Amerikalı yazar James Monaco, Yeni Dalga’nın beş yönetmeni üzerine yazdığı kitabına şöyle bir giriş yapar: “Eğer Yeni Dalga’nın ilk günleri üzerine bir film yapılsaydı, ilk sahne kesinlikle 1940’ların sonlarında Fransız Sinemateki’nin bulunduğu Avenue de Messine’deki küçük gösterim odasında geçerdi. Görüntü iri grenli siyah beyaz olurdu. İlk iki sırada üç genç yer alırdı. En solda oturan gencin yakın çekimine kesme. Bu gencin güneş gözlükleri var. Işıklar sönüp film başlayınca iki genç daha koşarak salona girerdi” ve ekliyor yazar: “Jacques Rivette’e göre, 1949 ya da 1950 yılında onun Jean-Luc Godard ve François Truffaut ile tanışması gerçekten de böyle olmuştur. Çünkü onları bir araya getiren sinemaya yönelik ortak tutkuydu.” *
Richard Linklater’in, Filmekimi’nde gösterilen filmi Yeni Dalga’yı (Nouvelle Vague) izlediğimde, Monaco’nun bu devrimci genç sinemacıları anlatan kitabının giriş sözlerini hatırladım. Gerçekten de filmin açılışı, Yeni Dalga’yı ve onu yaratanların karakterini en doğru temsil edecek yerde, bir sinema salonunda gerçekleşiyor. Siyah beyaz bir karede, François Truffaut, Claude Chabrol, Suzanne Schiffman ve evet, güneş gözlükleriyle Jean-Luc Godard film izliyorlar. Bir film galasındalar ancak ve takvim, 1959’u işaret ediyor. 50’ler boyunca Cahiers du Cinéma’nın sayfalarında geliştirdikleri sinema kuramı ve dili tartışmalarından sonra bu genç eleştirmenler yavaş yavaş ilk filmlerini çekmeye ve adlarından “Yeni Dalga” diye söz ettirmeye başlamışlar. Ancak Godard hala ilk uzun metraj filmini çekememiş ve bunun sancılarıyla ilk filmine finansman bulmaya, yapımcıyı ve oyuncuları ikna etmeye çalışıyor.
İşte salt Yeni Dalga sineması ve yönetmenleri için değil, modern sinemanın mihenk taşlarından biri haline gelecek, kendisinden sonra gelen jenerasyonları etkileyecek, Richard Linklater’ın, Godard’a, üslubuna, yarattığı tekniğe ve elbette Yeni Dalga’nın asi tavrına aşkla, övgüyle, hayranlıkla yarattığı filmine ilham olacak bu yılda Godard, nihayet ilk filmini çekiyor. Linklater, kısa bir girizgahın ardından anlatısının tamamını, modern sinema dilinin yönünü değiştiren, geleneksel sinema anlatımını ve kurallarını yerle bir eden eserlerinin başında gelen Serseri Aşıklar’a (À Bout de Souffle) vakfettiği filmiyle bu mühim klasiğin yapım sürecini, onu yeniden canlandırarak seyirciye ulaştırmak istiyor.
Elbette bu, Linklater için tümüyle kişisel bir girişim ve maksadı, filmin adına rağmen daha ziyade Yeni Dalga’nın, Godard ayağı üzerinde durmak. Onun, sinema sanatının yerleşik kurallarına karşı ikon kırıcı tavrı, yarattığı sinemasal darbenin etkileri ve dahi sonuçları, en çok bilinen ve bir roman yazarının noktalı virgülü gibi övülen filmsel noktalamayı (jumpcut) kullanması, devamlılığa karşı oluşu gibi geleneksel sinema için “yıkıcı” pek çok yaklaşımı gösterebilmek. Fakat bununla birlikte, çok fazla “felsefi sohbete dalmanın risklerini” öngören Linklater’ın, Godard’ı ve onu inşa eden, “büyüten” yapıları ve kişileri yeteri kadar açıklığa kavuşturmadığını düşünüyorum.
Evet, Roberto Rossellini, Yeni Dalga’nın “vaftiz babasıydı” ancak Yeni Dalga’nın “manevi babası”, Sinematek’in kurucusu Henri Langlois’nın tek bir başlık kartıyla dahi olsa filmin herhangi bir yerinde yer alması; filmin çekildiği tarihten bir yıl önce ölen “asıl baba” André Bazin’in isminin, benim gibi pek çok kişinin zevkle izleyebileceği, birkaç dakikalık sürebilecek kuramsal tartışmaların arasında geçmesi ya da Alexander Astruc’ün bu dalgaya katkılarının ifade edilmesi harika olmaz mıydı? Godard ve arkadaşlarının kendi aralarında yapabilecekleri bir tartışmayı izlemek, onun ilham kaynaklarını keşfetmek, eğer niyet onu anlatmaksa, bize bu dahi sinemacıyı daha iyi tanıtmaz mıydı?
Yine de Linklater’ın, bilhassa Godard’a hayat veren Guillaume Marbeck, Jean-Paul Belmondo’yu canlandıran Aubry Dullin ve Jean Seberg’e hayat veren Zoey Deutch gibi göz kamaştırıcı bir cast inşasıyla dönemin ruhunu anlattığı filmi Yeni Dalga, bu haliyle dahi “nefes kesici” bir eser. Bir dönemin portrelerinin geçit töreni, bir devrin eserlerinin müzesi, sinema tarihine buğulu bir mektup gibi… Yer yer gülümseten, sinemaya neden gittiğimizi, filmlerin bizim için ne olduğunu hatırlatan, bazı anlarda tökezleyen ancak bütününde, sinema duyduğumuz sevginin ortaklığını bize gösterebilen bir film. Tıpkı Monaco’nun yazdığı gibi; “Onları bir araya getiren sinemaya yönelik ortak tutkuydu.” Ve bu tutkuyu, güneş gözlüğü takmış bir çift gözün ardından görebilmek, her haliyle büyüleyici.
Puanım: 8.5/10
* James Monaco, Yeni Dalga, +1 Kitap, 2006.