Tarihin en önemli balelerinden olan “Coppélia” yapay zekânın hükmettiği, Silikon Vadisi’nden esin alan bir evrende izleyiciyle buluşuyor. Scottish Ballet’in yapımıyla sahnelenen oyun, 7-8 Kasım’da Zorlu PSM’de İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. Bu klasik öyküyü yeni bir yorumla sahneye taşıyan koreograflar Morgann Runacre-Temple ve Jessica Wright ile “Coppélia”nin yeni versiyonunu ve yapay zekâ çağında baleyi konuştuk.
- “Coppélia”nın romantik kökenlerini yapay zekâ çağında yeniden yorumlamak sanatsal olarak nasıl bir meydan okumaydı? Bu iki dünyayı nasıl bir araya getirdiniz?
Morgann Runacre-Temple: Her zaman sinemasal anlatım ile dansın kesiştiği noktaya ilgi duyduk. Fakat Coppélia”yı Scottish Ballet ile birlikte yaratmak bu ilgiyi bambaşka bir seviyeye taşıdı. Bu nedenle sürecin bir kısmı, kendi filmlerimizden yola çıkarak onların sahneye nasıl aktarılabileceğini keşfetmekle geçti. Yapım; canlı performans, animasyon ve hem canlı hem de projeksiyonla yansıtılan film görüntülerini içeriyor. Bu yapı, manipülasyon ve illüzyon yaratma merakımızın üzerine inşa edildi. Aynı zamanda *Coppélia*’nın özgün hikâyesine de bir göndermede bulunuyor. Biz de seyirciye “bir şeylerin tam yerinde olmadığı” o tuhaf hissi verecek o ince dili bulmaya çalıştık.

- Bu yeni sahneleme, Silikon Vadisi kültürüne bir gönderme yapıyor gibi. Bu, teknoloji takıntılı dünyamıza bir eleştiri mi yoksa bir yansıma mı olarak kurgulandı?
Jessica Wright: Teknolojinin gündelik yaşamımızda ne kadar belirleyici hâle geldiğinin farkındaydık. Bu bizi şu soruya götürdü: Bir teknoloji doğası gereği “iyi” ya da “kötü” müdür yoksa onu hangi toplumsal bağlamda kullandığımız mı belirleyicidir? Bu sorudan yola çıkarak teknolojiyi yaratan ve ona güç veren kişilere yani veriyi elinde tutanlara odaklandık. Böylece 19. yüzyılın mucidi Dr. Coppelius’un modern bir karşılığını ararken teknoloji gurularının eksantrik kişiliklerinden ilham aldık ve baleyi, bir Silikon Vadisi benzeri şirkette geçen yeni bir evrene taşıdık. Şirketin kurucusu ve CEO’su da tabii ki Dr. Coppelius’tu.
- Bu uyarlamada kadın figürü, bir “yaratım nesnesi” olmaktan çıkıp aktif bir özneye dönüşüyor. Bu feminist okuma, bilinçli bir tercih miydi?
M. Runacre-Temple: “Coppélia”, birçok 19. yüzyıl eseri gibi, yazıldığı dönemin değerlerini yansıtan bir eşitsizlik mirası taşır. Bu hikâyeyi yeniden ele almaya karar verdiğimizde bu problemli temalara da kendi versiyonumuzda bir yanıt vermemiz gerektiğini biliyorduk.
J. Wright: Kadınların nesneleştirilmesi meselesini nasıl ele alabileceğimizi, buna nasıl bir karşı duruş getirebileceğimizi düşündük. Sonunda hikâyenin merkezindeki Swanhilda karakterine döndük. Çünkü *Coppélia*’da asıl yaratıcı olan doktor değil, Swanhilda’dır. Franz’ı kurtaran, Dr. Coppelius’un kibirini açığa çıkaran odur.
