar, Kudüs’ü fethederek Süleyman Tapınağını yıktı. Yahudi toplumunun büyük kısmını Babil’e (bugünkü Irak’ta, Bağdat’ın güneyine) sürgün etti.
Yaklaşık elli yıl boyunca, İsrailoğullarının önde gelenleri Babil’de yaşamak zorunda kaldı.
Bu “Babil Sürgünü”, Kutsal Kitap Tevrat’ın bugünkü biçimini almasında derin bir dönüştürücü rol oynamıştır.
“Tevrat”ın özellikle Levililer, Yaratılış ve Çıkış bölümlerinin, Babil’de derlenip düzenlendiği düşünülür. Bu bölümler, çok eski Mezopotamya kültürlerinden (Sümer, Akad, Asur, Babil) etkilenmiştir.

(Yahudi Roma Savaşları- Titus’un Kudüs zaferi. Beth Hatefutsoth)
İ.Ö. 332’den itibaren, Makedonyalı Büyük İskender’in doğu seferleriyle birlikte, Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu coğrafyası onun ve ardıllarının hâkimiyetine girdi.
Bu dönemde Yahudiler, özellikle ekonomik ve ticari nedenlerle Helenistik kentlere gönüllü olarak göç ettiler.
Mısır’da İskenderiye’ye; Anadolu’da Lidya (Batı Anadolu), Frigya Orta Anadolu’nun batısı), Kilikya (Güney Anadolu’nun doğusu) gibi bölgelere yerleştiler.
Sart (Sardes), Efes (Ephesos), Milet (Miletos) gibi kentlerde bulunmuş bu göçmen Yahudi topluluklarının varlığına dair arkeolojik ve epigrafik (yazılı) kanıtlar mevcuttur.
Yahudilerin Akdeniz’e daha yaygın dağılması, İ.S. 70 ve İ.S. 135 yıllarında gerçekleşti.
İ.S. 66–73 yılları arasında, Yahudiler Roma İmparatorluğu’na karşı isyan etti. Baskılardan bunalmışlardı. Kudüs’ün kapılarını Roma’ya kapattılar.
İmparator Titus komutasındaki Roma ordusu, İ.S. 70’te Kudüs’ü kuşatarak şehri ele geçirdi.
Daha önce Babil Kralı II. Nebukadnezar tarafından yıkılmış olan Süleyman Tapınağının yerine inşa edilmiş İkinci Tapınak bu kez tamamen yıkıldı.

(Klaros’da, ‘Menderes-İzmir’ bulunmuş, İ.S.2-4.yüzyıla tarihlenen İbrani/Yahudi alfabesiyle yazılmış bir yazıt)
Binlerce Yahudi öldürüldü, sağ kalanlar köleleştirildi.
Bu felaket, Yahudi tarihinde en büyük travmalardan biri olarak kabul edilir.
Kudüs çevresindeki Yahudiler, Roma’nın çeşitli eyaletlerine sürgün edildi veya göç etmeye zorlandılar.
Anadolu, Yunanistan, Kuzey Afrika (özellikle Mısır ve Kartaca/Tunus), İtalya, Yahudilerin sığındığı yerler arasında yer aldı.
Roma kenti, zorla getirilen Yahudilerin yoğun olarak yerleştirildiği önemli merkezlerden biri hâline geldi.
Bu süreçte tapınak merkezli Yahudilik çökerken, sinagoglarda (havralarda) toplanan, dua eden ve Tevrat’ı temel alan Diaspora (Yurdundan kopanlar) Yahudiliği gelişmeye başladı.
İ.S. 135’te, Roma’ya karşı ikinci büyük Yahudi isyanı, adı “Yıldızın oğlu” anlamına gelen Simon Bar Kohba adlı bir önder tarafından başlatıldı.
Ancak bu isyan, aslında Roma’nın çok geniş alana yayılmış topraklarını barış içine tutan İmparator Hadrianus tarafından çok kanlı biçimde bastırıldı.
İsyanın ardından Yahudilerin Kudüs’e girmesi yasaklandı.
“Yahuda” olarak bilinen bölgenin adı Roma yönetimi tarafından “Filistin” olarak değiştirildi.
Yahudiler bir kez daha Roma’nın farklı eyaletlerine zorla dağıtıldı.
Böylece Yahudiler, tüm Akdeniz çevresine yayıldılar:
Göç ettikleri yerlerde genellikle ticaret, zanaat ve entelektüel üretim alanlarında öne çıktılar.
Bu yayılma, günümüzdeki küresel Yahudi varlığının temellerini oluşturdu.
İspanya ve Portekiz’e yerleşen Yahudiler “Sefarad”, Doğu ve Orta Avrupa’ya yerleşenler “Aşkenaz”, Orta Doğu’da yaşayanlar ise “Mizrahi” (Doğulu) Yahudileri olarak anıldı.
Romalılar döneminde Anadolu’ya yerleşen Yahudilere ise “Romanyot” (Romanoit) Yahudileri denildi.
Romanyot Yahudileri, “Yevanik” adı verilen, İbranice ve Aramca etkili bir Yunanca konuşuyorlardı.
Şabat, sünnet, koşer gibi dinî uygulamalara bağlı kalıyorlardı.
İşte muhtemelen Batı Anadolu’ya yerleşmiş Romanyot topluluklarından birine mensup olan, Manisa doğumlu Samuel, tanıştığı ve görüşlerine inandığı Şeyh Bedrettin’e bağlanarak, Musevî inancından vazgeçmiş ve Müslüman olmuştu.
Yeni adı Torlak Kemal’di.