M. Runacre-Temple: Swanhilda bir maske ustası gibi davranarak bilim insanını kandırır; ona “hayat yaratma gücü” olduğunu düşündürür ama aslında kendi sevgilisini kurtarır. Yani sistemin içinde, o sistemin kurallarını tersine çevirerek zafer kazanır. Bizim yorumumuzda Swanhilda sonunda klonlardan oluşan bir orduyu yönetir, kuklalar özgürleşir.

TEKNOLOJİNİN ETKİSİ
- Teknoloji balede genellikle yardımcı bir unsur olmuştur ancak bu yapımda sahnenin merkezine taşınıyor. Sizce teknoloji dansın duygusal özünü güçlendiriyor mu, onu zayıflatma riski taşıyor mu?
J. Wright: Sahnede film kullanımı, canlı çekimle önceden kaydedilmiş görüntüler arasında dinamik bir geçiş yaratıyor. Canlı çekim, karakterleri seyirciye çok daha yakın bir biçimde gösterme fırsatı sunuyor. Bu da izleyiciyle daha samimi bir bağ kurmamızı sağlıyor. Dolayısıyla evet, teknoloji burada duyguları derinleştiren bir araç haline geliyor.
- Bu versiyonda Swanhilda bir gazeteci, Dr. Coppelius ise bir teknoloji girişimcisi. Bu klasik hikâyeyi dijital bir evrene taşımak, koreografik açıdan sizi nasıl etkiledi? Mekanik ve insani hareket arasındaki farkı dans diline nasıl aktardınız?
J. Wright: Silikon Vadisi atmosferini sahneye taşımak koreografi açısından gerçekten zorluydu. “Bu şirket çalışanlarını nasıl betimleyeceğiz, sahnede ne yapıyor olacaklar?” sorusunu sürekli kendimize sorduk. Günümüz kültürel referanslarından, teknoloji girişimcilerinin neredeyse birer modern arketipe dönüşmüş hâlinden ilham aldık. Bu figürler genelde balede karşımıza çıkmaz.
M. Runacre-Temple: En büyük soru, “kukla” ya da “otomaton”un nasıl bir varlık olacağıydı. Artık tahta eklemler, emaye gözler anlamını yitirmişti, silikon ve çip çağındaydık. Bir ara tamamen dijital bir varlık olabileceğini düşündük ama bu da Swanhilda’nın sahnedeki varlığını sınırlardı. Sonunda Coppélia’yı bir tür robot olarak tasarladık: O kadar gelişmiş bir robot ki insan gibi hareket etmesi kaçınılmaz hale geliyor. Yani koreografik olarak ilkel bir makineden “insan kadar gerçek” bir varlığa evrilen bir hareket dili kurduk.
J. Wright: LED ekranlar ve projeksiyonla çoğaltılan “Coppélia” kopyaları da koreografinin bir parçası hâline geldi. Dijital bir varlık, sahnede “gerçekleşiyor” ve sonra yeniden dijital alana dönüyor. Böylece sahne, dijital ile fizikselin kesiştiği akışkan bir alana dönüştü.
MÜZİK DE YENİLENDİ
- Delibes’in özgün müziğinin yanına Mikael Karlsson ve Michael P. Atkinson’ın yeni bestelerini de eklediniz. Bu genişletilmiş ses dünyası koreografinizi nasıl etkiledi?
M. Runacre-Temple: Karlsson ve Atkinson, Delibes’in orijinal müziğinden pek çok unsuru koruyarak ama balenin klasik hareket dağarcığını tamamen dışarıda bırakarak harika bir beste yarattılar. Bilinçli olarak hiçbir 19. yüzyıl bale dilini koreografide kullanmak istemedik. Filmle çalışmak, dansı daha incelikli bir düzleme taşıyor: küçük bir hareket, dev bir ekranda gösterildiğinde çok daha büyük bir etki yaratabiliyor. Bu da bedenin ifadesini sinemasal bir duyarlılıkla yeniden tanımlamamıza olanak sağladı.