(Sardes/Sart-Salihli-Manisa sinagogu. İ.S.3.yüzyıl)
***
“Torlak” sözcüğü çok eski bir Türkçe kelimedir.
Muhtemelen halk dilinde “boş, arı, yalın” anlamları taşıyan “tor” kökünden türemiştir.
Bazı lehçelerde “çıplak, sade kişi”, bazı yorumlara göre de “acemi, toy, yeni dönme” anlamlarına gelir.
Samuel’in, İslam’a yeni geçmiş olması nedeniyle “Kemal” adını alması ve “Torlak” unvanıyla anılması bu bağlamda anlamlıdır.
Yunus Emre ve benzeri halk mutasavvıflarının şiirlerinde de “torlak” sözcüğü mecazi anlamda kullanılmıştır:
“Torlak oldum ben bu yolda,
Dünya malın terk eyledim…”

(Kalenderi dervişleri. Temsili minyatür)
Torlaklar, bir kolu oldukları Kalenderî tarikatının dervişlerine verilen addır.
Kalenderî Tarikatı, İslam tasavvuf tarihinde özellikle Batınî (dinin derunî/gizli anlamı) ve heterodoks (Sünnîlik dışı) eğilimleriyle tanınır.
Gelenek dışı yaşam tarzı, toplumdan farklı giyim-kuşam anlayışları ve yerleşik otoriteye uzak duruşları ile bilinen bir derviş topluluğudur.
Bu tarikat, özellikle Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan da Balkanlar’a kadar uzanan bölgelerde etkili olmuştur.
“Kalender” kelimesi Farsça kökenli olup, “dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş kişi” anlamına gelir.
İlk temsilcileri arasında Ebu Said Ebu’l-Hayr (ö. 1049) ve Hasan Sabbah gibi mistik isimler yer alır.
Selçuklular döneminde, göçebe Türkmen toplulukları arasında Kalenderî dervişler hızla yayılmıştır.
Kalenderîlerin bir kolu olan Torlaklar; başları tıraşlı, ayakları çıplak, kıyafetleri sade bir görünüme sahipti.
Toplumun ölçülerine karşı duran, dünya nimetlerine aldırmayan, yetingen ve nefsine hâkim bir yaşam biçimini benimserlerdi.
Torlak Kemal de, adından belli ki büyük olasılıkla böyle mistik bir kişilik taşıyordu.

(Yün hırka, ateş ve bir derviş. YZ)
***
Şeyh Bedrettin’in, inancın insan ve toplum hayatı üzerindeki somut yansımalarına ilişkin düşünceleri; Börklüce Mustafa’da kuramsal bağlılıkla birleşmiş, örgütçü ve eylemci bir güce dönüşmüştü.
Torlak Kemal’de ise bu fikirler, mistik ve saklı anlamlarla yoğrularak isyana evriliyordu.
Dualarla, zikirlerle cesaretlendiriyordu yoldaşlarını!
Halkın arasındaydı her zaman!
Yoksul müminlerin önderiydi Torlak Kemal!
Tabii ki hırkası “yün”dü!
“Ateş”ini yüreğinde taşıyordu!
Arılar peteklerini örüyor, karıncalar sabırla ve düzenle yürüyor, atılgan aslanlar dervişin rüyasında beliriyordu!
Koca koca bulutlar harmanlıyordu gökyüzünü!
Bakalım güneş, ufkun ardına nasıl saklanacaktı?
(Devamı bir dahaki yazıda)
Sefa Taşkın
03.08.2025
Dikili-İzmir